İnsan, hiçbir zaman dünyayı, coğrafyanın anlattığı ölçülerde göremez. Bireyin dünya görüşü, toplumun maddi ve manevi somut boyutlarına tabidir. Bir Medine’nin[1] burç ve kalelerinin kazandığı gelişim ve uğradığı değişim, içinde yaşayanlarla dışardan görenler açısından farklı bir değişim ve gelişim biçim ve görünümü arz edecektir. Öte yandan, herkesin zihninde biçimlenen dünya, onun sınıf çerçevesinin belirlediği bir tip ve ölçüde olacaktır. Diğer bir ifadeyle bireyin dünya görüşü: “Toplum” ve “sınıf” yapısının etkisiyle sübjektif aynasında biçimlendiği gibi objektif aynasına da yansımaktadır. Toplumbilim verilerine göre, sübjektif olgular objektif olguları biçimlendiren ve onlara diledikleri özgün biçimi kazandıran birer usta gibidirler. Eğer Bergson’un ifadesiyle söylersek, “kapalı toplum” da yaşayan bir bireyin gözünde dış dünya; donuk, sınırlı ve küçüktür. Bunun karşıtı olarak “açık toplum” da yaşayan bireyin gözünde ise dünya; geniş, sınırsız ve hep değişendir.[2] Birincisi için yeryüzü; kendi vatanından, kavim, kabile veya ulusunun yaşadığı toprak parçasından birazcık büyük, gökyüzü ise donuk ve değişmez bir tavan veya onu her taraftan kuşatan bir kubbe, ufuklar ise dokunulacakmış gibi hemen yerle birleşendir. Kafdağı varlık dünyasının merkezidir, isimlerini bildiği jabolka veya jabolsa türü yerler ise onun varlığının en uç noktalandır. Örneğin eğer dünyayı Arap Yarımadası olarak telakki ederse Ona göre Abadan’dan Öte mamur bir yer yoktur. Böyle olunca da kapalı toplumda yaşayan birisi için dünya; kişisel bir ev gibi statik sade ve çok küçüktür. Kendi vatanına çok yakın olan merkezlerden başkası yokluk, vehim ve hurafelerden ibaret bir karanlıktır. Toplum; kurallar, ilişki biçimleri, kişisel hukuk gibi şeylerden oluşurken din ise; değişmez inanç ve amellerden oluşan, “Niçin, nasıl’ı kabul etmeyen, determineci [cebri], kesin, aklın inceleme işlevinden tamamen uzak, tüm zihin ve ruhların kalıbında biçimlenmiş tek “düzey” ve “renk”te görünendir.[3] Diğer bir deyimle din; içgüdülerin bir tür tecellisi veya kör-kör gerçekleşmesi veya Durkhaim’in [ki bu söz doğru tesbit ettiği noktalardandır] deyimiyle; “Toplumun külli ruhunun dışa yansıması ve bu ruhun takdisi..” dir.[4] Sosyolojik bir etüdle, özellikle de tarihi olaylar ve hikayelerin yardımıyla; Toplum ve dinlerin başlangıçtan günümüze değin kapalı olmasını belirleyen temel etken; insanın [birey-toplum olarak] toprakla olan ilişkisidir. Bu etken din, toplum ve dünya görüşünün kapalı olmasını sağladığı gibi, donukluk ve statikliğin nedenlerini de belirleyen etkendir de. Bu sosyolojik temel veriyi, sosyal sınıflar da doğrulamaktadır. Çiftçiler sınıfı, gördüğümüz gibi tüm sınıfların en donuk ve statiği, Bergson’un deyimiyle sosyal sınıfların en kapalısıdır. İnsan-toprak ilişkisinin psikolojik ve sosyolojik etkilerini titizce inceleyen ve sınıf psikolojisinde ileri düzeyde görüşleri olan araştırmacı Holbwacks ise bu kapalılığın etkeni olarak, bu sınıfın, toprak ile olan sabit ve sağlam ilişkisinin etkisiyle böyle bir ilişki biçiminin varlığını kabul eder.[5] Köylünün gözünde toprak; kendisinin ezeli ve doğal yeri olarak görüldüğü sürece... Köylü toprağa olan bağlılığım, dini bağlantılarıyla karıştırdığı ve toprağı fizikötesi bir olguya da ilah olarak kutsadığı sürece... Kendi çiftçiliğinin ve yaşamının yeri olan toprağı kendi sosyal ve ahlaki kurallarıyla, inançlarıyla, ailesiyle, insani ve manevi kişiliğiyle karıştırdığı sürece... Bu sosyal sınıf kapalı olarak kalacaktır. Tüm sosyal zamanlarda bu toplum kesiti için farklı kelimeler kullanılmışsa da bu kelime hep topraktan yada toprakla ilintisi olan kelimelerden türetilmiştir.[6] Buna ek olarak şunu da söylemek mümkündür. Kendi dar kalıpları çerçevesine sıkışan bir toplum doğal olarak kapalı olur ve yükselme, gelişme ve değişimden yoksun kalır. Buna bağlı olarak bir toplumun mazrufu olan; akıl, duygu, düşünce, bilim, teknik, kültür, din ve dünya görüşü ya donuk ve durağan kalır, ya çürür yada yok olur. Yada açık bir din/toplumun onunla ilişkiye geçmesi üzerine o din/topluma “yem” olur ve bu durum ona cezbe vereceğinden hazmedilir, yutulur gider.[7] Batı, Ortaçağın kapalı kaleleri ardında dünyanın merkezi olarak Avrupa’yı ve dünya dini olarak da Katolikliği biliyordu. İnsanlığı ise salt, “beyaz derili, sarı saçlı ve mavi gözlü” olanlardan müteşekkil bildiğinden diğer insanları sürü gibi güdülmesi gereken kafirler olarak bilirdi. Cenova’nın doğusu karanlıklar içinde, tuhaf ve barbar insanların yaşadığı topraklardı. Lizbon’dan ötesi yani dünyanın batısı okyanuslarla kaplı, yani yok... Kendi kapalı kalelerinde bin yıl yaşamaları bundandı. Haçlı Seferleri[8] ansızın kalelerin kapışını doğuya açtırdı. Kale doğuya açıldı. Kendinden başka hiçbir dini görmemiş olan Hıristiyanlığın gözleri İslam’la açıldı. Batının kapalı kalelerinden milyonlarca insan dışarı taştı. Alp dağlarının ötesinde başka insanlar, başka toplumlar ve başka bir dünyanın var olduğunu gördüler. Gözlerinin önüne yepyeni ufuklar açılırken dünyada belleklerinde iki kat daha büyüdü. “Biz’den başka “diğerlerini” ve “buradan” başka “diğer yerleri” de görüp tanıdılar. Ardı karanlık şatolar aydınlandı. Bakış açılan ve ufukları genişledi. Sağlam, tutucu bağlar dağıldı. Sayısız kalıplar parçalandı ve bir cümbüş başladı. Eğer sosyolojik terminolojiyle ifade etmek istersek[9] M. 395[10] yılından itibaren bin yıldan fazladır durgunluk ve kapalılık evresinde yaşayan ya da takılı kalan “sosyal zaman” ibresi harekete geçti ve an be an ilerleme katetmeye başladı. Haçlı seferlerinden önce varolan gerici bağlar ile gevşek temelleri dağıtan bu yeni kabullenişler, dünyayı, Batılılara çok geniş ve değişik boyutlarla tanıtarak onlarda Dünya’ya yöneliş tutkusunu uyandırdı. İnsanlar, aşırı bir merakla yeryüzünün yeni bölgelerini, ellerinin ulaşmadığı ufukları araştırmaya ve tanımaya yöneldi. Doğudan Batıya kadar dünyayı dolaşmak için yeni yollar keşfedildi. İşte bu nedenle, 15 ve 16. yüzyıllarda, coğrafi keşifler, yeni ticari yollar, Dünyanın etrafını dolaşma gibi çalışmalar doruk noktasına ulaştı. Doğudan Asya ve Afrika’dan sembol ve efsaneler taşımak, Batıda Amerika gibi bir toprak parçasını keşfetmek türünden eylemler Avrupa için şunu zorunlu kılıyordu: Dünya görüşleri büyük ve değişmeye elverişli bir yapıya dönüşerek, bu Dünya görüşü temeli üzerinde büyük Batı uygarlığı bina etmek... Bu nedenle, tarihçiler ve sosyologlar; Haçlı seferlerini [Batılı yığınların Doğuya hicreti] ve coğrafi keşifler ile Dünyanın etrafının dönülmesini [Amerika, Afrika ve Asya’ya hicret] Avrupa’nın uyanışının ilk nedeni olarak kabul ederler ki bu hicretler çağdaş Avrupa uygarlığının doğuşunun temel etkenidirler.[11] Benim kanıma göre, açık ve kapalı toplumlar ile uygarlıkları; insanlık tarihi boyunca etüd etmek, bu bilimsel gerçeğe, sosyolojik bir kanıt getirme niteliği taşıyacaktır. Çünkü hicret toplum bağlarının topraktan kopması insana, hareketli, değişken ve yaygın bir dünya görüşü kazandırır. Toplumsal, düşünsel, duygusal ve dinsel buzlaşmış kalıptan paramparça eder. Statik toplum, ivme ve dinamizm kazanır. Hicret bizzat büyük bir İnsani dinamizm ve değişim etkenidir. Önce bakış açılarına, sonra topluma aktivite kazandırır. Toplumu kendi donuk çerçevesinden çıkararak, ileri noktalara ve kemal boyutlarına ulaştırır. Öyleyse her uygarlık çehresinin altında bir hicret etkeni yatmaktadır. Dinlediğimiz her büyük toplumun efsanesi veya tarihe malolmuş hikayesi bir hicreti anlatmaktadır. İşte bu nedenle Kuran’da, İslam tarihinde, Peygamberin [s] Hicreti için söylenenler, -çokça anlatıldığı gibi- salt soyut bir olay değil, büyük bir sosyal temeldir. Eğer İslam’ın bu yapısına dikkatle bakarsak Hicretin bu misyonunu kolayca fark edebileceğiz. Müslümanların Habeşistan’a her iki hicreti de Peygamberin [s] emriyle gerçekleşmişti. Yerleşik Arap halkı ilk defa vadilerle kuşatılmış Mekke’den, bir denizi aşarak, bir başka yere, dış bir ülkeye hicret ediyordu. Yeni bir ulus, yeni bir din, yeni bir sosyal yaşantı ve yeni bir toprak parçasıyla tanışıyorlardı. Bundan sonra büyük hicret Medine’ye yapıldı. Medine’nin kapalı kapıları dışa açılırken, Mekke’li muhacirler de yeni bir çevre ve yeni toplumsal şartlarla tanışıyorlardı. Medine’de Peygamberin [s] izlediği politika... Çevre kabilelerle sürekli ilişki... Nüfuz çemberinin genişletilmesi... İmkanların elverdiği en uzak noktalara kadar uzanabilme... Her taraftan insanların Medine’ye akın akın gelmesi... Tebliğci ve elçilerin yarımadanın her tarafına, hatta en uzak noktalarına kadar uzanması... İran. Doğu Roma, Mısır ve Yemen ile ilişki... İşte uzak yakın o günün dünyasının her noktasına uzanmak, ulaşmak isteği. Peygamberin [s] Arap toplumunu salt açık bir topluma dönüştürmek isteğinin bir delili değildir. Aynı zamanda Peygamberin [s] sözlerinde ve Kur an ayetlerinde Hicretin, özellikle de hicret türlerinin en üstünü olan itikadi ve düşünsel hicretin büyük ve kutsal bir temel olarak, hatta insani bir yükümlülük olarak telakki edilmesinin en açık göstergesidir de. “Kuşkusuz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah Bağışlayandır, esirgeyendir.” [Bakara, 218.] Burada “muhacir’in salt “mücahid” safında yer alması değildir söz konusu olan, belki ileride daha geniş kapsamıyla değineceğim gibi, muhacir, derece bakımından mücahidden de üstündür. Muhacir, sürekli hicreti, kendi eylem ve görevinin en büyük ve ilk amacı bilmiş, bunu insani kutsal bir görev olarak algılamıştır. Kur’an üslubunda, kelimelerin önceliği ve sonralığı türünden yapılan sıralamalar çok anlamlı ve dikkat çekicidir. Kesinlikle bu, boşu boşuna veya rastlantıya dayalı değildir. “İşte hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp çıkarılanların, yolunda eziyet çekenlerin, çarpışıp öldürülenlerin mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım- [Bu] Allah katından bir sevaptır. Sevabın en güzeli katında olan Allah’tır.” [Al-i İmran, 195] Bu kısa ayette bile açıkça hicret etmenin mazlumlar için daha iyi ve daha mutlu bir yaşam etkeni olduğu, aynı zamanda bu dünyadaki imkanlardan çok daha fazlasını kazandırdığı ortaya konulmaktadır. Ve bu aynı zamanda tarihin herkesten daha iyi bildiği bir gerçektir. “Zulme uğratıldıktan sonra. Allah yolunda hicret edenleri, dünyada şüphesiz güzel bir biçimde yerleştireceğiz. Ahiret karşılığı ise daha büyüktür, bilmiş olsalardı.” [Nahl, 41] Şu ayete dikkatle bakınız, bu bir mesajdır! Bütün insanları... Lütuf bağları, toplumsal gelenekler, politik yakın görüşlülük, zaaflar ve zilleti kabullenişle, insanların kendilerini zulüm ve fesadın kalın örtüşü altında uyutarak, utanılacak durumda yaşadıkları her anlarına uzanan aydınlatıcı bir mesaj! “Kendi nefislerine zulmetmiş olanların hayatlarına melekler son verirken derler ki: “Ne halde idiniz?” Onlar: Biz yeryüzünde mustaz’af [çaresiz ve zavallı] insanlardık.” derler [Melekler de]: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” derler, işte onların barınacakları yer cehennemdir. Ve akibetleri ne kötüdür. Ancak, zayıf, çaresiz ve düşünmeye yol bulamayan erkek, kadın ve çocuklar başka. Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedici ve bağışlayandır. Allah yolunda hicret eden çokça barınak, genişlik ve çare yollan bulur. Allah’a ve Resulü’ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra ölen kişinin ecri Allah’a aittir. Allah sevgi ve şefkat sahibidir ve bağışlayıcıdır.” [Nisa, 97-100] Kim bu noktada, Hak ve özgürlük; sürekli olarak, basık tavanların altında, kapalı kapıların ardında, yıkılmayı kabul etmez kalelerin içinde hafakanlara uğramış ve ölmüştür diyebilir? Asla! Gönlünde imani bir ateş ve sırtında mesajın ağır yükünü duyumsayan insana, Allah’ın buyruğu şudur: Allah’ı kasdetmişsin! Evini terk et! Kaç! Ben burada doğmuşum diyen adam olamazsın. Evin, ailen, kentin ve kavmin oradadır. [Hicret edeceğin yerdedir. Ç. Notu] Özgürlüğün oradadır, imanın oradadır. Zulüm altında yaşadığın, gerçekte köle olduğun yeri terk et! Yeryüzü geniştir ve insanlar çoktur. Kendi baş, servet, can ve mallarını korumak için teslim olup hicret etmeyenler, kendilerine zulmetmişlerdir. Kaybetmemek ve kazanmak istedikleri şeyler karşılığında iman ve özgürlüklerini satmışlardır. Bunlar kaybetmek istemedikleri şeylerden de mahrum olacaklardır, Halbuki Allah yolunda her şeylerini terk edenler, terk ettiklerini çok daha fazlasıyla hicret ettikleri yerde elde etmişlerdir. Tarih bu sözü ne de güzel açıklayıp kanıtlamaktadır. Kur’an’ın dile getiriş üslubunda -hicret etmeye ilişkin, ilinden, ülkesinden çıkma ve çıkarılma türünden çok değişik tabirler kullanılmaktadır- açıkça İslamın, vatan, toplum, kavim ve doğum yerini terk etmek konumundaki tavrını şöyle özetlemek mümkün: 1- Özgürlük, şeref ve imanını korumak için yapılan hicret. Ashab-ı Kehf ve Habeşistan “a yapılan hicret bu türün en anlamlılarıdır. 2- Daha olumlu koşullarda yepyeni imkanlarla donanarak kendi zalim olan eski sosyal ve politik çevresine karşı dıştan mücadele edebilmek için hicret. Bir başka deyimle terk ettiği toplumuna muzaffer olarak dönebilmek için hicret. Mekke’den Medine’ye hicret ile Musa’nın kıssası bu türdendir. 3- Kendi düşünce inancını yeryüzüne ve diğer toplumlara yaymak, onlara da her Müslümanın sorumluluğunu üstlendiği insani ve evrensel mesajı ulaştırmak için yapılan hicret. Çünkü Müslüman, beşerin mutluluğu, özgürlük ve uyanıklığından sorumlu olan insandır. Öğreticilerin kent ve ülke dışına gitmeleri bu türden bir hicrettir. 4- Dünya bilimlerini öğrenmek ve etüd etmek için yapılan hicret. Doğa [Özellikle ekonomik, beşeri ve doğal coğrafya, biyoloji, zooloji, hidroloji ve klimatoloji] bilimlerini öğrenmek, insanı ilgilendiren [ırk, toplum, ulus ve kavimleri inceleyen bilimler, değişik sosyal yaşam biçimleri, politikalar, ekonomiler, gelenek-görenekler, inançlar, dinler... yani, bütün anlamıyla insanbilim, sosyoloji, antropoloji] konuları araştırmak, öğrenmek... Kur’an’ın titiz ve kapsamlı deyimiyle afak ve enfüsü [doğa ve yaşamı] tanımak, öğrenmek... Bunu düz Aristocu mantıkla değil, yeni bilimsel metotlarla, gözlem, deneyle ve tahlillerle etüd etmek... Yani oturup, dehaların, düz mantıklıların, güya akli delillerin yardımıyla, doğanın fenomenlerini ve yaşamın problemlerini tanımaya ve onları kısıtlayıcı ve bağlayıcı tanımlar getirmeye koyulmayalım. Belki gidelim, gezdim, görelim, araştıralım, düşünelim, ondan sonra bilimsel bir tanımlama getirelim. Çağımızda bir toplumun doğuş, yükseliş ve çöküş nedenlerini analiz etmekten aciz olan, tarih ve tarih felsefesi konularım da üstlendiğim ileri süren düşünür ve tarih bilimciler, tarih felsefesini bir sanat olarak telakki etmektedirler. Bir başka deyimle, tarih felsefesini diğer felsefe ve edebiyat türlerinden biri gibi kabul ederler. Bu nedenle de tarih felsefesini sürekli olarak zihinsel ve akla dayalı bir üslupla araştırmaktadırlar.[12] Oysa bu konu Kur’an’da formel ve duygulara dayalı bilim türlerinden biri olarak telakki edilir. Bu konuyu araştırıp incelemek için formel ve [observation] objektif gözlemler nakleder. Diğer bir deyimle Bacon, Descartes, Newton, Gallile gibilerinin, doğa bilimleri [dakik bilimler, selence exacte] için uyguladıkları metodu uygular. Doğal bilimler için uygulanan bu metod, yeni çağa, teknik ve bilim alanında açılmıştır ve ilerlemeler kazandırmıştır. Bu metod Aristocu kıyas metodu yerine seçilmiş bir metodtur. Kuran, insani bilimleri hatta tarihi -ki bugün doğa bilimlerin ulaştığı kesinlik noktasından çok uzakta addedilir- araştırarak gündeme getirir. Bilimsel hicreti dini bir hüküm olarak emreder.[13] “Hiç yeryüzünde dolaşmıyorlar ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmüş olsunlar?” [Yusuf, 109] “Öyleyse yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların uğradıkları akıbetin nasıl olduğunu bir görün.” [Al-i İmran, 137] Hicret konusundaki çok duyarlı bir nokta da, [ben hicretin aslı, hatta hicretin hükmü diye adlandırmayı tercih ediyorum] Kur’an’ın, insanların zihnine hicretin anlamını en geniş ve en engin biçimiyle ulaştırmasıdır. Kur’an’da hicret kelimesi, genel ve mutlak anlamıyla kullanılmaktadır. Sosyal dilbilim literatüründe ise, hicret kavramı, [bir noktadan diğer bir noktaya hicret] anlam derecesi itibariyle;[14] yeryüzünden çok yükseklere, ruhun yüce mertebeleri ne, manevi ve ahlaki çatının zirvesine, düşünsel devrimlerin doruğuna oturmuştur.[15] İşte bu nedenle biz, “hicret” adındaki çok derin anlamlar ve büyük özler taşıyan bir kelimeyle karşı karşıyayız. Kavramanın ulaşabildiği ve ulaşabildiği ve ulaşabileceği her noktada, hicretin enginliğini ve derinliğini bir başka boyutuyla kavramak mümkündür Kur’anî bir müslüman [mevcut müslüman türlerinden farklı bir müslümandır.] İmandan hemen sonra, cihaddan da önce, kendini, büyük bir asılla ve kesin bir emirle karşı karşıya buluverir: içerde hicret, dışarda hicret... Yeryüzünde hicret... Ruhun derinliklerinde hicret... Artık kalınacak yer olmaktan çıkan yerden dışarı çıkmak... Artık layık olmayan ve değersiz olan halden uzaklaşmak... Hicret, salt doğum yeri olan topraktan ayrılmak değildir; aynı zamanda insanın kendi ödünden uzaklaşmasıdır da... İşte bu nedenle İslam, hem toplumu bir daha statikleşmemek üzere harekete geçirir, hem de bireyi... İnsanı dıştan bir devinime içten bir devrime çağırır. Ancak böyle olunca insanı, durgunluk, çöküntü ve donukluktan kurtarıp, hareket, yücelme ve sürekli bir devrime koşturabilir ve bunu da hicretin bilimsel mucizesiyle gerçek leştirir. Afaka hicret... Enfüs’e hicret...[16] Psikolojik ve sosyolojik bilimsel araştırma eserlerinin, hicretin bu iki biçimine ait tespitlerim ele aldığımız zaman, soruna çok dar bir bellekle bakıldığım görürüz, İslam’ın, hicretin her iki biçimine de verdiği doygun anlamı ve değeri, bu bilim dallarında vasat olarak da bulmak mümkün değil. Ne var ki bu iki hicret biçiminin anlaşılması için de bağımsız bir araştırma gerektiği gerçeğim de göz ardı etmemek gerekir. Ancak burada, bu meselenin çok Önemli olduğunu hatırdan çıkarmamak lazımdır, İslam pozitif bilimlere özgü bir teknikle, hicretin büyük ruh ve uygarlıkların gelişimindeki etkisini sürekli olarak insan nazarına sunmaktadır. İşte Peygamber’in [s.] ilk inanan dostlarının “muhacir”ler olarak adlandırılmaları, böyle bir bakış açısının örneğidir. Peygamber [s.], kendisiyle beraber hareket eden, adım atan bu insanlara, bütün sıfatlar arasından “muhacir” sıfatım uygun görerek seçti. Eğer hicret, İslam düşüncesinde böyle büyük bir özelliğe sahip olmasaydı, kuşkusuz, en zor günlerde tüm işkencelere katlanarak, tüm tehlikeleri göğüsleyerek; ihlas, içtenlik, fedakarlık, mutlak hakka tapıcılıkla; can, mal. aile, sosyal haysiyet, emniyet, mutluluk, zevk ve sahip olduğu her-şeyden yüz çevirerek, İslam hareketinin temelini oluşturan bu Allah Resulünün dostlarının, Öncelikle [tekaddüm] niteliklerini belirtmek için bir başka sıfat da bulunabilirdi. Bu bakış açımızı tamamıyla teyid eden bir konu da, Müslümanların, Mekke’den Medine’ye hicret yılın-ı İslam tarihinin başlangıcı kabul etmeleri gerçeğidir.[17] Ve bu, aynı zamanda tarih geleneğinin de kabullendiği bir noktadır. Tarih geleneğine göre, tarihin başlangıcı olarak; bir din veya hareket önderinin doğum günü veya düşmanlarına karşı kazandığı kesin zafer günü başlangıç olarak alınır. Amma İslam ne Peygamberin [s.] doğumunu, ne de büyük fetihlerini -özellikle Mekke’nin fethi kural olarak politik İslam tarihinin başlangıcı olması gerekirdi- başlangıç olarak almamıştır. Tuhaftır ama, bi’set yılı bile alınmamış belki hicret!.. Mekke, Peygamberin [s.] KureyşIilerle savaş alanı olan atalarının ve kavminin hatıralarıyla dopdolu bir şehirdir, peygamber için... On üç yıl boyunca dar kalıplar ve kentin zor şartları ortamında süren bir mücadele dışa pek açılamamıştır. Resulün [s.] önünde iki alternatif vardır: Ya kalacak ve ölecek, ya da iman ve özgürlüğü kurtarmak, büyük ilahi evrensel mesajı gerçekleştirmek için hicret edecekti. Geoger V. Gheorghiu’nun deyimiyle.[18] “Kabile ve aile sahrada yaşayan için bir dayanaktır ve hiç bir birey ona sığınmadan yaşayamazdı. Muhammed, hicret etmekle ailesinin et ve kanından beslenen şeceresini yaratıcısı için kesti.” Muhammed [s.] Mekke’yi terketmeliydi, ama nereye? Bura olmayan her yere... Özgürce yaşanacak, cihada üs olacak bir yere... Peygamberin, Yesrib’i böyle bir iş için önceden hazırlamaya başladığım görüyoruz. Hicret emri verildi, fakat Kureyş de uyanıktı ve tehlikeyi çok iyi duyuyordu. Peygamber, şehri gizlice ve perakende olarak terk etmeleri için ashabına izin verdi. Kureyş de Muhammed’in dostlannın gidişinden işkilleniyordu. Bazısını geri çevirip hapsettiler, bazılannın eş veya çocuklannın gidişine engel oldular. Fakat Müslümanlar kararlıydılar, hem muhaciri hicretten hangi etken alıkoyabilir ki? Sahabeler yavaş yavaş terkettiler, cehalet, şirk ve zulüm üssünü... Ev, aile, servet ve tutkularının kentini... Tüm bunların yerine “özgürlüğü seçtiler” ve özgürleştirmeyi... Her ne kadar Peygamber ömrünü, askeri akım ve olaylardan uzak, politik hassasiyet arz eden bir zaman dilimi ve kentte geçirdiyse de... Her ne kadar onun yöresi sade ve bedevi bir yöreyse de; Peygamber olağanüstü doygun bir politika ve rehberlik gücüne sahipti. Peygamberin en açık özelliklerinden biri de, çok grift, kapalı ve sır özelliği taşıyan politik yöntem ve motifleri açıkça ortaya koyabilmesi idi. Bu Özelliğim en açık biçimiyle Medine’de meydana gelen olaylarda gözlemek mümkündür. Mekke Peygamberin kararından habersizdi. Hatta en yakın dostları bile bu konuda bilgi sahibi değildiler. Çünkü çoğunlukla Habeşistan’a yapılan hicretler gibi Peygamberin, Mekke’de her gün işkencelere maruz kalan, ölümle burun buruna gelen dostlarını Yesrib’e göndereceğim, Peygamberin de Abdülmenaf oğulları ailesinden olduğu için öldürülmesine kalkışılmayacağından kalacak ve mücadelesine devam edecek diye düşünüyorlardı. Müslümanların çoğunluğu gitmişti. Ebu Bekr’de gitmek istiyordu. Peygamberden izin istedi, Peygamber bu tür durumlarda kullandığı kesin ve müphem üslubuyla Ebu Bekr’e: “Hayır, acele etme, belki Allah sana da bir yoldaş gönderir.” dedi. Ebu Bekr sözün daha fazla açıklanmayacağım anladı. Artık Mekke’de, Muhammed, Ebu Bekr ve Ali’den başka Müslüman kalmamıştı. Onun dostlarının bir grubu Habeş’te, bir grubu Medine’deydi. Bir kısmı firarda, bir kısım da Mekke’deki güçlü müşrik ailelerin elinde köle... İslam’a gönüllerinde inanma eğilimi olan bazı gençler ise babalarının ve ulularının tehditle-rine boyun eğmişlerdi. Gerçekten Müslümanlar Mekke’yi boşaltmışlardı. Bu konu olağan değildi. Kureyş düşünüyordu. Yesrib’den gelen haberlerde KureyşIileri tamamen korkuya düşürdü. Bütün muhacirler Yesrib’de toplanmış ve halk onları kendi sevgilileri gibi bağrına basmıştı. Savaşta sabırlarıyla, vefa ve kahramanlıklarıyla Araplar arasında ünlü olan Evs ve Hazreç kabileleri, muhacirleri kararlıca bağrına basmış ve büyük bir haberi beklemekteydiler; şehir tümüyle Muhammed’in [s.] dostlarının elindedir! Hayır. Yesrib Habeşistan değildir. Kuşkusuz böyle bir konumda Muhammed, parmakla sayılabilecek birkaç kişiyle Mekke’de kalacak değildir. Eziyet ve işkencelere katlanıp sabretmek dönemi sona ermiştir. Ve, “Zulmedilerek kendilerine savaş açılan kimseler, karşılık vermeye izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye kadirdir.” [Hac, 39] ayetiyle birlikte Peygamber’in: “Onlara zulmedildiği için savaşmayı helal kıldım.” sözü bir kıyamın başlangıcı ve pozitif bir mücadelenin ilanıydı. Muhammed de [s.] Yesrib’e gidecek, şehrin Önderliğini ele geçirecek ve Mekke’yi dıştan tehdid edecektir. Öyleyse bir çare düşünülmeliydi; Utbe, Şeybe, Ebu Süfyan, Mut’im oğlu Cübeyr, Ebü’l Bahteri, Hizam oğlu Hekim, Halef oğlu Ümeyye, Münebbih... Ve Kureyş’in diğer ileri gelenleri Dar’ün-Nedve’de toplanarak “Muhammed” meselesini danışıp konuşmaya başladılar. Ebu’l Bahteri: “Onu zincirle bağlayarak zindana atalım.” diye Önerdi. Bu görüş kabul edilmedi. Çünkü bu çok tehlikeliydi ve dostları onu avuçlarından alıp kaçırabilirlerdi. Lühey oğlu Amr ailesinden Ebu’l Esved; “O’nu şehirden uzaklaştıralım, kendi emniyet ve zevkimizle baş-başa kalalım ve onun fitnesinden kurtulalım. Nereye istiyorsa gitsin.” diye önerdi. Bu görüş hepsi karşı çıkarak dediler ki: “Demek sen O’nun tatlı dilli ve güler yüzlü olduğunu bilmiyorsun. Eğer böyle yapacak olursak, Arap kabileleri arasına girecek, onları bize karşı kışkırtacak ve işin dizginlerini elimizden alacaktır.” Daha sonra Ebu Cehil, kesin ve akıllıca bir görüş ileri sürdü: “Ben inanıyorum ki, her kabilenin aramızda cesaret ve atiklikleriyle ünlü birer gencini seçelim, her birine birer kılıç verelim, hepsi bir tek vücut gibi ona vurup öldürsünler ki, biz de ondan kurtulalım. Böyle yapıldığında, her kabile onun kamuda pay sahibi olur. Abdülmenafoğulları tüm kabilelerle savaşacak güçte olmadıklanndan zorunlu olarak onun kan bedelini kabulleneceklerdir.” Seçilen grub evi kuşattı. Her taraftan Peygamberin evini gözetlemeye başladılar. Suheylî bazı tarihçilerin sözlerine dayanarak şöyle nakleder: “Evin duvarı alçaktı, duvardan atlayarak eve girip Peygamberi [s] öldürmeyi tasarladılar, içerden bir kadın sesi geldi. Bunlar kendilerini seçkin ve onurlu kimseler olarak biliyorlardı. Böyle ayıp kaçacak bir iş yapamazlardı. Bu ayıp bize bir leke olarak kalacak ve diyecekler ki: “Biz duvardan amcamız kızlarının üzerlerine atladık ve namusumuzu telef ettik.” diye söylendiler.” Bu nedenle Peygamber çıksın diye kapıyı gözetlemeye başladılar, gece boyu odasını dikizlediler. Nihayet uyku zamanı geldiğinde yatağına girip uyuduğunu gördüler. Onlara göre işin sonu gelmişti. Peygamber’in yaşamı, geçireceği bir kaç dinlenme saatiyle sınırlanmıştı. Hiç bir olay artık gündeme gelemezdi. Şu bir kaç saati de Peygambere düşmanları bağışlamıştı. Çünkü düşman: Abdullah’ın oğlunun, küçük evinde, şu anda uyuduğuna kesinkes inanıyordu. Tüm kentte 22-23 yaşlarındaki Ali İle yaşlı Ebu Bekr’den başka dostu da kalmamıştı. Her biri, kentteki büyük ailelerin ünlü gençlerinden oluşan bu topluluğun kılıçlarının kuşatmasından, gözleri kapıyı ısrarla gözleyen bu insanlardan canını nasıl kurtarabilirdi? “Yoksa onlar: Bir şairdir, biz ona zamanın felaketlerini gözlüyoruz” mu diyorlar. De ki; “siz gözetleyip durun, çünkü ben de sizinle birlikte gözetleyenlerdenim.” [Tur, 30-31] Gençler, Peygamberin yatağına girip dinlenmeye koyulduğunu gözleriyle görmüşlerdi. Muhammed’in [s.] serüveninin sabahleyin sona ereceğine kesinkes emindiler. Mekke, “güvence’ye” Kureyş “efendiliğine” ve putlar da “izzetlerine” yeniden kavuşacaklardı. Çünkü on üç yıl boyunca sarsıntıya, depreme uğramıştı tüm bunlar- Bu güven duygusu gençleri sevindiriyor ve bunlar alaylı alaylı Muhammed’in [s.] sözlerini tekrarlayarak gülüşüyorlardı. Ve Muhammed’den sona eren bir hikaye gibi söz ediyorlardı. Ebu Cehil kendisi gibi olan insanların ukala tavrıyla gülümseyerek konuşuyordu: “Muhammed, eğer onu izlerseniz, Arap ve Acemin sultanları olacağımızı, öldükten sonra dirileceğinizi, Ürdün bağ-bahçeleri gibi bağ-bahçeleri size vereceğini, eğer ona uymazsanız, ölümden sonra dirildiğinizde içinde yanacağınız bir ateşi alevlendireceğini hayal ediyor.” [19] O sırada bir adam, geçerken, evi gözetleyen gruba neyi beklediklerini sordu- “Muhammed’i gözlüyoruz” dediler. Adam,”... Allah sizi muradınıza erdirmedi, Muhammed elinizden kurtuldu.” dedi. Grup dikkafalılıkla: “Hayır, şu uyuyan Mııhammed’den başkası değildir.” diye söylendi. O’nun yatağında, O’nun yeşil örtüsünün altında kim uyuyabilirdi ki?! Sabah oldu, bir de baktılar ki Ali, Muhammed’in yatağından kalktı. Hayret ki ne Hayret!.. Kaynak: Ali Şeriati & Cafer Şehidi Doğumdan Hicrete Hicretten Vefata SİRET, s.65-82 Yedi Gece Kitapları, İstanbul, Ekim 1991 [1] Medine kelimesini “Cite” kelimesine karşılık olarak kullanıyorum. Medine kelimesi, kavram ve lafız olarak “Cite” kelimesini fazlasıyla karşılamakladır. Bu kelime, “Cite” kelimesinden daha zengin ve kapsamlıdır da. [2] “Kapalı toplum veya din -Fermee-” ile “Açık din veya toplum-Quverte” tabirleri büyük Fransız fîlozof Henry Berggon’un ünlü kavramlarıdır. Kapalı din veya toplum; kendine özgü gelenek, inanç, usul ve yöntemlerin tekelindedir. Aynı zamanda kapalı toplum, donuktur, asır ve çağların göçmesine rağmen statiktir, değişmez. Açık din veya toplum, bu tekeli kırmıştır. Diğer din ve toplumlara kapısı açıktır. Bu da onun, doygun ve zengin bir değişime her an ve sürekli hazır olmasını sağlamaktadır. Yahudi din ve toplumu kapalı din ve toplum örneğini oluştururken l. 2. ve 3. asırların tamamı ise hem toplum hem de din olarak bir açık din-toplum örneğini oluşturmakladır. Öte yandan Habeşistan Hristiyanlığı kapalı dine, Batı Avrupa Hıristiyanlığı açık dine örnektir. [3] Değişmez kural ve inançlar Tranacendantal. Bedevîliğin bu ürkütücü düşüncesinden Faşizm ve Rasizm doğmuştur. Emerson gibi düşünürleri bile bir bilimsel ekol olarak Transcendantalizm adıyla bir ekol oluşturmuşlardır. [4] Durkhaim-Les formes elementaires de la vie reliqicuse [5] Holbwacks’La psychologie des classe cociales [6] Fransızcada çiftçi “paysan”dır. Bu kelime toprak anlamına gelen “pays” kelimesinden türetilmiştir. Çiftçiler arasında şehre gidip çalışarak atalarından kalan toprağı kurtarmağa çabalayan kişi kutsal bir boyut kazanır. [7] Kanımca, Yunan’ın çöküş ve Roma içinde eriyişinin nedeni: “Site” hisarları ardında kapalı kalmasıdır. Kendilerini dış dünyadan soyutladılar. Yunanlı olmayan her yabancıyı “barbar” olarak adlandırdılar. Buna karşın Romanın yaşam ve gücü, geniş bir dünya görüşünden kaynaklanıyordu. Eline geçirdiği Yunan felsefe ve inancının eksikliğini hisseder etmez dünyadaki egemenliğini pekiştirmek ve yaymak için büyük bir din aramaya koyuldu. Bu din Roma yayılmacılığına elverişli olmalıydı. Bu nedenle Hıristiyanlığı seçti, işte Yunan kapalı, Roma ise açık bir toplumdur, deyişim bundandır. [8] M. 196-1291 yılları arasındaki haçlı savaşları Hanz P. tarafından beş cilt olarak kaleme alınmıştır. Bu yazar, Avrupa’nın uyanışına Rönesans’a ve Avrupa uygarlığına tek neden olarak haçlı savaşları görmektedir. [9] G. Gourvitch-Les Temps Sociaux ın dialectique et Sociologie. Bu yazarın ve bilim adamının 1941 yılında Sorbon’da “Sosyolojiyi Tanıma Çerçevesi” adıyla verdiği konferanslar ile benim Tahran Edebiyat Fakültesi’nde verdiğim 4. dönem konferanslarıma bakılabilir. [10] Avrupalılar Ortaçağın başlangıcı olarak 395 yılını kabul ederler ve bu çağın bitimi olarak da Müslümanların Konstantiniye’yi (istanbul’u) fethi olan 1453 tarihini kabul ederler. [11] Avrupanın yarı vahşi insanlarının Doğu ve Batıya hicretleriyle Büyük Doğu ve Batı uygarlıkları oluşmuştur. Sami ırkının. Mezopotamya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya hicretleriyle; Sümer, Babil, Akad, Aram uygarlıkları kurulmuştur, İsrail oğullarının Mısırdan Filistin’e hicretIeri, Got’ların Frensklerin, Slavların İngilizlerin, Saksonyalıların Avrupa’ya hicretleri, Barbarların da Doğu’ya ve Batı’ya hicretleri, bu gerçeği kanıtlayan birer belgedir. Hicret!.. Bedevi kabilelerin uygar toplumlara dönüşmesinin en büyük etkeni...Yarı vahşi kavimlerin büyük göçleri; her zaman büyük toplumların, büyük ulusların, büyük din ve kültürlerin, mamur beldelerin, ilerici, yönetim biçimlerinin kuruluşunun en büyük etkeni olagelmiştir. Kur’an’ın deyimiyle: “Allah yolunda hicret eden yeryüzünde barınacak çok yer ve genişlik (bolluk) bulur.” (Nisa, 100) Ayetin maddi boyutu bu hicret etkeniyle oluşan uygarlıklarla tefsir edilmiş olmaktadır. [12] Çeşitli yerlerde verdiğim konferans notlarım ile İslam-Bilim kitabımın, 133-138. sayfalanna bakılabilir. [13] Tarih bilimini özellikle de tarihi olaylardaki sebep-sonuç ilişkilerini, tarihin toplumbilimde kullanılması, sosyal ve politik koşul ve sorunları analiz edebilmek, tarihi yorumlayabilmek için Kur’an’ı anlamaya yöneliş metodu. Kuran kıssalarım böyle bir bakış açısıyla titizce etüd etmekle eş anlamlıdır. Rum suresi bir sosyolog ve tarihçinin gözünde çok derin anlamlar ve fenomenlerle doludur. Toplumbilim ve tarih açısından apaçık bir örnektir. [Bu surede anlatılan, Roma’nın İran’ı mağlup edeceğine dair mucize; surenin diğer bölümlerinde anlatılan bilimsel konular ve engin anlamlar yüklü diğer ayetleri müfessirlerin gözünden kaçmıştır. Çünkü müfessirler Kur’an’ın gayb’den haber verişi üzerinde dururlarken, çok önemli ayetleri göz ardı etmişlerdir.] Modern sosyolog; etnotoji ve antropolojiden beslenmektedir. Halbuki modern sosyoloji bize; Tarih ve toplumbilimin hicret ve seyahata daha çok muhtaç olduğunu göstermektedir. [14] Degres de la signification ile. İslam-Bilim, sayfa 71’e bkz. [15] Kur’an’ın Peygambere hitabı: “Ricz’den [kötülük, çirkinlik, vesvese] hicret et.” [Müddessir, 5] [16] Çağdaş ünlü tarihçilerden olan Arnold Toynbee, ünlü ve çok değerli “Tarih Araştırmaları” adlî eserinde şöyle bir görüş belirtir ‘“İnsanlık tarihi boyunca, din toplum ve medeniyeti gerçekleştiren büyük şahsiyetler yaşamlarının bir döneminde kendi diyarlarını terk etmişIerdir. Kendi toplum ve topraklarından dışarıya çıkmışlardır. Terk edişleri döneminde mesajlarını, tehlikeli mesajlarını gerçekleştirmek için hazırlanmışlar, daha sonra kavimlerinin arasına dönerek işe koyulmuşlardır. Gerçekte bu yaratıcı ve büyük dönüş sürekli olarak bir hicretin ardından çıkagelmiştir. Onların ruh ve dehalarının gelişmesinde ana etken olan bir hicretten... ibrahim, Musa, Zerdüşt, Buda ve İslam Peygamberi -ki onun, Hira’da her yıl gerçekleştirdiği yaklaşık 16 yıl süren sessizlik ve inziva dönemim de kendi toplumundan bir hicret olarak telakki etmek mümkündür-... Hep böyle bir hicreti yaşamışlardır. [17] Hicretin 17. veya I8. yılında Ömer, Ali’nin önermesi üzerine hicreti, fil yılı ve diğer revaçta olan tarihler yerine, İslam tarihine başlangıç olarak aldı. [Taberi Tarihi. Cilt, 3 sh.1250] [18] G. V. Gheorghiu- La vie de Muhammet. [19] İbn-i Hişam devamla; Peygamber bir avuç toprak alarak “Evet ben bunları söylüyorum ve sende onlardan birisin.” diyerek toprağı yüzlerine serpti. Bu ilerde bazı savaşlarda da göreceğimiz gibi Peygamber’in tekrarladığı bir adetiydi.