Menyu
Tarih Felsefesi’nin Kuruluşu yada Yarının Tarihine Bakış / Dr.Mustafa YILMAZ
EDİTÖR MAKALELERİ

Tarih Felsefesi’nin Kuruluşu yada Yarının Tarihine Bakış / Dr.Mustafa YILMAZ

Tarih, yeryüzünde insan hareketlerinin toplamıdır. İnsan ise geçmişin yapımı ve geleceğin yapıcısıdır.

 

Tarih öncelikle bir bilim olduğu kadar bir bilinçtir de. İnsanlık tarihi ise, bir yönden toplumsal hareketlerin tarihidir.

 

Tarih, insanoğlunun bir “yeryüzü serüveni”nden, yaratılış amacına ulaştırılabilmesi için gerçekleştirilen sürekli bir mücadeleden, çıkış, düşüş ve çatışmalardan, boyutlarını ve yönlerini ilahi iradenin kuşattığı, insani çaba ve yönelimlerin oluşturduğu toplumsal eylemlerin bir süreğidir.

 

İslam tarih felsefesine göre tarih; iki sınıf arasındaki savaşımdan ibarettir. Bu savaşım insanlığın beşeri/şeytani yönelimleriyle ilahi/insani yönelimlerinin arasındaki karşıtlık ve çelişkiler üzerine kuruludur.

 

İslam tarih felsefesi, tarihi her zaman bir mücadele olarak görür. Bu yönüyle barışçı bir bakışı yoktur. İslam demek, Allah’ın iradesine teslim olmak ve diğer bütün iradelere, bağlara, zincirlere ve insana empoze edilmiş şeylere karşı isyan etmek demektir.

 

İslam özgürce bir ifadelenme biçimidir. Bilinçleri özgürlük ışıkları ile aydınlanmamış olanlar eylemsel olarak İslam’ın ifadesi olamazlar. Köleleşmiş ve köleleşmeye müsait insanların kendilerini İslam’a nispet etmelerinden daha akıl dışı bir eylem düşünülemez. İslam mensuplarından tarihin özneleri olmalarını bekler. Nesneleşmiş ruhlardan bunu beklemek ise akıl melekesini yitirmemiş insanlardan beklenen tavır olamaz. Bu  noktada şunu söylersek en azından yanlış bir şey söylemiş olmayız; “Ya ol, ya öl”.

 

Allah insanı kendisinde ve toplumda var olan balçık ile sürekli savaşmaya çağırır. Hedefi kurtuluş ve özgürlüktür. Bu yüzden bu iki sınıf, hak ve batıl hep savaş halindedir.

 

Burada biraz durup şu soruyu sormalıyız;

“O halde kim savaşım verebilir yada verebilecektir.”

 

Böylece anlaşılıyor ki İslam tarih felsefesine göre tarih; hak ve batıl arasındaki çatışmadır.     Tevhidin şirke karşı olmasıdır. Sosyal hak ve batıl savaşı demek eski topluma karşı yeni toplumun, ahlaki hak ve batıl savaşı demek ise; zillete, aşağılığa, kulluğa ve cehalete karşı bilincin, tekamülün, hareketin ve şuurun mücadelesidir. Bu hakikat İslam tarih felsefesidir.

 

Tarih işte bu karşıt eğilimler arasındaki geçişler, dalgalanmalar, eksenin bir tarafındaki duraklama ve tıkanmaların eksenin karşı tarafında aşılması, bir tarafta yığılan sorunların diğer tarafta cevaplanması, bir tarafta oluşan yozlaşmalar ve bunalımların diğer tarafta çözümlenmesi,  bir tarafta düşülen toplumsal ve düşünsel durgunluk ve duraklamaların diğer tarafta canlandırılması sonucu ister ilahi olsun ister şeytani olsun bir değişimler ve karşıt kutuplar arasındaki geçişlerden ibarettir.

 

İnsanlık tarihini tabiatlaşmaktan kurtaran da bu gerilim karşıtlık, çatışma ve egemenlik kaygılarıdır.

 

İnsanoğlunu oldukça esnek ve geniş bir yelpazede fikri ameli, estetik, kurumsal ve siyasal dağılımlara tabi tutan bu yöneliş ve çatışma zorunluluğu, karşıt kutuplar arasındaki yatay [toplumsa] ve düşey [tarihsel] gerilim ve çelişkiler nedeniyledir.

 

Tarihin bu insani cephesinin ötesinde, varlığını ve etkilerini ancak uzun tarihsel süreçlerde gözlemleyebileceğimiz ilahi cephesi vardır ki bu cephe, tüm kainatla birlikte insani yaşantıyı da kuşatır ve belirleyici bir etkinlik oluşturur. Dolayısıyla tarih yönsüz ve amaçsız değil yönlü ve amaçlıdır.

 

İnsanlığın tarihsel ilerleyişi doğrusal ve dairesel olmak üzere iki seyir takip etmektedir. Değerler sıkalası dairesel, olgular sıkalası doğrusal ilerlemektedir. Bir nevi tarihin işleyişi “dönerek yürümek” durumudur. Olgular dünyasında dünya toplumlarının Tarım, Sanayi, Bilgi-İşlem dalgalarıyla sıçrama yaptığı tezi doğrudur.

 

Ancak bu durum değerler dünyası için geçersizdir. Çünkü  değerler dünyası çembersel bir dönüşüm yaşamaktadır. Yani insanlık sürekli yeni buluş ve aletlerle doğrusal olarak ilerlerken  ve bunun geri dönüşü olmazken, hak, adalet, ahlak gibi değerler dünyasını oluşturan alanda sürekli geri dönüş, kaybedileni arama, bir süre ilerleme sonra tekrar geriye dönüş ve unutulanı yada kaybedileni arama serüvenin, yaşamaktadır.

 

İslam’ın vurgusu da daha çok değerler dünyasına olur. İslam tarım toplumuna da, sanayi toplumuna da, bilgi toplumuna da hep aynı mesajı iletir. Tarihin sürükleyici dinamiği de “değerler çatışması”dır. 

 

Şeriati, tüm toplumların yükselme ve gerileme süreçlerini yaşadıklarına inanmaktadır. Tarih, toplumları zaman içerisinde değiştirmektedir. İnsanların ise ait oldukları toplumu değiştirebilecek, geliştirebilecek, yeniden biçimlendirebilecek gücü vardır. İslam aleminde bunun yolu içtihaddan geçer. “Her birey, toplumun çekirdek ideolojisine göre katetmekte olduğu yolda, ictihad kurumundan aldığı ışıkla aydınlanmayı kendisine görev edinmelidir.”  

 

Şeriati’ye göre insan, sürgün edilmiş bir tasarımdır; zıtların bir araya gelmesidir. Diyalektik bir olgu olarak “Allah-Şeytan”, “Ruh-Balçık”tır; kendi yazgısını oluşturan özgür iradedir; sorumlu, yükümlü… cennetten kovulan ve bu doğa çölüne düşen insan aşk[Havva], akıl[şeytan] ve isyan[yasak meyve] dan oluşan üç çehreye sahiptir.

 

“Tıpkı insanda olduğu gibi, insanlığın başlangıcından bu yana her yerde baş göstermiş ve tarihi oluşturmuş olan ve iki düşman ve çelişik unsur arasında süregelen bir diyalektik çelişki ve savaşım söz konusudur tarih felsefesinde de. Tarih, insan türünün zaman çizgisindeki devinimidir. İnsan türüyse “küçük dünya”dır; varlığın en yetkin görünümü, yaratılışın tezahürüdür. Doğa ise onda bilince ulaşmıştır; onun çizgisinde evrime, bilinçli ve kendinde olan diri bir olmaya doğru yol alır.” [1]

 

Yani “insan, varlığın mutlak irade ve bilinci olan Allah iradesinin tecellisidir. İnsan bu “insanbilim”inde Allah’ın dünyadaki temsilcisi, yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla, “insan olma” serüveninden ve mahiyetinin oluşma sürecinden ibaret olan insan tarihi, rastlantısal olamaz, olaylarca yaratılmış olamaz, maceracıların oyuncağı olamaz; bu tarihin kof, boş, anlamsız, sonuçsuz ve bilinmez olması olanaksızdır.”

 

Ona göre tarih, dünyanın öteki gerçeklikleri gibi bir gerçekliktir; bir yerden başlayıp kaçınılmaz olarak bir yere varacaktır. Hedefi olmalıdır tarihin, bir yöne doğru yürümelidir. O halde tarih nereden başlamıştır? “Çelişki”nin başlangıcından[!]; tıpkı insan gibi.

 

“İnsanın kökenini insanbiliminde şu şekilde tanıdık: İnsan, balçıktan ve Allah’ın ruhundan mürekkeptir. Adem’in öyküsüne bakın bir! “Adem”in öyküsünde insan türünden, gerçek ve felsefi anlamıyla insandan söz edilir. İnsan işte Ademdeki bu “ruh-balçık”, “Allah-Şeytan” savaşımından başlar. Fakat tarihi nereden tanıyoruz? Nereden başlar tarih? Kâbil ile Hâbil’in savaşından.

 

Adem’in oğullarının her ikisi de beşeridir; doğal birer beşer. Ama birbiriyle savaşmaktadırlar. Biri ötekini öldürür. Buradan başlar insanlık tarihi. Adem’in savaşı özde [türde] gerçekleşen zihinsel bir savaştır. Bu ikisininkiyse hayatta gerçekleşen özdeş savaştır. Dolayısıyla Hâbil ve Kâbil öyküsü, tarih felsefesini, Adem’in öyküsüyse insan felsefesini göstermektedir. Hâbil ile Kâbil’in savaşı tarihteki iki karşıt cephenin savaşıdır, tarihin diyalektik esasına göre. Dolayısıyla, tarihin de insanınki gibi diyalektik bir hareketi vardır. Bu çelişki de Kâbil’in [Bence çiftçilik düzeninin, tekelci ya da bireysel mülkiyetin temsilcisidir.] Hâbil’i [Bence avcılık çağının ve mülkiyetten önceki ilkel ortaklık döneminin temsilcisidir.] öldürmesiyle başlar. Bundan sonra tarihin sürekli savaşı başlar. Tarih, baştanbaşa, katil Kâbil kanadıyla, maktül Hâbil kanadı arasında, hâkim kanatla mahkûm kanat arasında olagelen savaşa sahnedir. “Avcı Hâbil”, “mâlik Kâbil” eliyle öldürülür. Yani üretim kaynaklarının genel paylaşım dönemi [hayvancılık ve avcılık çağı] ve kardeşlik ve gerçek iman ruhu, çiftçilik döneminin ve özel mülkiyet düzeninin, dinî aldatmacanın ve başkasının hakkına tecavüz etmenin gerçekleşmesiyle ortadan kalkar, mahkûm olur. O zaman Kâbil, tarihte diri kalır. Hâlâ da ölmemiştir.

 

Bu konuyu şuradan çıkardım: Adem, oğullarına, ihtilaflarını -Kâbil, kardeşinin güzel nişanlısına tutulmuştu. Bu yüzden ihtilafa düşmüşlerdi. İhtilafı gidermeleri için Allah’a kurban sunmalarını önermişti. Kâbil, kurbanlık olarak bir deste solgun sarı buğday getirmiştir. Hâbil’se kırmızı tüylü genç ve kıymetli bir deve getirir. Bu yüzden Hâbil’i avcılık döneminin temsilcisi, Kâbil’i de çiftçilik döneminin temsilcisi olarak görüyorum. Tarih, hayvancılık, yani avcılık döneminde [ki deve, bu öyküde bu üretim düzeninin göstergesidir] doğa, üretimin kaynağı olmuştur [Orman, deniz, ova ve ırmak]. Tüm kabilede üretim aracı olarak el ve tırnak kullanılıyordu daha çok. Kimi zaman da herkesin sahip olabileceği ve kendisinin yapabileceği araçlar vardı.

 

Üretim kaynaklarında [su ve toprak vs.] ya da üretim araçlarında [öküz, saban vs.], özel ve bireysel mülkiyet bulunmuyordu. Her şey, eşit olarak, herkesin kullanımındaydı. Kardeşlik ruhu [eşitlikten doğan], toplu ruhun kutsanması, toplumsal gelenek, ataya hürmet, ahlaki ödevler karşısında başeğme, toplu yaşayışın sınırlarına mutlak ve kesin boyun eğme, yaratılıştan gelen safâ ve gönül temizliği, dinî vicdan, barış ruhu, sevgi, fedakârlık vb., bu düzende insanın ahlaki özelliklerindendir. Hâbil ise böyle bir insanın temsilcisidir.

 

İnsanın çiftlikle tanışmasıyla, insan yaşayışı, insan toplumu ve insan tipi, bence tarihin en büyük devrimi olan derin bir devrimin eline düşer. Bu, yeni insanı ortaya çıkaran, güçlü ve kötü insanı, medeniyet ve parçalanma çağını oluşturan bir devrimdir.

 

Çiftçilik düzeni, doğadaki üretim kaynaklarını sınırladı; üretim araçlarını gelişip üretim ilişkilerini karmaşıklaştırdı! Tarım alanı -orman ve denizin tersine- özgürce, herkesin yetkisinde olmadığından, ilk kez olarak doğadaki bir şeyi kendine özel kılma ve başkalarını ondan yoksun bırakma ihtiyacı belirdi: Bireysel mülkiyet!

 

Bundan önce, insan toplumunda “birey” yoktu. Kabilenin kendisi bir bireydi. Tek parça toplum -ki herkes bir aile içindeki kardeşlerdir- bölündü. Doğadaki bir toprak parçasının -ki herkesin malıydı; herkesin mülkiyeti altındaydı- bir kişinin hakkı olduğu ve ötekilerin hak sahibi olmadıkları ilk gün, henüz kanun, din, veraset vb. gibi hiçbir kural ve sistem bulunmuyordu. Sadece “güç” vardı. Kabilenin güçlülerinin gücü -ki ortak mülkiyet düzeninde kabilenin koruyucusu ve daha çok toplumsal haysiyet kazanma etkeni ya da daha çok av avlanma etkeniydi; bunların hepsi de kabilenin yararınaydı, şimdi sadece “hak”kın belirlenme kaynağı tekelci yararlanmaların koruyucusu, bireysel mülkiyetin kazanılmasının ilk etkeni olmuştu. Bu yüzden Marx’ın “Mülkiyet, güç kazanma etkenidir.” şeklindeki görüşü, tarihin bu hassas anında, doğru anlaşılması için doğru yansıtılmalıdır. Şu anlamda ki işin başlangıcında, mülkiyeti bireye özgü kılan etken güç ve kudretti. Güç, bireysel mülkiyeti yarattı. Bireysel mülkiyetse güce süreklilik ve silah verdi; onu yasal, doğal ve meşru kıldı.”[2]

 

Dolayısıyla özel mülkiyetin oluşması tek parça toplumu ortadan kaldırdı. Temel, sahiplenme ve bireysel mülkiyet üzerine kurulduğunda, zahitlik edecek, gerçek ve ihtiyaç duyduğu kadarıyla yetinecek hiç kimse yoktur. O zaman, bu ihtiyaçin miktarını kendisi belirlemelidir! Toplum artık ikiye bölünmüştür.

 

Hâbil düzeninde -ya da toplu mülkiyette- herkes, ihtiyaçi olduğu ölçüde avlanırdı. Çalışmak, ihtiyaçin giderilmesi için bir araçtı sadece. Üretimde kim daha çok hak etmişse daha çok kazanıyordu. Ama şimdi doğanın açık ve bereketli sofrasından uzaklaşıp sanatın [toprak ve tarım] hakir ve fakir sofrasının başına üşüşerek hırsla, açgözlülükle, aşırı istekle birbirinin canlarına da düştüler. Bu “yeni toplumsal yaşayış ilişkisi”nde akbabalar, leş yiyen kuşlar [Kâbil’in öyküsünde kargalar] bütün zayıf kuşların kollarını kanatlarını kırarak her birini bir yana sürdüler. Hep birlikte, tek bir sesle, çöllerin bağrında, ırmak kıyılarında, deniz sahillerinde hareket halinde olan göçmen kuşlar grubu gibi bir toplum, şimdi bu özel mülkiyet, tekelcilik leşinin başında vahşice ve kinle dolu bir durumda “kâh beriki ötekine pençe atmakta, kâh öteki berikini gagalamaktadır!”

 

Toplum çelişik iki kutba dönüşür: İhtiyaç ve iş gücünden fazlaca bir toprağa sahip olan bir azınlıkla, bunun tersine açlık çeken ve kol gücü bulunan, ama toprağı ve aracı bulunmayan çoğunluk. Yeni toplumsal ilişkide yazgı açık ve kesindir: Kölelik! İçinde, “kendisi”nden başka hiçbir şeyi bulunmayan, ne toprağı, ne suyu, ne yüzsuyu, ne şerefi, ne soyu, ne sopu, ne ahlâkı, ne izzeti, ne düşüncesi, ne bilgisi, ne hüneri, ne değeri, ne hakkı, ne hakikati, ne ruhu, ne anlamı, ne eğitimi, ne dini ne de dünyası bulunan bir sınıfın yer aldığı toplumsal bir düzen.

 

“Bunlar, hep torağın ürünüdürler. Bahçeden ve tarladan elde edilen çiçek ve meyveler, bu maddi ve manevi ürünlerin üretim kaynaklarının sahibi olan sınıfın, aşağı işler yapmadığından, kendini eğitip bilgi sahibi kılmak ve maneviyata, edebiyata, bilim ve sanata yönelmek için fırsatı, olanakları ve sermayesi bulunan sınıfın tekelinde olacaktır kaçınılmaz olarak. Her ikisi de, tek ruh taşıyan elbirliği içindeki önceki toplumla birlikte yaşıyor ve tek bir ruhla, tek bir yakınlıkla, tek bir haysiyet ve şerefle: Kabile halinde (!) hayat sürüyordu. Her ikisi de boş ellerle yanyana ormana ve denize gidiyordu. Doğanın servetini, çevrelerindeki hava gibi -ki onda ikisi birlikte soluk alıyordu- ve ülkelerinin gözleri önüne serilen alanları gibi -ki ikisi birlikte oturup seyrediyordu- kabileleriyle birlikte kullanan iki “eşit”ti ve doğal olarak iki “kardeş”ti her ikisi de. Her ikisi de bir Adem’in çocuklarıydı. Adem ise tek bir topraktandı. Ama şimdi, bu iki kardeş, mülkiyet leşinin başında, birbirinden uzaklaşmış olarak karşı karşıya geçmişti. Aralarında yargıda bulunan tek şey cana kasteden düşmanlıktı! Akrabalık bağı, kölelik bağı olmuştur artık. Eşitlik, ayrılığa kurban edilmiştir; kardeşlik, kardeş katilliğine dönüşmüştür. Din, aldatma ve çıkar sağlama aracı olmuştur; gerisi hiç! İnsanlık ruhu, barış ve sevgi ise kinci ruha, rekabete, mala kulluğa, açgözlülüğe, tekelcilik arayışlarına, aldatmacaya, baskıya, zulme, bencilliğe, taş kalpliliğe, kâtilliğe, hakları ayaklar altına almaya, sultacılığa, üstünlük taslamalara, faziletçiliğe, halkı aşağılamaya, güçsüzü horlamaya, kişisel çıkar yolunda her şeyi ve herkesi ezmeye, kardeşin canına kıymaya, babaya işkence etmeye ve hattâ Allah’ı kandırmaya dönüşmüştür.”

 

“Bu şekilde Hâbil tipiyle Kabil tipi arasındaki çelişki, ruh çözümlemesi ve bilimsel, toplumbilimsel irdeleme yoluyla derinlemesine anlaşılabilir. Bu yolla onların çevresi ve işleri de tam açıklığa kavuşur. Böylelikle, her ikisi de aynı soydan, aynı anne-babadan oldukları, aynı eğitimi aldıkları ve aynı aile, çevre ve din içerisinde yetiştikleri halde -ve o çevrede, henüz insan toplumu oluşmadığı ve çeşitli düşünsel çevreler, kültürel havalar, toplumsal gruplar olmadığı varsayıldığında, kardeşlerden her birinin farklı din ve öğretimlerin etkisi altında kaldıkları söylenemez- nasıl olup da birbirlerine bu denli zıt duruma geldikleri ve her birinin başka bir tipin sembolü oldukları öğrenilebilir”

 

“Hâbil tipiyle ilkel ortaklık çağı, bağımsız üretim ve avcılık dönemi insanın sınıfsal psikoloji ve toplumsal davranışının tam bir uyum içinde olduğu görülür. Kâbil tipiyse, sınıfsal toplum ve kölelik düzeni insanın toplumsal ve sınıfsal ahlâkıyla, efendi psikolojisiyle uyum taşımaktadır.

 

İkincisi, tefsircilerin ve bilginlerin, Hâbil ve Kâbil kıssasının, Kuran’da nefsin [insanın] öldürülmesinin kınanması için anlatıldığı şeklinde bir yorumda bulunmaları, aslında -Fransızların deyişiyle- konuyu yüzeyselleştirmek ve basit göstermekten başka bir şey değildir. Benim görüşüm, doğru olmasa bile, onların olayı anladıkları ölçüde basit ve az yararlı değildir en azından. İbrahimî dinler, özellikle İslam, bu öyküyü, insan türünün dünyadaki yaşayışının başlangıcının eşiğinde ortaya çıkan ilk büyük olay olarak söz konusu etmektedir. O zaman bu dinlerin bütün hedeflerinin, bu sonucu [tefsircilerin vardığı sonucu] almak istedikleri olduğu inanılır bir şey değildir. Bu öykü, her ne olursa olsun şu tür bir çıkarımda bulunulan sıradan bir ahlakî öyküden daha çok derindir: “Öyleyse, nefsi öldürmenin çirkin bir davranış olduğu ve bizim bu uygunsuz davranışa yaklaşmamamız ve ondan uzaklaşmamız gerektiği açıkça anlaşılmaktadır; hele de o taraf bizim kardeşimizse...!”

 

Görüldüğü üzere Şeriati tarihi yeni bir okuma biçimine tabi tutar ve Kur’an kıssası üzerinden felsefe geliştirir. Bunu yaparken Kur’an’dan hareket etmekle birlikte diyalektik yasları ince bir şekilde işletir ve Marxist tarih felsefesi ilkelerini de kullanır.

 

“Bence, Hâbil’in Kâbil eliyle öldürülmesi, büyük bir değişimden, tarih çizgisindeki hızlı dönüşten, özellikle de, insanın serüveninde baş gösteren en büyük olaydan haber vermekte, onu derinlemesine açıklayıp, hakkında bilimsel, sınıfsal ve toplumbilimsel yorumda bulunmaktadır. Bu büyük olay ve değişim, ilkel komün döneminin son bulması, insanın avlanma yoluyla üretim şeklindeki ilkel eşitlik ve kardeşlik düzeninin [Hâbil] yok oluşu ve çiftçilik yoluyla üretimin, özel mülkiyetin ortaya çıkışının, ilkel sınıflı toplumun ve parçalanma, sömürü, mala kulluk, inançsızlık düzeninin, düşmanlılığın, yarışın, açgözlülüğün, yağmanın, köleliğin ve kardeş katilinin başlayışıdır [Kâbil]. Hâbil’in ölüp Kâbil’in hayatta kalmasıyla tarihsel özdeş bir gerçekliktir. Ondan sonra, dinin, hayatın, iktisadın, yönetimin ve halkın alın yazısının Kâbil’in elinde olduğu çıkarımı da ileri ve eleştirel yapısı bulunan gerçekçi bir çözümlemedir. Hâbil’in ardında evlat bırakmadan gitmesi ve şu anki insanların hep Kâbil’den geriye kalmaları da Kâbil’in düzeninde Kâbilci toplum, yönetim, din, ahlâk, görüş, yöneliş ve davranışın genellik taşıdığını, her toplum ve çağa egemen olan yaşamsal düzensizliğin, düşünce ve ahlâk karışıklığının buradan geldiğini göstermektedir.”

 

Yine de burada iyilik ve kötülük ayrımı yapmak başlı başına bir meseledir. “Çünkü Kâbil, öz olarak kötü değildir. Onun özü, Hâbil’in özüdür. Hiç kimse, kötü özlü değildir. Hepsinin özü, Adem’in özüdür. İnsan karşıtı toplumsal bir düzende, sınıfsal bir toplumda, köleliği ve efendiliği geliştiren bireysel mülkiyet rejiminde, insanları ya kurt, ya tilki, ya da kuzu haline getiren bir rejimde ve bu düşmanlık, rekabet, taş yüreklilik, paraya kulluk, aşağılık, açlık, oburluk, esaret, kayıtsızlık, güç, para ve aldatmaca sahnesinde yaşam felsefesi, yağma, çıkarcılık, tutsak etmek, sultacılık ve yemek üzerine kuruludur. Söyleşmek, sövgüden, yalandan ve yağcılıktan ibarettir. Yaşamak, zalimlik, zulme boyun eğmek, bencillik, aristokrasi, yığıcılık [stokçuluk], boynu kalınlık ve kendini süslemeye düşkünlüktür. Toplumsal ve insanî ilişkiyse, vurmak, yemek, emmek, emilmektir. İnsanlık felsefesi de, olabildiğince lezzet, olabildiğince servet, olabildiğince şehvet ve olabildiğince güçlenmektir. Her şey, döner dolaşır, kendine tapınmaya geri gelir; her şeyin ve herkesin “ego” için, aşağılık kaba ve haris ego için kurban edilmesine çıkar bütün yollar.”

 

Şeriati bu kıssayı basit bir anlatı olarak görmez elbette. Bu kıssadan çıkarılacak sonuç basit bir ahlaki duruş olmamalıdır. Bir diğer neden ise bu kıssa iki kardeşi ilgilendiren bir mesele olarak görülemeyecek derecede önemlidir. Şeriati bize bu kıssanın “zaman sürecinde iki kanattan, iki tarih hikâyesinden, parçalanmış insanlık serüveninden ve hâlâ bitmemiş olan bir savaşın başlangıcından söz ettiğini” anlatmak istiyor.

 

“Hâbil kanadı, güçten düşürülmüş mahkûm kanattır; yani insan toplumlarına egemen mülkiyet düzeni olan Kâbil düzeninin esiri ve tarihin öldürülmüş kesimi durumundaki halktır. Bu savaş, Kâbil’in bayrağının nesilden nesile egemen sınıfların ve Hâbil’in kanının diyet ve çağrısının da nesilden nesile mirasçılarının -adalet, özgürlük ve gerçek iman yolunda savaşım veren mahkûm halkın- eline geçtiği tarihin bitmeyen savaşıdır. Bu savaş, bütün dönemlerde, her çağda bir başka biçimde sürüp gitmektedir. Kâbil kanadının da silahı dindir, Hâbil kanadının da.”

 

“Bu yüzden, dinin dine karşı savaşı da tarihî bir savaştır. Toplumsal şirki, sınıfsal farklılaşmayı yaymaya çalışan şirk diniyle, sınıfsal ve sosyal birliği yaymaya çalışan tevhid dininin savaşıdır bu. Hâbil ile Kâbil, şirkle tevhid, sınıfsal ve sosyal parçalanmayla adalet ve insânî vahdet, aldatmaca, uyuşturma ve mevcut durumu iyi gösterme diniyle bilinç, hareket ve devrim dini arasındaki bu tarihî savaş, âhir zaman dek hep sürecektir. Kâbil ölecek, Hâbilci düzen yeniden gerçekleşecektir o zaman. Bu zorunlu devrim, Kâbil tarihinin sonudur. Böylece, dünya düzeyinde eşitlik gerçekleşir; sonunda tevhid ve insanî kardeşlik istikrar kazanmayı başarır. İstikrar, adalet demek olup, tarih zorunlu olarak oraya varacaktır. Evrensel bir devrim, tarihsel ve sınıfsal bir öç alma biçiminde adalet, kesin olarak insan yaşayışının her yanına yayılacak ve Allah’ın şu müjdesi yetişecektir: “Yeryüzünde çaresizlik ve güçsüzlüğe düşmüş kimseleri insanların önderleri ve yeryüzünün varisleri kılmak istedik.”

 

“Her dönemde, her birey, aralarında sürekli savaş bulunan bütün -tarih boyunca- bu iki kanatta yerlerini belirleme ve seyirci kalmama sorumluluğunu taşımaktadır. Bu yüzden tarihin belirleyiciliğine inanırken, tarihin zorunluluğu içerisinde bireysel özgürlüğe ve bireyin insanî sorumluluğuna da inanıyorum; birbirine aykırı bulmuyorum bu ikisini. Çünkü tarih, bilimsel bir küllî cebir esasınca hareket halindedir; tıpkı doğa gibi. Ama “ben”, bir insan bireyi olarak, seçmeliyim, tarih çizgisinde hareket etmeliyim; tarihin belirleyiciliğinin bilim gücüyle hızlandırmalı ve ilerlemeliyim ya da bilgisizlik, bencillik ve sınıfsal çıkarcılıkla onun karşısında durmalı ve ezilmeliyim.”[3]

 



[1] Ali Şeraitî, İslam Bilim 1, Nehir Yayınları, İstanbul, 1992, s.69

[2] A.e, s.70-72

[3] A.e, s.73-84