Menyu
İran Devriminden Sonra Dini Entelektüalizm / Mesud PEDRAM
HAKKINDA YAZILAN MAKALELER [TÜRKÇE]

İran Devriminden Sonra Dini Entelektüalizm / Mesud PEDRAM

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu makalenin odaklandığı tartışma, İran’da devrimden sonraki dönemde modernite ile yaşanan bilinçli karşılaşmada ortaya çıkan üç teorik cevaptır. Bu üç cevap, zihnin bir olguyla karşılaşması halinde onu ya reddettiği, ya kabul ettiği ya da onun bir bölümünü reddedip diğer bir kısmını kabul ettiği yolundaki çok açık bilginin öyküsünden başka bir şey değildir. Bunun gibi, modernite de sahneye çıktığında basitçe görmezden gelinemezdi; düşünürler farklı eğilimlerle bu konuda tepkilerini ortaya koydular: kimileri ona direnç gösterdi, bazıları tam anlamıyla teslim oldu, üçüncü kesim de bazı yönlerine direndi, diğer yönlerine ise teslim oldu. Bu kategorizasyon ilk bakışta basit gibi görünse de batıda modern teorisyenler ve doğuda İslam düşünürlerinin modernite karşısındaki çeşitli teorik tavırları incelendiğinde sözünü ettiğimiz tutumlardan birine girdikleri farkedilecektir.


İran’da bu üç farklı teorik tavır, sırasıyla, Rıza Daveri’nin eserlerinde ayrıntısıyla yazıya dönüşmüş haliyle Ahmed Ferdid’in şifahi düşüncelerinde, Ali Şeriati’nin eserlerinde ve Abdulkerim Suruş’un kitaplarında doruğuna ulaşmıştır. Daveri moderniteyi bir bütün olarak reddeder, Suruş sistematik olarak modernitenin temellerini kabul eder ve Şeriati moderniteye eleştirel bakar. Bu nedenle İslam ve modernitenin karşılaşması bu kitapta sözkonusu teorisyenlerin çalışmaları üzerinden analiz edilecektir.


Şeriati, Daveri ve Suruş gibi düşünürler için böyle bir konumu sözkonusu etmek, bir anlamda, modernlik ve gelenek şeklindeki yaygın iki kategorinin, buna bağlı olarak da geleneksel İslam ve yenilikçi veya modern İslam kategorilerinin ötesine geçmek demektir. Bu öteye geçme hali, batı ve İslam düşünürlerinin modernite ve onun gelenek ve dinle ilişkisi konusundaki eserlerinin dikkatle incelenmesinin peşinden gidecek keyfe keder bir çaba değildir.


20. yüzyılda İranlı dindar aydınların topluma yönelik bir teori kurmak için gösterdikleri gayretler çeşitli dönemlere ayırılabilir. Meşrutiyet hareketinden başlayarak 1960’a kadar, modern fikirlerin ve modern kurumların İranlı aydınların, dolayısıyla dindar aydınların da gözüne sevimli gözüktüğü dönemdir. Bu dönemde Nahşeb ve Bazergan gibi dindar aydınlar moderniteye az çok olumlu bakıyor ve makbul buluyorlardı. Bunun doğal sonucu olarak da İslam’ın modern düşünceler ve kurumlarla uzlaşabileceğini kanıtlamaya çalışıyorlardı. Buna karşın 60’lı yıllardan itibaren zaman içinde genel olarak aydınlar ve özelde de dindar aydınların bir bölümü tarafından modernite sorun yaratan olgu olarak sözkonusu edilmeye ve eleştirel incelemeye tabi tutulmaya başlandı. Nihayet bu süreç İslam devriminde toplumsal berraklığına kavuştu. Ardından, İslam devrimini takibeden yıllarda din sahasında, ilki modernitenin bir bütün olarak eleştirildiği, ikincisi ise tüm yönleriyle kabul edildiği iki aydın eğiliminin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu yıllarda ikinci eğilim birincisine üstün gelmiştir.


Dindar aydınlar ile modern argüman ve kurumlar arasındaki ilişkiler, 1905’te son bulan Meşrutiyet hareketine kadar götürülebilir. O zamanlar tüm İranlı aydınlar modernitenin asli temellerine, yani akıl, bilim, ilerleme ve sekülarizme tutkundular. Bu aydınlar arasında İslam’a ilgi duyanlar İslamî projeyi; halkın katılımı, temsiliyet, vatandaşlık hukukunda eşitlik, herkese adil muamele, demokrasi, meclis, anayasa gibi sosyal ve siyasal fikirlerle uzlaşacak biçimde yorumlamaya çalışıyorlardı. Dindar aydınlarla modernite arasındaki ilişkilerin bu ilk aşamasında modern İslam düşüncesinin taşıyıcıları, modern toplumsal ve siyasal varsayımların felsefi temellerine, bunun yanısıra aydınlanma ve modernitenin köklerine dönük esaslı sorularla ilgili derin bilgi sahibi değillerdi. Batıdaki bilimsel ve teknolojik ilerlemeye, siyasal sisteme hayran olan bu aydınlar, modernliği özü itibariyle önaçıcı ve yapıcı bir şey sayıyorlardı. Bu uğraşıların en önemlisi ve en sonuç getireni, 50’lerin sonu ve 60’ların başlarında, İran’da modern İslam düşüncesinin en tanınmış öncülerinden Mehdi Bazergan tarafından ortaya kondu. Bazergan bilim, demokrasi ve insan hakları alanındaki edinimlerle İslam inançları arasında uyum bulunduğunu göstermeye çalışıyordu. Aynı yıllarda, yukarıdan aşağıya doğru yeniden yapılandırılan siyasetin emperyalizmle içiçeliği gibi siyasi sorunlar ve konuların etkisi altında batıya karşı eleştirel eğilimler ortaya çıkmıştı. Bu eğilimin en bariz numunesi, İran’daki reform sürecine din dışılık bakımından hücum edilirken kullanılan “garbzede” kelimesinin, batıyı eleştirmede anahtar kavram olarak Ahmed Ferdid’den ödünç alınmak suretiyle aydın edebiyatına sokulduğu Celal Aliahmed’in “Garbzedeler” kitabında görülebilir. Bu dönemden sonra, yani 70’lerin başında, Bazergan gibi Fransa’da eğitim görmüş sosyolog teorisyen Ali Şeriati, ciddi tarzda modernite eleştirisi yapan ve modernitenin olumlu ya da olumsuz yanlarını birbirinden ayıran en belirgin ve en etkili sima olarak dindar aydınlar arasında ortaya çıktı. Aslında Şeriati’nin düşünceleri 60’ların sonlarında ve 70’lerin başlarında filizlenmişti. Bu yıllar boyunca İran ekonomik ve sosyal bakımdan kapsamlı, şiddetli ve yaygın biçimde reform sürecine maruz kalmıştı. Bu süreç temelinde gelişen ekonomik büyüme ise dengeli değildi. Ekonomik reformların ardından toplumsal hareketlilik gerçekleşmişti ama siyasal kurumlar böyle bir hareketlenmeyle uyum içinde şekillenmemişti. Şeriati bu olayların ortasında İran’daki modernizasyon sürecine eleştirel bakıyordu. Bu bakış onu yeniden yapılanmanın özünde derinleşmeye çağırıyor; yoketme, yabancılaşma ve anlam yoksunluğunda kristalize olan kapitalizme bağımlı bulunduğunu düşündüğü süreci eleştirmeye sürüklüyordu. Hatta yüksek düşünce düzeyiyle modern rasyonalitenin köklerini ve modern bilim kurumunu eleştirmeye de el atıyordu. Şeriati işte bu sırada, ona göre İran toplumunun modern döneme geçmesini engelleyen geleneksel dinin olumsuz ve irticai kesimlerinden kaynaklanan engelleri açıklamaya başladı. Tam da bu nedenle, uygulamadaki yeniden yapılanma sürecini reddetmesine rağmen mollaların köhnemiş sistemine ait düşünce ve kurumlara yönelik ciddi bir saldırı hazırlığına girişti.


Bir anlamda Şeriati’nin argümanları, İran toplumunun 20. yüzyılın ikinci yarısında moderniteyle karşılaşmasına kültürel cevaplar olarak da görülebilir. Şeriati, eleştirel yoldan modernite ve geleneksel dinin her ikisinin de olumlu ve olumsuz yönlerini derleyip toparlamış, karşıt kavramlardan çelişkilerle dolu bir karışım ortaya koymuştur. Onun yenilikçiliği; özgürlük, aydınlanma, kendine yabancılaşma, sömürü, emperyalizm, adalet, sosyal haklar, demokrasi gibi modern fikirler kümesinin ışığında imamet, vesayet, şura, şirk, küfr, irfan, tevhid gibi İslamî kavram ve kurumlardan 70’li yılların ikinci yarısında aydınları ve eğitimli genç nesli, özellikle de üniversite gençliğini Şah rejimi karşısında seferber edebilecek güçlü bir motivasyon üretebilmesiydi. Her ne kadar 1977’de vefat etmişse de 1978’deki devrim sürecinde düşünce dünyası, aydınlar ve eğitimli genç nesil arasında İslam devriminin ideologu olarak tanınmıştır. Şeriati’nin düşünceleri gelenek ve modernitenin olumlu yanlarını biraraya getirdiğinden onun sosyal teorisi, koordine edici olarak, standardı belli bir devrime katılan farklı ve bazen de karşıt toplumsal kesimlerin işbirliğini sağlamada etkili olmuştur. Fakat bu işbirliğinin südürülebilir olma gücü yoktu ve devrimden sonraki dönemin ilk aşamalarında mollalar, Şeriati’nin kasdettiği anlamda geniş katılım içindeki pekçok kimse eliyle yönetilen devleti kendilerine maledince bu işbirliğinin kırılgan mahiyeti ortaya çıkmış oldu.


Gerçek olan şu ki, devrim sürecinde, özellikle de İslam devriminin zafere ulaşması sırasında egemen olan eğilim Şeriati’nin projesidir. Hatta etkili ve önde giden mollaların çoğu kendi düşüncelerini Şeriati’nin kurduğu ve tamamladığı dil ve kavramları ödünç alarak ortaya koyabiliyorlardı. Fakat yaklaşık iki yıl sonra siyasi iktidar yapısı içinde ruhanilerin konumu sağlamlaştığında Şeriati geleneksel ulema tarafından gitgide unutulmaya terkedildi. Böyle olunca, Şeriati tarafından gösterilen, sosyal ve siyasal bir hareket içinde biçimlenmiş düşünceler, siyasi bir rejimin istikrar kazandığı ortamda kendini yenilemeye fırsat bulamadı ve bu durgunluk onun teorik yeniden yapılanma fikirlerinin ertelenmesine neden oldu.


Bu gelişmelerle eşzamanlı olarak 80’li yılların başında, düşünce dünyasında iki teorik pozisyon Şeriati’nin eleştirel İslam akımının yerini aldı. Birini, eğitimini Fransa’da tamamlamış dilbilimci filozof Ahmet Ferdid, Alman filozof Martin Heidegger’in düşünceleriyle aynı dili kullanarak ortaya koyuyordu. Ferdid’in tutumunu, Tahran Üniversitesi’nde felsefe hocası olan ve onun fikirdaşı, öğrencisi Rıza Daveri açıklıyor, anlaşılır kılıyor ve geniş bir alanda gündeme getiriyordu. Diğer teorik pozisyon ise İngiltere’de bilim felsefesi alanında eğitim almış olan Abdulkerim Suruş tarafından anatilik felsefeyi kullanma yoluyla açıklandı.


Ferdid, düşüncelerini hiçbir zaman yayınlayamadı. Ama bu düşüncelerin özü ve muhtevası Daveri’nin eserlerine sinmiştir. Daveri’nin düşüncesi, devrimden sonraki ilk yıllarda batı karşıtı tavır üzerinden geleneksel dinin yenilendiğini düşündürten İslam devrimi söyleminin radikal biçimde sürdürülmesinin manifestosudur. Aslında Daveri’nin düşünceleri 80’li yıllarda başlayan kapsamlı İslamîleştirme çabasının izlerini takip etmektedir. Bu çaba, büyük bir saygıyla ruhanilere tabi olan kitlelerce ve ulema ile tarihsel bağları bulunup devrimden sonraki dönemlerde bu bağlılık sayesinde ekonomiden pay alan çarşı esnafının çoğu tarafından destekleniyordu. İslamîleştirme sürecinin üniversitelere yansıması, kültür devrimi olarak isimlendirilen ve üniversitelerin iki yıl boyunca kapalı kalmasıyla sonuçlanan harekettir. Resmî dinî makamlar tarafından İslam’ın kâfir Irak devletine ve onu himaye eden batıya karşı savaşı olarak ilan edilen İran-Irak savaşı da (1980-1988) bu süreç için uygun mecrayı oluşturmuş, aynı zamanda sözkonusu teorik eğilime güçlü bir motivasyon sağlamıştır.



Ferdid’in fikirdaşı olan Daveri, dinî liderlerle paralel ama farklı kavramlarla geleneksel dinin gerçekliğini vurgular. Tabii ki bunu geleneksel üslupla değil, modernitenin söylemiyle yapar ve moderniteye hücum ederken Heidegger’in fikrî geleneğinden yararlanır. Daveri bu fikrî geleneği, dinî geleneği yenilemede yeni bir dil geliştirmek için kullanır. Daveri’nin temel düşüncesi batının kriz, çöküş ve tükenişini göstermektir. Aslında onun görüşü esas itibariyle batının yararına olsa da devrimden sonra siyasetin mağdur ettiği zihinlere, İran’da demokrasinin yerine geçmek üzere öne çıkarılan velayet-i fakih siyasi teorisini savunduğu düşüncesini çağrıştırmaktadır. O, felsefi postmodernizmde bulduğu modernlik karşıtı ruha tutkundur ve bu yolla modernitenin bireysel ahlakı, aile kurumundaki uyumu ve toplumsal adetleri harap ettiğini göstermek ister. Daveri liberal bireycilik ve hümanizme muhalif olduğundan siyasal ve sosyal argümanlarında siyasi toplumu gözönünde bulunduran bir tür cemaatçiliği savunur. Bu yaklaşım, toplumun kamu işlerinde karar mercii olarak akıl yerine dini koyması gerektiği farkıyla Eflatun’un cumhuriyetiyle benzerlik taşır.


Fakat teorik yaklaşımlarında, dinin ya da dinî düşünce olarak isimlendirdiği şeyin karar mercii olmasının şeriatla ilgisini açıklığa kavuşturmaz. Daveri’nin geleneğe yaslanması, din devletini kurgularken dinî geleneğe dayanma biçiminde ortaya çıkar. Çökmeye mahkum gördüğü modern medeniyetin mahiyetini açığa çıkarmak için gösterdiği çaba yeni ve benzersiz bir konum değildir. Meşrutiyet hareketine muhalif geleneksel pozisyonların çoğu, bu hareket gerçekleştiği sırada, geleneksel ulemanın batılı ve küfre bulaşmış anayasa hareketi olarak nitelediği bu meşrutiyetin özgün İslamî gelenekle uyuşmazlığını vurguluyordu. Fakat Daveri’nin özelliği, fikirleri moderniteye karşı olsa bile onları modernitenin söylemi içinde Heidegger’in görüşlerinden yararlanarak oluşturmaya çabalamasıdır. Daveri’nin geleneksel İslam’a ve batıya ilişkin tutumu, mollalar arasında hakim düşünce akımını siyasal olarak destekleme biçiminde ortaya çıktığından Şeriati ve Suruş’un görüşlerine eğilim duyan aydınlar Daveri’nin fikirlerini kabul etmemektedirler. Aynı zamanda mollalar da Daveri’nin Heideggerci modernite ve batı eleştirisini, geleneksel din söylemi içinde anlam kazanan batı konusundaki olumsuz fikirleri için rakip görmektedirler.


Savaşın sona ermesi yeni neslin batıya ve dine ilişkin yeni fikirlerle ortaya çıkmasıyla eşzamanlıdır. Batı karşıtı görüşler bu nesil için artık sorgusuz sualsiz kabul edilecek bir şey olmaktan çıkmıştır. Suruş’un fikirleri işte bu vasatla bağ kurmuş, savaş sonrası dönemde gençlerin ve eğitimli kesimlerin (esas olarak kentli orta sınıfın) toplumsal ve siyasal beklentilerine cevap vermiştir. Gerçi Suruş, toplum üzerine teorisini kurmaya savaş sırasında başlamışsa da savaş sonrasındaki ekonomik ve sosyal yeniden yapılanma dönemi görüşlerinin yaygın kabul görmesi için uygun zemini oluşturmuştur. Suruş, düşüncelerini epistemolojik yaklaşım doğrultusunda analitik felsefeye dayanarak ortaya koymuştur. Rasyonalite, güçlü sivil toplum ve batıyla diyaloga yaptığı vurgu, İslam devrimi üslubunun gevşediğinin işaretleriydi. Onun dinî içtihad yerine aydına itibar kazandırma gayreti, dinî otorilerle yer değiştirme, yani mollaların otoritesinin azalarak aydınların otoritesinin artması sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Bu yer değiştirme, yaygın biçimde gençler arasında, özellikle de üniversite gençliği tarafından hüsnü kabulle karşılanmıştır. Bu aşamada Suruş’un asli işi, modern akıl ve bilimin otorite kabul edilebilmesi için modern kurumlardan İslamî bir versiyon çıkarmaktır. Bunu, dinin çoğulcu yorumunu yaparak yerine getirir. O, bir bireyin din tasavvurunun dinin tek hakikati değil, sadece o bireyin anlayışı olduğuna inanır. Burada din daha çok bireyin ahlaki hayatıyla irtibatlı ve kişisel alanıyla sınırlıdır. Suruş, sosyal ve siyasal teorinin seküler olmasını ister ve somut biçimde, kaçınılmaz sonucu kapitalist ekonomi olan açık toplum, liberal demokrasi, ve çoğulcu sivil toplumu savunur. Modernite ona göre modern olmayan toplumlara bireycilik, bireysel haklar, özgürlük ve çoğulculuğu armağan etmiştir.


Gerçekte bu üç düşünürün her biri, bir İslamî düşünce akımının temsilcisi sıfatıyla, dini modern durumda yeniden ortaya çıkarmanın peşindedir. Aynı zamanda üçü de ortaya attıkları teorilerin modernite söyleminin bir parçası olduğu gerçeğinin bilincindedirler. Buna ilave olarak bu düşünürlerin özelliği üç eksende somutlaştırılabilir. Birincisi, sözkonusu düşünürlerin varsayımlarının varlık bulduğu zemin daha önceki düşünürlere göre tamamen farklıdır. Çağdaş İran tarihinde İslamî özün kuşatıcı sosyal ve siyasal bir hareket için teorik temel oluşturması ilk kez görülen bir şeydir. Bunun yanısıra devrimden sonraki dönemde hayatın tüm alanlarının İslamî proje doğrultusunda yeniden tanımlandığına şahit oluyoruz. Şeriati’nin fikirlerinin yeniden okuma işine giriştiği, Daveri ve Suruş’un düşüncelerinin oluştuğu alan işte burasıdır.


İkincisi, Şeriati, Daveri ve Suruş’un eserlerinden herbirinin devrim içinde, hatta İran’ın siyasal ve sosyal tarihinde önemli bir durumu yansıtıyor olmasıdır. Devrimin arefesinde ve zafere ulaştığı günlerde Şeriati devrimin iç enerjisinin kesintisizliğini sağlamıştı. Hiç kuşku yok, İslam devriminin dili ve duyarlılıkları Şeriati’nin kapitalizm, emperyalizm, adalet, özgürlük ve öze dönüşle ilgili dil ve duyarlılıklarını hatırlatır. Daveri, kendi sırası geldiğinde İslam devriminin batı karşıtı boyutlarını, gelenekle donatarak radikal söylemin içine yerleştirir. Fakat Suruş, liberalizm ve sekülarizmi üstün kılarak İslamî radikalizmin karşısına çıkar ve moderniteye entegre olmanın yolunu açar. Her ne kadar Şeriati’nin fikirleri devrimin başlarındaki gücünden çok şey kaybetmişse de, bu düşünceleri eleştirmeleri yüzünden Daveri ve Suruş’un fikirlerinde belli bir zayıflamanın ortaya çıkması bir kez daha bazı dindar aydınların Şeriati’nin eleştirel görüşlerine yönelmesine imkan hazırlamıştır.


Üçüncüsü, önceki dindar aydınlara mukabil bu üç düşünürden her biri, özellikle de Daveri ve Suruş, batı felsefesine hayli aşinadırlar ve batının argümanlarını kendi görüşlerini inşa etmede bilinçli biçimde kullanırlar. Bu düşünürlerin sosyal ve siyasal argümanları aslında moderniteye cevap verirken ve modernite söyleminin içinde varlık bulur. Bu nedenle elinizdeki kitapta, bir yandan da bu düşünürlerin kendi İslamî görüşlerini oluştururken modern batı düşüncesinin unsurlarından nasıl yararlandıkları gösterilmeye çalışılmıştır.


Genel olarak bu teorisyenlerin eserleri sadece moderniteye cevabın örnekleri olarak görülemez; aynı zamanda, dinî argümanların ihyasının ardına düşmüş devam eden bir düşünce hareketinin parçasıdırlar. Tecdid, ihya ve ıslah gibi kavramlar, İslamî söylemde tanıdık kavramlardır. Tarih boyunca pekçok ihyacı İslamî hareket, İslam düşüncesinin meyve vermesinde pay sahibi olmuştur ve bu üç düşünür de ihyacılık, ıslahcılık veya tecdid adı altında İslam düşüncesi hareketi içinde mütalaa edilmeye uygundur. Ama bu kitapta İslam düşüncesinin iniş ve çıkışlarla dolu tarihinde Şeriati, Daveri ve Suruş’un rolü incelenmemiştir. Burada temel amaç, bu teorisyenlerden herbirinin moderniteyle kurduğu ilişkinin ve İslam’ı modernitenin diliyle yeniden inşa etmek için sarfettikleri çabanın gösterilmesidir. Bu doğrultuda, Şeriati, Daveri ve Suruş tarafından gösterilmiş argümanların ortaya çıkışında modern düşüncenin rol oynayan yönleri tartışılmıştır. Daha net bir ifadeyle, bu çalışma, Daveri ve Suruş’un fikirlerinin batıdaki muadillerini, sistematik olarak Heideggerci yaklaşımda ve analitik felsefede nasıl bulduklarını gösterecektir. Şeriati açık bir şekilde Hegel, Marks ve Sartre’dan yararlandığını belirtmesine rağmen öne sürdüğü fikirler bütünüyle Hegelci, Marksist veya egzistansiyalist yönteme indirgenemez. Şeriati’nin düşüncesinin son yıllardaki yeni yorumlarına bakıldığında onun daha çok Frankfurt okulunun eleştirel teorisiyle aynı yerde durduğu görülür. Şeriati’nin bu yorumlanma biçimi, onun fikirlerinin yeniden incelenmesiyle ancak devrimden sonraki dönemin ikinci yarısında elde edilebilmiştir.


Devrimden sonraki dönemin (aşağı yukarı 20 yıllık süre) önemi, üretkenlik özelliğinden gelir. Çünkü iki ana düşünce akımının Daveri ve Suruş’un teorisyenliğinde yenilenmesi bu dönem boyunca gerçekleşmiştir. Aynı şekilde Şeriati tarafından devrimden birkaç yıl önce ortaya atılan ve öncülüğünü yürüttüğü, hatta devrimin başlarında kısa bir süre için de olsa kendini gösteren üçüncü akım devrimden sonraki ikinci on yılda yeniden incelenme imkanı bulmuştur. Devrimden sonraki dönem aynı zamanda İranlıların karşılaştığı hayat tecrübesi nedeniyle de önemlidir. Tüm toplumun, modern ihtiyaçlara reaksiyon gösterilen böylesine kapsamlı bir sosyal ve siyasal pratik içine girmesi İran tarihinde ilk kez görülen bir şeydir. İran halkı Şah’ın modernist düzenine tümüyle karşı çıkarken onun yerine katılım, seçim, güçlü meclis ve kuvvetler ayrılığı gibi modern süreçler ve kurumlara dayalı bir cumhuriyet rejimi talep ediyordu. Toplumun çeşitli kesimlerinin, özellikle de kentli orta sınıfın, üniversite öğrencileri ve aydınların cumhuriyet temelindeki devlet düzeninde adalet ve özgürlükle ilgili isteği, aslında yeni düzenin katılımcı demokrasi biçiminde gerçekleşmesi beklentisiydi. Fakat İslam’ın geleneksel yorumu topluma temel yapıldığında kurumlar ile toplumsal ve siyasal faaliyetler alanındaki en önemli çatışma da ortaya çıkmış oldu. Zira esas itibariyle velayet-i fakih kurumu demokrasi ve halkın egemenliğine uygun değildi. Velayet-i fakih çevresindeki tartışma, onun İslam Cumhuriyeti Anayasası’nda en önemli madde olarak kabul edilmesiyle sonuçlanınca modern kurumların geleneksel dinin ilkelerine tabi olması gerekeceğine hiç kuşku kalmadı.


Bununla birlikte mesele, İslam devleti konusunda çeşitli geleneksel ve modern versiyonlar arasında cereyan eden çatışmadan daha derindir. Aslında İslam devrimi, ortaya çıkış şekline ve toplumun değişik kesimlerinin desteğini almış olmasına rağmen topluma ilişkin bir görüş ve siyasal bir teoriden yoksundur. Şeriati’nin ütopyası, sosyal kurumlar ve devlet mekanizması için pratik bir temel oluşturmuyordu belki ama ulemanın toplum ve İslam devleti tasavvuru da modern ihtiyaçların hayli uzağındaydı.

Böyle bir durumda sosyal ve siyasal bir görüş geliştirme ihtiyacı Müslüman aydınların zihinlerini meşgul eden meseleye denk düşmektedir. Bu yüzden devrimden sonraki ilk on yıl boyunca, Şeriati’nin gerçekleşmeyen fikirlerinin ardından ve toplumun ihtiyacına sosyal bir teori göstererek cevap vermek üzere Daveri ve Suruş’un temsil ettiği iki rakip eğilimin oluşup geliştiğine tanık oluyoruz. Daveri ve Suruş’un yıldızının sönmeye başladığı ikinci on yılın sonlarında bir sosyal ve siyasal görüş ortaya koymak için Şeriati’nin argümanlarını yeniden inşa etmek, bir imkan olarak düşünce dünyasında dikkatleri üzerine çekmektedir.

 

 

Kaynak: www.bilgihikmet.com