Menyu
Bir Ütopyacının Hayatı / Recep ŞENTÜRK
HAKKINDA YAZILAN MAKALELER [TÜRKÇE]

Bir Ütopyacının Hayatı / Recep ŞENTÜRK

 

Bir medeniyetin veya bir milletin zor zamanlarda yok olmadan kurtulmayı başararak ayakta kalabilmesi ve kritik dönüm noktalarında kendini yenileyebilmesi, geleceğe dönük ütopik vizyonlara bağlıdır. Büyük insanların ütopyaları da büyüktür. Realizmin sınırları içinde mahpus kalanların akıl dışı gördüğü bu ütopyalar, kitlelere son derece cazip gelir ve onları ateşleyerek harekete geçirir. Bu tür ütopyalar sosyal ve siyasi değişimin motorudur. Ali Şeriati, Meşhed radyosunda dini programlar yapması istediğinde, bu teklifi ‘Amerikan tarzı İslam’ söylemini beceremeyeceğini söyleyerek kabul etmemiştir. Bununla neyi kastettiği sorulduğunda, sadece ibadet ve merasimlerin ince noktaları ve ayrıntılarıyla ilgilenen İslam’ı kastettiğini söyler ve ilave olarak ‘bu detayları okumuş, ezberlemiş ve öğrencilerime ezberletmiş olmama rağmen bunların içeriğini hiçbir zaman anlayamadım’ dediği rivayet edilir (s. 93). Bu ve benzeri sıra dışı ve aykırı düşüncelerle Ali Şeriati, İran’da devrimle sonuçlanan sürece ciddi katkıda bulunmuştur.

 

Ali Şeriati ilim, irfan, bilim ve ideolojiyi kendinde birleştiren; ama bunlar içinde sonuncuya en yakın olan bir aydındır. Bir yandan İslam medeniyetinin, diğer taraftan Batı medeniyetinin tesiri altında kendine aşikâr bir kimlik bulamadan gelgitler içinde yaşamıştır. Ali Rahnema’nın kitabının başlığının da ifade ettiği gibi, o bir ütopyacıdır, yani bir ideolog. Ali Rahnema’nın “Ali Şeriati: Bir İslami Ütopyacının Siyasi Biyografisi” adlı kitabı, son derece güzel, akıcı bir üslupla yazılmış ve titiz bir şekilde gene akıcı bir Türkçeyle Zehra Savran tarafından dilimize tercüme edilmiş. Ali Şeriati’nin ütopyacı bir aydın olmasını gerçek manada anlamlandırabilmek için onun yetiştiği tarihi dönemeçte İslam düşüncesinde yaşananlara bakmak gerekir.

 

Âlim ve ârif’e karşı aydın ve akademisyen

 

Klasik İslam medeniyeti ‘ilim’ ve ‘irfan’ veya ‘marifet’ medeniyetidir. Âlimler ilmi, ârifler veya sufiler irfanı temsil ederler. Ârif olmanın ön şartı âlim olmaktır: Her ârif âlimdir; ama her âlim ârif değildir. Âlimler sadece eğitimli insanlara konuşur; ârifler, herkese hitap eder. Âlimlerin kurumsal temeli medrese, âriflerin kurumsal temeli tekkedir. Âlimlerin bilgi edinme aracı akıl yürütme, âriflerin bilgi edinme aracı kalben hissetmektir. Biri mantığı, diğeri nefis tezkiyesini kullanarak amacına ulaşır. Her iki unvan da kendine has bir eğitim sürecini (âlimler için ‘talim’ ve ârifler için ‘süluk’) tamamladıktan sonra, önceki nesilden üstadlar tarafından verilen icazetle belgelenir.

 

Batı medeniyeti ise ‘bilim’ ve ‘ideoloji’ medeniyetidir. Akademisyenler bilimi, aydınlar ideolojiyi temsil eder. Aydın olmak için akademisyen olmak, akademisyen olmak için aydın olmak şart değildir. Bununla beraber, bazı kişilerde bu iki özellik bir arada bulunur; onlar, aydın ve akademisyen rolünü birlikte oynarlar. Akademisyenleri kurumsal temeli üniversite, aydınların kurumsal temeli gazete, dergi gibi basın yayın kuruluşlarıdır. Hem akademisyen, hem aydın ikisi de akılcıdır. Akademisyen bilimsel söylem

üretirken, aydın ideolojik retorik üretir. Akademisyen unvanı almak için üniversitede gerekli formel eğitimi görmek gerekirken, aydın unvanını kazanmak için böylesi formel bir eğitim süreci yoktur. Ehliyet şartı aranmayan bu role, aydın, adeta kendi kendini tayin eder.

 

Yukarda anafor dediğim süreç, bu iki düşünce geleneğinin Batılılaşma veya modernleşme olarak isimlendirilen dönemde birbiriyle yüzleşmesi, çatışması ve karışmasıdır. İslam ve Batı düşünce ve söylemlerinin karşılaşması, özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlamıştır. Bu karşılaşmanın mekânı genel olarak İslam dünyası olmuştur. Böylece geleneksel olarak, âlim ve ârif yetiştiren İslam dünyası, bundan sonra-aslında Batı medeniyetine ait birer sosyal kimlik olan- aydın ve akademisyen de yetiştirmeye başlamıştır. Medrese ve tekkelerin yanında modern üniversiteler yükselmeye başlamıştır. Modernistlerin beklentisi, mağrur modern söylem, kurum ve kimliklerin geleneksel söylem, kurum ve kimlikleri yok edip kısa zamanda onların yerini alacağı şeklindeydi. Fakat hiç de beklenmeyen bir sonuç ortaya çıktı. Ali Şeriati örneğinde olduğu gibi modern eğitim görmüş, modern kurumlarda görev yapan ve modern söylemi kullanan aydın ve akademisyenlerden bazıları, âlim ve âriflerin dini söylemlerine karşı mücadele etmek yerine, dini onlardan daha radikal bir şekilde savunmaya kalkıştılar. Bu aydınlar geleneksel âlim ve ârifleri dini savunmada pasif kalmakla suçladılar. Laik, Batıcı ve modernist bir söylem üretmeleri beklenirken, İslam’ı savunan bir söylemle ortaya çıktılar. Onlar ne âlimdiler, ne ârif; fakat ilim ve irfan geleneğini, adeta içinde yaşadıkları çağdan kopuk yaşayan âlim ve âriflerden daha aktif bir şekilde savundular.

 

İslami ve Batılı söylemi bir arada kullandı

           

Ali Rahnema’nın kitabı, Şeriati’nin hem geleneksel İslam ilim ve irfan geleneğine, hem de modern akademik ve ideolojik söyleme aşina olduğunu ortaya koymaktadır. Bir yandan Mevlânâ Celaleddin Rumi, Attar ve benzeri tasavvuf üstadları, diğer yandan Marx, Gurvitch gibi sosyal bilim üstadları, onun beslendiği kaynaklar arasındadır. Bu karmaşanın izleri Ali Şeriati’nin düşüncesinde açıkça görülür. Ona göre - Ebu Zer örneğinde olduğu gibi- insanı kâmil sosyalisttir. Dikkat edilirse burada ‘insanı kâmil’ kavramı irfan geleneğinden, ‘sosyalist’ kavramı ise ideoloji geleneğinden alınmıştır. Her iki kaynaktan da beslenen Ali Şeriati İslami ve Batılı kavramları bir araya getiren bir söylem, daha doğrusu bir ideoloji üretmiştir. Hâlbuki o, irfan geleneğine sadık bir ârif olsa, insanı kâmili geleneksel olarak âriflerin tanımladığı gibi tanımlardı. Aksine, sosyalist geleneğe sadık bir aydın olsa, tasavvuftan ödünç kavramlar almadan -katı sosyalistlerin yaptığı gibi- dini çağrışımlardan uzak bir örnek insan tanımı yapar, sosyalizmi Ebu Zer’e giydirmezdi.

 

Ali Şeriati-Julien Benda’nın geleneklerinden kopan Batılı aydınlar hakkında gözlemlediği gibi- ilim ve irfan geleneğine ihanet etmiş bir hain midir? Evet, ve hayır. Evet, çünkü Şeriati, ilim ve irfan söylemini Batılı sosyoloji ve ideoloji söylemiyle karıştırmıştır. Hayır, çünkü Şeriatı ilim ve irfan geleneğinin temel ilkelerinden tevhit, adalet ve haksızlığa karşı mücadeleyi ağır maliyetler ödeme pahasına da olsa sürdürmüştür. Hepsinden önemlisi, kavram kargaşası gibi görünen söylemiyle, modern eğitim görmüş insanlarla ilim ve irfan gelenekleri arasında köprü olarak aksi takdirde bu geleneklere tamamen yabancı kalacak olan genç nesle onları sevdirmeyi başarmıştır. Böyle bir etki o dönemde yaşayan âlim ve âriflere nasip olmamıştır.

 

Ali Şeriati -bir âlim, ârif veya mürşit olarak değil- bir aydın olarak görülmeli ve bu gözle okunmalıdır. Aydınları görevi- Karl Manheim’in “Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of Knowledge” isimli eserinde ortaya koyduğu gibi- ütopyalar üretmektir. Bu ütopyaların gerçekleşmesi ne kadar imkânsız olursa, sosyal değişimi ortaya çıkarma güçleri de o kadar fazla olur. Çünkü ütopya üreten aydın, rasyonalitenin limitlerinden kendini kurtaramadan bu işi gerçekleştiremez. Onun muhatapları da rasyonalitenin ve sıkıcı realizmin vaat edemeyeceği şeyleri vaat eden söylemin cazibesine kapılırlar. Böylece vakıanın sınırları zorlanır ve şuurun etrafında örülmüş surlar yıkılır. Ali Şeriati’yi bir aydın olarak başarılı ve cazip yapan şey, realizm ve rasyonalizmi mağrur âlim ve akademisyenlere bırakıp, bunlarla kendini sınırlama mecburiyeti hissetmeden, gençliğin önüne –rasyonalist ve realistlerin gözüyle bakıldığında ütopik bir vizyon koymuş olmasındadır.

 

 

 

Kaynak: Zaman  / Kitap Zamanı - 7 AĞUSTOS 2006 s.12