Hubut… hubut… hubut…
Hüner ve İslam Şinasi
Zindanlar aşkarı
Yalnızlık pazarında
Kaf dağından sürgün ve
Külleriyle dertleşen anka
“Sizi rahatsız etmeye geldim.”
Dediydin ya yetti de arttı bile
Mustafa YILMAZ
I.
Dr.Abdülkerim Suruş’un sorduğu gibi biz de soralım “Niçin günümüzde Dr. Şeriati gibi kişiler hakkında konuşmamız gerekmektedir? Niçin anılarını canlı tutmamız gerekmektedir?...” Suruş’un kendi sorusuna cevabı şöyle: “Bizler onu anmakla kendimize dönüyoruz. Kendimiz yenibaştan gözden geçiriyoruz...” “Kim olduğumuzu, nerede bulunduğumuzu, nereye yöneldiğimizi önderlerimizin ve kafile öncülerimizin kimler olduğunu ve bugün bize nasıl yardım edebileceklerini düşünüyoruz”... “İkinci nedeni şudur: Bizler öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, bu dönemde dini düşünceyi incelemeye ve arıtmaya şiddetle muhtacız.”
Bu soru ve cevaplar bu sitenin kuruluş amacını da nispeten açıklar mahiyettedir. Biz bugün sahip olduğumuz mirasın yabancılarıyız. Ne için yaşadığını ve ne uğurda ölebileceğini bilen bir adamın karşısındayız. Bu adam bunu bilmekle kalmadı ve bunu biz yeni nesle yüksek sesle haykırdı, inledi, ağladı, feryat etti. Çığlıkları yer yer acı ve kederle doludur. Yer yer bilinç, merak ve feraset doludur. Bir şair gibi konuştu bizimle. Konuşmaları edebi birer şaheser gibi. Biz ne kadar tanıdık üstadı. Yaşadığımız topraklarda kim, kaç tane yazı yazdı hakkında? Cemil Meriç’in dediği gibi: “coşkun bir zekâ ve inanmış bir müslüman. Genç bir yaşta, şarkısını tamamlayamadan hayata gözlerini kapayan, kardeş İran'ın bu pervasız mücahidini bütün buutlarıyla tanıtabildik mi?” Mâesefa ki hayır! Diğer yandan büyük bir nasipsizlik.
II.
Biz Doğu toplumlarının yaşadığı maceranın modern tarihi bir “garpzedelik” tarihi olarak belirginleşiyor. Hayat sürdüğümüz topraklarda evrimi geçirdiğimiz söylenen “batılılaşma” serüveni tam anlamıyla “oryantalistleşme” biçiminde gerçekleşti ve süreç devam ediyor. Adına “aydın” denen devekuşları ile donuk ve iddiasız bir geleneğin takipçileri ve sürdürücüleri olan “ulema”nın temsil ettiği iki tip düşünce arasında sıkışıp kalmış bir ilim ve fikir dünyamız var. Bu topraklar kozmopolit bir imparatorluğun bakiyesi olarak bize miras kaldı. Batı dünyasının ve aklının “zorunlu ötekisi” olarak nesneleştirilen doğu toplumları klasik sömürge döneminin bitiminden itibaren yeni bir neo-kolonyalizm dalgasına maruz kaldı. Batı aklı Doğu ve ona ait olanları, olduğundan farklı ve olmasını istediği şekilde bir metin-evren içinde yeniden üretti. Bu metin-evrenin temel özelliği ise ötekinin yetersiz ve eksik olduğu şeklindeki genelleme oldu.
Aslında Napolyon bir fırtına gibi esmeye başlayıp da Mısır’da durduruluncaya kadar Batı’da, Doğu konusu bir tasvir ve temsilden ibaretti. Napolyon sonrasında ise Doğu tanımlamalara maruz kaldı. Bu tanımlama beraberinde şekil verilmeyi de taşıdı. Artık Doğu denilen nesne “cerh ve tadil” ediliyordu.
Oryantalizmin otopsisini yapmakla haklı bir şöhret bulan Edward Said’e göre: “Doğu ile batı arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayalı bir düşünüş biçimi”dir oryantalizm. Evet Doğu imgenin, Batı ise simge vatanıdır.
Post-kolonyal dönemde doğu toplumları imparatorluk artığı birer ulus devlete dönüştürüldü. Sancılı dönemlerini toplumsal önderlikten mahrum geçiren bu toplumlar kendilerine sunulmuş miliyetçilik düşüncesine kurtuluş reçetesi olarak sarıldı. Oysa bu reçetenin o toplumların tarihsel birikim ve tecrübeleriyle en ufak bir bağlantısını tespit etmek imkanı yoktur.
III.
“O, horlamış, ezilmiş bir toplumda; bir bilgisizlik çağında; bir umursamazlık çölünde [daha doğrusu, gerçeği umursamayan, inkâr eden çağımızda], bilmenin ve ilgisiz kalmamanın, artık ‘yiğitçe düşünmek’ sayılmadığını biliyordu. Artık aydın olmak, makam-mevki ihtirası beslemekle bir tutuluyordu. Bu da, böylelerinin ezilip horlanması için yeterli bir neden sayılıyordu. O, ne yapacağını bilmez bir halde bekleşen, şaşkın, düşmek korkusuyla adım atmaktan bile korkan, sırf korkuları yüzünden kötülüğe bulaşmayan aydınları acı bir gülümsemeyle eleştirirdi. Onun için bir seçim yapmak, ‘ilk adım atmak’ demek değildi; bütün bir hayattı ve bütün bu duraksamalar, şaşkınlıklar, şüpheler hep entelektüalizm dediğimiz çağdaş aydın köleliğinin bir sonucuydu. Son derece kısa, fakat o oranda da verimli hayatı boyunca, düşünce ve insanlığın bu eski ve tanıdık düşmanına karşı olanca gücüyle, yiğitçe savaştı.”
Kimdir bu adam? Alçak diktatörlerin esaretine alışmış ve her şeye tahammül eder hale getirilmiş bir halk için özgürlük şarkıları söyleyen bu adam kimdir? Deşt-i Kebir çölünde külleriyle dertleşerek varolan, Kaf dağından sürgün edilmiş bir anka gibi çöllerin yalnızlığında benlik felsefesi üzerine konuşan, tarih felsefesinden, İslam Bilim’den sosyolojiden, dem vuran, Ebuzer ve Ali’den bahseden bu adam kimdir? Geçmiş ve geleceği bir atlasta buluşturarak yarının tarihini okumaya çalışan bu çılgın adam kimdir? Geleceğe seslenen bu çılgın adam kim olabilir? Yenilginin kara külleri arasında kendisini mayalayan bu gür sesli savaşçı kimdir? Deşt-i Kebir çölünden havalanarak Sorbon’da kanat çırpan, bir kanadında İkbal’in duygu yükü, bir kanadında Cemaleddin’in bitmez tükenmez çabasını taşıyan, Mevlana’nın Mesnevi’sinden esintiler soluyan bu kartal hangi dağın koyaklarından seslenmektedir bize? Bu adam kimdir?
Biz kalanlara seslenirken “gidenler Hüseynî bir iş yapmıştır, kalanlarsa Zeynebî bir iş yapmalıdırlar, yapmıyorlarsa Yezidî’dirler” diyen bu adam kimdir?
Babasının “sanki Allah bunu Kızıl Kale zindanlarında bir hücreye atılsın, etrafı kitaplarla dolsun, yanına bir kül tablası ve bol miktarda sigara konsun diye yaratmış” dediği bu adam kimdir?
Belki de Roger Garaudy’nin hatıralarında kendini ifade için kurduğu şu cümleyi biz Şeriati için yeniden kurabiliriz: “Siyasal inançlarıma umutsuzca sarılıyorum ve kalan her şeyi itiyorum.” Şeriati siyasal inancının temelini bir tarih felsefesi üzerine kuruyor ve bunu İslam-Bilim şeklinde genişletiyor. Bu temellendirilmiş inanç bir ideoloji şeklinde cisimleşiyor ve Doktor bu inancına sımsıkı bağlanarak herşeyi itiyor. Fark ise büyük bir umutla sarılıyor. Umudu ise yarının yapıcıları olan genç nesle olan inancıdır.
IV.
Nihayetinde bu site bir borç, bir vefa, bir kadirşinaslık olmaktan başka bir iddia ile ortada değildir. Aziz Doktor’un muhterem hatırasına bir saygıdır. Biz bugün Şeriati’yi yeniden ve yeniden okumak sorumluluğunu taşımaktayız. Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, İkbal, Tunuslu Hayrettin Paşa, Said Halim Paşa, Mehmed Akif, Seyyid Kutup gibi bir halkanın çok önemli bir parçasıdır. Ve hatta en önemli parçasıdır.
Muhammed Ahmedî’nin dediği gibi: “O, Kevir[çöl]’de ayağa kalktı ve bir çöl insanı gibi yaşadı. Çöllerdeki ağaçlar kadar susuzdu, buna rağmen o yıkılmadı. Fikri temellerini Kur’an ayetleri üzerine inşa etti. Hz. Ali ile nasıl yaşanması gerektiğini, Hz. Hüseyin ile nasıl ölüneceğini, Hz. Ebu Zer ile nasıl feryat edileceğini kendine şiar edindi ve sözleri tarih boyunca süregelen mustaz’afların dertleriydi ve feryatlarıydı.”
Yalnızların dostu, mustaz’afların rehberi, mahrumların umudu, fedakar öğrencilerin aziz öğretmeni, Puran’ın Ali’si, İhsan’ın babası ve İnkılab’ın büyük önderi Şehid Doktor Şeriati’yi anma, anlama ve anlaşılmasına katkı olmak üzere kişisel bir çabanın ürünü olan bu site elbette bir çok eleştiri, katkı ve yardım beklemektedir.
Genç neslin ders halkalarının aziz öğretmeni Şeriati bizim için bir yol aydınlığı olmaya devam edecektir. Tüm saldırılara, karalamalara ve çamur atmalara rağmen Şeriati dostları onun hatırasını canlı tutmaya, düşüncesini anlamaya ve geliştirmeye devam edeceklerdir.
Bu sayfalar Aziz Doktor’un uğrunda hayatını feda ettiği İslam’ın ve o mektebin yalnız ve garip talebeleri için bir dershane olmayı başarırsa ne mutlu.
Bu işe soyunan bencileyin de Şehid Doktor’un artık bir mektebe dönüşmüş dünyasında yolculuğu kendine görev edinmiştir.
Aziz Şehidin yol bilip yürüdüğü istikameti yol tutanlara selam olsun.
Son olarak bu çalışmanın ortaya çıkmasında maddi ve manevi desteğini esirgemeyen Doğan Beyribey kardeşe teşekkür etmek bizim için bir borç olmuştur. Ayrıca Mahir Yazar'a, Adem Çakır'a, Muhammed Faruk Arslan'a da minnettarım.