Geçen yazıda, II. Meşrutiyet sonrasında Türkiye’de İslam’ın siyasal rejimdeki etkisiyle, siyasal hayat içinde Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi çatısı altında Milli Görüş’ün partileşme serüveni kabaca anlatılmıştı. Yakın dönemde takip edildiği gibi Refah Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılarak, lideri Erbakan’ın siyasi yasaklı durumuna dönüşmesi, yeni bir partinin şemsiyesi altında örgütlenmeyi bu cephe için zorunlu kıldı. Fazilet Partisi bu sürecin sonunda kuruldu. 1999 seçimlerinin ardından, herkes kamuoyu tarafından 28 Şubatçıların cezalandırılacağını Fazilet Partisi’nin seçimlerden birinci parti olarak çıkacağını tahmin ediyordu. Ancak beklenen olmadı. Türkeş’in ölümü sonrasında liderliğe getirilen Devlet Bahçeli’nin MHP’si, Türk-Kürt geriliminin yarattığı atmosferin tetiklediği tepkiselliği arkasına alarak Ecevit’in liderliğindeki Demokratik Sol Partinin ardından ikinci parti olarak seçimlerden çıktı. Milli Görüş ancak üçüncü parti olabildi. Kadrolarından önemli bir kısmı siyasi yasaklı durumuna düşen FP için bu sonucun bile büyük bir başarı olduğu, kimi siyasi gözlemciler tarafından ifade edildi. Türkiye’de siyasi teveccühün dış merkezler tarafından yönlendirilmeye ne kadar açık olduğunu göstermesi bakımından, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bir dizi diplomatik kovalamacanın ardından paketlenip, Ecevit’in liderliğindeki DSP-ANAP azınlık hükümeti döneminde Türkiye’ye teslim edilmesi, Ecevit’in 1973 sonrası bir daha elde edemediği prestije kavuşturulması, önemli bir ayrıntıdır. Hele Apo’nun gerek uçakta getirilirken, gerekse mahkeme huzurunda yargılanırken sergilediği silik ve kişiliksiz tutum, adı geçen şahsın etrafında yaratılmak istenen kurmaca karizmayı da darmadağın etmişti. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerine kadar, ülkeyi DSP-MHP-ANAP koalisyonu yönetti. Uyumun ve krizin münavebeli olarak hakim duruma geçtiği bu üç yılın sonunda, Milli Görüş’ün örgütsel düzeneğinin her aşamasında bulunmuş, okuduğu bir şiirle gerekçelendirilerek, hem belediye başkanlığından alınmış, hem de hüküm giymiş Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara gelmiştir. Kimilerine göre bir değişim ve dönüşümün, kimilerine göre ise siyasal İslam’ın en büyük zaferi olarak takdim edilen bu gelişmenin etkileri hala devam etmektedir.
1980 sonrasını özgün kılan şey neydi ? Bu sorunun üzerinde önemle durulmalıdır. İslami literatürün tarihsel içeriğinde kimi zaman üstü örtülen Hz. Peygamberin vefatı sonrasında yaşanan iktidar kavgasının, asr-ı saadetin son halifesi Hz. Ali’nin, Şam Valisi Muaviye ile başlayan sürtüşmesinin, sıcak çatışmayla sonuçlanması, bu çatışma sonrasında yaşanan o ünlü hakem olayı, ihtilaflar, bölünmeler üzerindeki soru işaretleri mühim bir mesele teşkil eder. Dönemin asr-ı saadet olarak tanımlanması bile kimilerine göre şüphelidir. Hülefa-ı Raşidin’in-ki dört büyük halife olarak tarif edilirler. Üçünün ölümü suikast sonucundadır. Ebubekir’in seçiminde bile tam bir konsensüs söz konusu değildir. Evs ve Hazreç kabilelerinin aralarındaki tarihsel rekabetin yarattığı ünlü Beni Sakife toplantısı, Ebubekir’in önünü açmıştır. [Bu hususta yapılmış değerli bir çalışma için şu esere müracaat edilebilir: Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, İstanbul: Birleşik Yay., 1992] İki yıl gibi kısa bir süreyi kapsayan hilafeti döneminde zekat vermeyen kabileler ile yapılan savaşlar ve dinden irtidat edenlerle yapılan mücadeleye özellikle dikkat edilmelidir.
Sözü fazla uzatmadan şunu belirtmek gerekiyor; 1979 yılında dünyada büyük bir şok yaratan İran’daki İslami devrime kadar, İslam için modern zamanlarda uygulanabilirliğini kanıtlayacak, farazi olmayan somut bir model ortaya çıktı. Devrimin yüzyıllardır açık yada örtülü olarak birbirleriyle mücadele etmiş olan Şii ve Sünni dünyanın azınlığını temsil eden Şii dünyanın lideri İran’da gerçekleşmiş olması, Sünni dünyadaki birçok radikal müslümanın sempatisini azaltmadı. İran’da böylesi bir topyekün değişimin kapısının açılması, yepyeni bir umutla birlikte, İslami bir devletin ütopik bir şey olmadığı yönündeki inisiyatifin elini güçlendirdi. İran’daki devrimin entelektüel düzeydeki en önemli temsilcisi olarak kabul edilen; Dr. Ali Şeriati ismi sadece yazdıklarıyla değil, laik eğitim kurumlarından yetişmiş, İslami bir bilinçle dünyaya bakan birçok genç Müslüman genç için, kendileriyle özdeşleştirebilecekleri bir örnek kişiliği temsil ediyordu. Batılı terminolojiye aşina olan, Şeriati 1933 yılında İran’daki Mezinan şehrinde doğar. Babası Muhammed Taki Şeriati’den dini ilimleri tedris ettikten sonra, memleketinde yüksek öğretmen okulunu bitiren Şeriati, doktora öğrenimi yapmak üzere Fransa’ya gönderilir. Sorbon’da sosyoloji ve dinler tarihi doktorası yapar. Doktora öğrenciliği esnasında devam etmekte olan Cezayir direnişinde, Paris’teki öğrenci hareketlerinde aktif rol alır. Ülkesine döndükten sonra, muhalif Müslüman aydınlar tarafından kurulan Hüseyniye-i İrşad’ta seri konferanslar verir. Genç kitleler üzerinde yarattığı etki üzerine polis kovuşturmasına uğrar birçok kez tutuklanır. Nihayet 1977 yılında gördüğü baskılar karşısında, Londra’ya hicret etmek zorunda kalır. Bir rivayete göre orada kalp krizinden, diğer bir rivayete göre ise İran istihbaratı SAVAK ajanları tarafından zehirlenerek öldürülür. Şeriati’nin kullandığı dil bugüne dek kullanılan dilin dışındadır. İslami kavram ve mitleri yorumlayışındaki cezp edicilik karşısında, zaman zaman mollalar tarafından tehlikeli görülmüş, ve tepkiyle karşılanmıştır. Şeriati’nin anlatımında dikkati çeken belli başlı kişilikler söz konusudur. Bunlar; dinler tarihinin ve İslam tarihinin önemli kişilikleri olarak belirmektedir. Tağuti olarak adlandırdığı düzenlerin zalimleri olarak beliren, Firavun, Karun ve Bel’am-ı Baur, statükonun sürdürücüleri olarak ittifak içindedirler. Firavun her döneme teşmil edilebilecek yönetici sınıfı temsil ederken, Karun iktisadi gücü elinde tutan sermaye sahiplerini, Bel’am ise bu sistemin meşruiyetini kitlelere benimsetmek uğruna az bir dünyalık karşısında ahiretini satan din adamları sınıfını temsil ederler. Anlatımlardaki kişiler tarihseldir, ancak modern zamanlardaki ilişki biçimiyle temelde aralarında hiçbir fark olmayan cari düzenlerdeki benzerleriyle birebir örtüşürler.Bu kişiliklerin karşısında ise İslam’ın peygamberi Hz. Muhammed, onun sağ kolu olarak takdim edilen ve kendisine peygamber tarafından verilen hilafetin Gadir Hum olayıyla vesikalandırılmasına rağmen hakkı gasp edilerek hilafet verilmeyen Ali, zulme ve zalimlere olan düşmanlığın yılmaz ve cesur savunucusu, Ebu Zerr Gıffari ile Kerbela’da başını veren Hüseyin vardır. Şeriati’nin çoğu Hüseyniye-i İrşad’da verilmiş konferans metinlerinin toplanarak oluşturulan kitaplarının tamamına yakını Türkçe’ye çevrilmiştir.1970’li yıllarda Türkiye’ye Cemil Meriç tarafından tanıtılan ve Türk aydını tarafından ilgiyle izlenen Şeriati’nin görüşleri, özellikle Batıdan referans olarak alınmış birçok düşünce içeriğiyle okunması, ve okunma sonucunda laik-pozitivist bir bilinç inşasına muhatap bireyler açısından anlaşılabilirliği açısından yaygın bir ilgiyle karşılanmıştır. Dine Karşı Din, İnsanın Dört Zindanı, Toplumbilim Üzerine, Anne Baba Biz Suçluyuz, Adem’in Varisi Hüseyin, Ali Şiası Safevi Şiası, Kendini Devrimci Yetiştirmek, İki Sure İki Yorum, Şehadet, Hac, Muhammed’i Tanıyalım, Muhammed Kimdir ?, İslam-Bilim 1-2, Kapitalizm, Marksizm, İslam Ekonomisi, Öze Dönüş, Siret, Ve Cevap Veriyorum, Ne Yapmalı ?, Marksizm ve Diğer Batı Düşünceleri, Aydın, Fatıma Fatımadır, Kevir, Dinler Tarihi 1-2, Medeniyet ve Modernizm, Kültür ve İdeoloji, Dua [Alex Carrel’den tercüme], İslam Nedir ?, Biz ve İkbal, şu anda aklıma gelen okuduğum eserlerinden bazıları olarak belirir. Dine Karşı Din; Hüseyin Hatemi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş, hacmi dar ancak çarpıcı bir eserdir. Şeriati; Marx’ın 19. yüzyılda kilisenin aydınlanma öncesi sınıfsal tavrından mülhem, dinin sosyoekonomik savaşımda, kitlelerin direnç azmini kırmak yönünde uyuşturucu bir işlev gördüğünden bahisle, vecizeleştirdiği; “din kitlelerin afyonudur” tespitini, olumlar bir giriş yapar. Ancak bir şerh koyar. Dinin devrimci boyutunun gizlenmesi, hasır altı edilmesi şartıyla. Tarihte dinin hiçbir zaman ateizmle savaşmadığını belirten Şeriati, şirkin dinin düşman olarak kabul ettiği en büyük hasım cephe olduğunu belirtir. Her din onu tamamen red etme temayülü içine girenlerden ziyade, bilerek yada bilmeyerek, dini tevhid ekseninden uzaklaştıran müşrik müdahalelerle yozlaşır. İnsanın Dört Zindanı’nın da ise Şeriati; insanın kemale ermesi yönündeki müspet tekamülde önündeki en büyük engeller olarak saptadığı açmazları irdeler. Bunlar; Tarih, Toplum, Benlik ve Doğa’dır. İnsanın verili bir tarihsellikteki bireysel vaziyeti ne olursa olsun, bu dört zindanla çevrilidir. Bunları aşmanın yöntemi yaratıcının her çağa yönelik olarak insanların istifadesine bahşettiği Kur’an’ı önyargısızca anlamaya çalışmaktan geçer. Toplumbilim Üzerine isimli eseri, Adem’in iki oğlu; Habil ve Kabil arasındaki çatışmanın anlatıldığı kıssa üzerinde geliştirilen, insandaki ilahi özden sapma temayülünün galebe çalmasına dairdir. Kutsal metinlerde insanın çamur ve Allah’ın ruhundan üflenen ruh ile vücut bulduğu şeklindeki yaratılış teorisi üzerinde kurulan varsayımlar eşliğinde, çamur ile temsil edilen şer yön ile Allah’ın ruhu ile temsil edilen hayır yön arasındaki ihtilafın her birey özelinde eşit şartlara sahip bir mecrada çatıştığı, işte bu noktada Allah’ın insana bahşettiği özgür cüzi iradenin bu iki tercih alanından birine doğru meylettiği anlatılır. İlahi yardım almayan ruhun şerri hayır gibi algılama yanılgısına düşeceğini belirten Şeriati insan gelişiminin devri daiminin ilahi özün reddiyesi çerçevesinde döndüğünü ifade eder.
Şeriati’nin bütün eserlerinde insanı sürükleyen kendine doğru çeken bir hitabet sanatı, bir üslup görülür. Eserlerinin Türkçe tercümelerinde bile bu cezp ediciliğin kalıntılarını görmek mümkündür. Yazarın Şii dünyaya mensup oluşu, mücadele hayatında zaman zaman kullandığı ifadelerin başına epey büyük dertlerin açılmasına neden olmuştur. Şii dünyada, şianın temel öğretisinden sapmakla suçlanırken, Sünni dünya, şianın ve dolayısıyla Şeriati’nin özündeki Ali vurgusunu, diğer sahabeyi karalayıcı bir özelliğe büründürdüğü iddiasıyla sevimsiz karşılar. Nitekim Dine Karşı Din ile İnsanın Dört Zindanı eserlerinin mütercimi Hüseyin Hatemi, yaptığı çevirilerdeki kimi ifadeleri yumuşatmak zorunda kaldığını belirtmek ihtiyacını duyar. Mütercim; bu tip bir serzenişle, çevirdiği eserin özüne sadık kalmanın sonucunda ortaya çıkması muhtemel tepki karşısındaki kaygının, eserin müellifine olan saygının önüne geçtiğini belirtmek zorunda kalır. Bir başka bu tip bir kaygı, Marksizm ve Diğer batı Düşünceleri isimli eserde gözlemlenir. Nitekim eserin orijinal ismi; Marksizm ve Diğer Batı Safsataları’dır. [İngilizce tercümesinde bu isme sadık kalınmıştır: Marxism and Other Western Fallacies]. Ancak, belki de anti emperyalizm paydasındaki sosyalist dünya görüşü mensuplarını gücendirme konusundaki haklı çekince, eserin isminin yumuşatılması sonucunu doğurmuştur. Türk radikal İslami çevrelerin en muteber kalemi olarak beliren çevrelerin düşünsel gelişimini etkileyen önemli bir yazar olan Şeriati’nin düşüncesi hakkında söylenecek daha bir çok şey var. Şeriati’yi tanımak isteyecek okuyuculara bu kadar bilgi yetersiz ancak, Şeriati hakkında bir ufuk açar kanısındayım.
Yazımızın ikinci kısmı böylece nihayete eriyor. Üçüncü kısımda eserleri Türkçe’ye tercüme edilmiş bir başka yazarla buluşmak üzere, herkese sevgi ve selamlarımı yazıyorum.
Kaynak:
www.antiemperyalizm.org [yazarın izniyle]