İran’da, siyasal söylemin gündemdeki ağırlığı nedeniyle dışarıdan pek de farkedilmeyen canlı bir kültürel hayat var. Kültürel hayattaki bu canlılığın aktörleri, özellikle reformist dini aydınlar. Modernizm, postmodernizm, demokrasi, dini demokrasi, halk egemenliği, laiklik, çoğulculuk, özgürlük ve adalet arasındaki etkileşim, kadın hakları, geleneksel aile-yeni aile, şiddet, özgürlük ve adalet arasındaki denge, felsefe ve irfan, bu aydınların gündeminde yer alan tartışma başlıklarından bazıları. Alirıza Alevitebar, Hamid Rıza Celayipor, Muhammed Kaşi, Sadık Zibakelam, Sadık Haccaryan, Zehra Şecai, Şehla Şerket, Mustafa Malikiyan, İmadeddin Baki, Haşim Agaceri, Muhsin ve Cemile Kediver kardeşler, ayrıca Ali Şeriati’nin kendisi gibi sosyolog olan kızları Susen ve Sara Şeriati, bu tartışmalara katılan isimlerden bazıları.
‘Dini aydın’ kavramı, devrimden önce Ali Şeriati tarafından hem tartışmaya açılmış hem de temsil edilmişti. 70’li yıllar özellikle İslam dünyasında aydın kişiliğinin solcu ve batıcı kişiliklerle sınırlı olarak görüldüğü yıllardı ve Şeriati işte o yıllarda, aydın tartışmalarına ‘dini aydın’ profiliyle, ağırlığını koymuştu. Şeriati kuşkusuz bu açma çabalarıyla sol-İslam olarak da görülebilecek İslamcı bir çizginin tanımlanması ve içerik kazanmasında her zaman hatırlanan bir isim.
Hayatının hiç bir döneminde solcu olmadığı halde 90’lı yıllarda İran’daki reformist hareketin ana dalgasını teşkil eden ‘sol aydın’ oluşumunu doğrudan etkilemiş olan Abdülkerim Suruş, devrim sürecini etkileyen iki önemli dini aydının, Şeriati ve Mutaharri’nin varisi olarak görülebilir. Devrim sonrası döneminin dini aydın hareketinin en çarpıcı siması olarak görülen Suruş, bu yıllara has sorunların kavramsallaştırılması ve tartışılmasındaki etkinliğini, Şeriati’nin 70’li yıllarda ‘din adına’ maruz kaldığı saldırıları hatırlatan suçlamalara rağmen sürdürmeye çalışmıştır. Devrimden önceki yıllarda Mutahhari’ye çok yakın olan Suruş’un, devrimden sonraki yıllarda Şeriati’nin düşüncelerine ve konumuna yakınlaştığı söylenebilir. (Şeriati’ye fiziksel olarak yakınlığı olmayan Suruş, kaderin bir cilvesiyle 1978’de öğrenci olarak bulunduğu Londra’da onun na’şını yıkayanlar arasında bulunuyordu.)
Devrimden sonra Suruş ister istemez Şeriati’nin yerini aldı. Onun gibi kendini aydın olarak tanımlıyor, Batı’yı izliyor, din adamları sınıfını eleştiriyordu; şu var ki solculuğu, felsefeye ilgisi ve Marksizm karşıtlığıyla Şeriati’den ayrılıyordu. Bir süre sonra Şeriati’nin din adamı eleştirmeni Mutahhari’nin de vefat etmesi üzerine Suruş, her ikisinin rolünü üstlenen bir aydın olarak değerlendirildi. Gerçi Suruş Mutahhari’ye düşünsel ve kişisel olarak daha yakındı: Onun gibi İslam felsefesi alanında eğitim görmüştü, Molla Sadra’ya hayrandı ve İslam ile Marksizmi karıştırmamaya özen gösteriyordu. Batı’yı eleştirmekle birlikte bu eleştiride ölçülü ve dikkatliydi.
Resmi medya kanallarında yer bulabildiği 80’li yıllarda Suruş, konferanslarında üniversiteli gençlerle kurduğu iletişimle ise Şeriati’yi hatırlatıyordu. Ancak Şeriati’ye nazaran geleneği daha iyi tanıyor ve bu geleneksel birikimden yararlanmayı önemsiyordu. Mevlana, Hafız, Gazali, İkbal ve Nehc’ül Belaga, bu konferanslarında her zaman başvurduğu kaynaklardı. Şeriati’nin modern İran edebiyatına hakimiyetine karşılık Suruş, klasik edebiyata vakıftı. Bilim felsefesi alanındaki kayda değer birkaç eserin tercümesi ve İslam felsefesi alanındaki yetkinliğiyle kısa süre içinde devrimci müslüman gençler arasında itibar kazandı. Ahlak, Sanat ve Sosyal Bilimler Üzerine Konuşmalar (1988) isimli eserinde, alanında yaptığı çalışmalarda sosyal bilimler, felsefe ve hukuka bilim olarak gerek duymayan yetkili kişilerin muhalefetiyle karşılaştığını anlatan Suruş, bunların yanında Batı tecrübesinin İslam geleneğiyle hiç bir şekilde uzlaşma kabul edemeyeceğini savunan filozofları da eleştirdi ve müslümanların Batı’nın mirasından seçmeci bir şekilde yararlanabilmesinin imkanlarını tartıştı.
Din adamlarıyla girdiği polemiklerle Şeriati’yi hatırlatan Suruş, dini aydınların dergisi olan Keyan’da 1992’de yazdığı bir yazıda Şeriati eleştirilerini de başlatarak, din ve insanın, Şeriati’nin onlara giydirdiği elbiseden çok daha geniş olduğunu yazdı. Sözünü ettiği elbise ise, din ve insan hakkında sabit, taviz vermeyen bir okuma olarak, ideolojiydi.
Şeriati eleştirileriyle Suruş bu kez 80’li yıllar boyunca birlikte olduğu sol-İslamcıları karşısına almış oldu. Ancak sol-islamcıların genç ve yenilikçilerden oluşan büyük bir kısmı Suruş’u desteklerken, geriye kalanlar da kimi düşünceleri nedeniyle eleştirseler de, muhafazakarların saldırıları nedeniyle ona destek ver-meye devam ettiler.
Suruş’a göre, geleneğe ve modernliğe aynı ölçüde vakıf olmaları nedeniyle İran’da sadece dini aydınlar hakikate ve aydın olmanın özüne yakındırlar. Geleneğe ve modernliğe vakıf olmanın aydın olmanın asgari bir şartı olduğunu savunan Suruş, laik aydınların pek azının bu asgari şarta sahip oldukları kanısındadır. Üstelik laik aydınların bu eksiklerini tamamlamak için gayret ettikleri de yoktur. Suruş, her ne kadar bugün görüşleri çeşitli açılardan eleştirilse de Şeriati’nin aydın olmanın asgari şartlarına haiz olduğu ve bu nedenle de halkla iletişim kurmayı başardığı görüşündedir. Şeriati dini kaynaklara dayanarak günün meselelerine cevap arama konusunda gençlere yol-yöntem gösteren bir dini aydındı. Kuşkusuz bu yol yöntem döneminin siyasal koşullarıyla, Şah rejiminin baskıcı tutumuyla mücadeleyi öncelemekteydi.
Suruş’un yenilerde yayınlanan ‘Şeriati Hakkında’ başlığını taşıyan kitabı, bu yazıyı yazmamın nedeni. Şeriati, Suruş için hem dini aydın olarak yolunu açan bir öncü, hem de dini bir aydın olarak aşmaya kendini zorunlu hissettiği bir zirve.
Gelecek haftaki yazımda Şeriati’yi konu almayı istiyorum, kısmet olursa…
Kaynak: Gerçek Hayat Dergisi, Sayı 298, 7-13 Temmuz 2006, s.30