"Siyaset", toplumun -imek [bûden] sorumluluğunu değil, olmak [şoden] sorumluluğunu üstlenen devlet felsefedir. Siyaset -kelimenin tam anlamıyla- ilerici ve dinamik bir felsefedir. 'Siyaset" felsefesinde devletin hedefi, kurumları, kuruluşları, toplumsal ilişkileri, hatta toplumun görüşlerini, inancını, kültürünü, ahlakını, yaklaşımını, geleneklerini, zevklerini, isteklerini, bütünüyle değerlerini 'devrimci bir Öğretiye [mektep]" göre "ıslahçı bir ideolojiye " göre değiştirmektir. İdeallerin, isteklerin, değerlerin gerçekleştirilmesine yönelir. Mükemmelliğe, yönelir; saadete [mutluluğa], iyiliğe, rahata değil, yüceliğe ve kemale yönelir. Hizmete değil, ıslaha; refaha değil, ileriliğe, güce değil, hayra, realiteye değil, hakikate "hoşça" kalmaya değil, "yükseğe" gitmeye vs... kısaca halkı idare etmeye değil halkı inşa etmeye yönelir.
Aksine "hükümet felsefesinin" Batı'daki muadili olan politika, "İnşa etme" esasına dayanmaz; "sahip olma" esasına dayanır. Zira kelimenin kökünün de, tarihsel kökeninin de işaret ettiği üzere hedefi "ülke sahibi olmak"tır; ama "devrimci bir ideolojiye" dayalı olarak değil, "genelin beklentilerine" dayalı olarak. "Erdemin geliştirilmesi" için değil, "râzılık kazanarak" halkın hoş yaşamasını sağlamak için halka hizmet etmektir. Halkın iyi yaşamasını sağlamak için ıslah etmek değildir.
Bu İki anlayış karşılaştırdığında siyasete dayanan devlet felsefesinin, politikaya dayanan felsefeden daha ileri olduğu yargısına varılabilir.
Fakat "her hakikat ne derece yüceyse ondaki düşüş ve sapma da o ölçüde ağır ve o ölçüde zarar vericidir" kuralını göz Önünde bulundurarak şunu söyleyebiliriz: "Siyaset" kalp krizi geçirdiğinde, "politikaya" oranla halkı daha fazla aldatacak ve toplum açısından daha fazla tehlike yaratacaktır.
Nitekim teorik olarak kabul edebileceğimiz ve pratikte de gördüğümüz gibi siyaset, politikaya oranla diktatör tarafından daha kolay ve daha çabuk bir şekilde, istibdatçı rejimin izahı yönünde bir felsefeye dönüştürülebilir. Çünkü zahiren öğretmen, hemşireden çok daha fazla polise benzemektedir. Tarih boyunca kendi istibdat rejimini "halkı ıslah siyaseti" olarak adlandırmayan hiçbir diktatör yoktur. -Uyandırma anlamında-"azarlama" ve -terbiye etme anlamında- "siyaset" kelimelerinin istibdat literatüründe çok yaygın olması da bundan dolayıdır. Bu yüzden peygamberce bir misyonu bünyesinde barındıran bu iki yüce kelime, zihnimizde falakaya yatırmayı, kırbaçlamayı ve işkence etmeyi çağrıştırır.
Bu iki siyaset yaklaşımı, Dogu'da siyaset (halk inşası), Ba-tı'da politika (ülke yönetimi) şeklinde kendini göstermektedir. Batı'da siyasî özgürlükler gelişmekte, bireyselcilik (indivüdi-alizm) için zemin oluşmakta, düşünce özgürlüğü (liberalizm) ve halk yönetimi (demokrasi) gelişmektedir. Bunun aksine Do-ğu'da "en-nâs ala din-î mulûkihim" [insanlar yöneticilerinin dini üzeredir) ilkesi daha güçlüdür. Kolektif ruh, devletin hakimiyeti, düşünsel istibdat daha fazla hakimdir. (Alevî Şiasının amel ettiği) takiyye, artık bir taktik olmaktan çıkıp bir "alışkanlığa" bir "erdem"e dönüşmüştür. Bağımsız görüş sahibi olmak, bireyin genel Örfe, mevcut duruma ve avamın kabullerine karşı düşünce belirtmesi, ayıp karşılanmaktadır. Akıl ve şahsiyet sahibi olmak, "cemaatle hemrenk olmak" olmakta, böylece akıl inkar edilmekte ve şahsiyet yok edilmektedir.
Batıda gücün kaynağı daha ziyade yeryüzü hükümetidir, halkın iradesine dayanır, ya da en azından öyle görünür. Doğuda ise daha çok semavîdir, ilahî iradeye dayalıdır ya da Öyle görünür. Muhtemelen "siyaset felsefesinde" rehberliğin diktatörlüğe hızla dönüşmesi imkanından dolayı, en derin, en büyük ve en sürekli şeklini doğu tarihinde görüyoruz. Doğu'nun tarihinde hem "nübüvvet" hem de ''saltanat" bulunmaktadır.
Bu yüzden istibdatçı güçler ya Allah'ın temsilcisi olarak sultandılar ya Peygamber'in vekili olarak halifeydiler ya da her ikisinin de varisi olarak din adamıydılar.
Batı'da ne dinîn bu kadar derinliği ne de hükümetin bu kadar iktidarı bulunmaktadır.
Bugün Doğu'da proletarya diktatörlüğü adı altındaki devrimci liderler tarafından öne sürülen tek parti yönetimi, yükümlü demokrasi, ömür boyu cumhur başkanı tayini, -ki siyaset ilkesine olan eğilimi ifade etmektedir.- gibi öneriler, geleneksel bireysel diktatörlüklerin bünyesinde oluşup şekil kazanmaktadır.
Oysa Batı'da Marksizm'in bile -Batı düşüncesinin bir ürünüdür, serbest Batı demokrasisine ve liberalizme karşı devrimci bir yaklaşıma sahiptir, çoğunluğun oyuna değil, devrimci bir şekilde işçi sınıfının yönetimine inanır- tedricen bir siyasî partiye dönüştüğünü, devrim düşüncesini bir kenara bıraktığını, Batılı bir liberalist ve sendikalist karakter kazandığını, devrim seferberliği yerine seçim seferberliği yaptığını, siyasî ve demokratik oyunlara yöneldiğini, solla, sağla, içle, dışla, milliyetle, burjuvaziyle, bireysel özgürlüklerle, genelin refahıyla, "politik" flörtlere girişerek oy toplamaya çalıştığını, sendika yoluyla sınıfsal isteklerine, sandık yoluyla da hükümete ulaşmaya çalıştığını görmekteyiz!
Burada şu hatırlatmayı yapmam gerekiyor. Hâlâ 19. yüzyıl kafasıyla düşünen ve hâlâ liberalizm ve Batı demokrasisi havasında olan bazı klasik aydınlar, demokrasiyi şiddetle mahkum ettiğim, ideolojik yükümlülüğe sahip rehberliği şiddetle savunduğum için -yıllardır bundan bahsediyorum, aydınlara ve özgürlükçülere hâkim olan anlayışa rağmen açıkça bunu dile getiriyorum- beni küçümsüyorlar ve söylediklerimin sloganı özgür oylar ve serbest seçimler olan cepheyi zayıflattığını, bireysel istibdadı ve demokrasi dışı düzenleri tevil ettiğini belirtiyorlar. Ancak serbest seçim İsteğinin içine düştüğü durum, bu hakirin iddialarındaki doğruluğun açık bir ispatıdır. İkinci olarak bu slogan, koltuk sevdalısı olup özel ve tüzel açıdan söz konusu edilmesinde bir sakınca bulunmayan hesaplı sözler söyleyen müreffeh özgürlükçü aydınlara aittir. Onlar bununla konuşma hakkı ve yazma özgürlüğü elde etmeye çalışıyorlar. Fakat asırlarca istizaf [zayıf bırakılma, ezilme] ve istismarın [sömürü] ağır yükünü omuzlarında taşıyan, boğulmak üzere olan, açlıktan ve sıkıntıdan ölen sınıflar, isteklerine meclisin ütülü elbiseli mücadeleci aydınlannın cevap vermesini bekleyecek, zihinsel liberallerin parlamentarizmine gönül bağlayacak, cennetleri Avrupa, ütopyaları Amerika olan bir toplum arzusu duyacak durumda değildir.
Hele diktatörlük, ekonomik sistemin ya da sömürünün zorunlu sonucu olan siyasî bir düzendir ve ne bendenizin ne de zât-ı âlilerinin sözüyle değişir. Bu zorunlu sonuç, kurnazca yapılan faydacı yorumlarla değil, yalnızca başka zorunluluklarla değişir.
Gerçek olan dış görünüş değil, iç hakikattir. Diktatörlüğü mahkum etmek için demokrasi sloganına ümit bağlamak safdilliktir. Demokrasiyle diktatörlüğün zahiren benzerlik taşımamasından dolayı "ideolojik rehberlikten" söz etmezsek, bunun sebebi yalnızca diktatörlüğün kendisini, rehberlik şeklinde gösterebilmesidir. Diktatörlük, yüzüne hiçbir maske takama-mış olsa bile, toplumsal icaplar var oldukça var olabilen bir gerçekliktir. Zaten demokrasi de yüzüne taktığı bir maske değil midir?
Maskeleri bir kenara bırakıp yüzlere bakalım. Rehberliği diktatörlükten ayıran şey form değildir, içeriktir. Açık ve hissedilen toplumsal gerçekliklerdir. Güçlerin varlığıdır; rejimlerin doğumu ve ölümü, kurumlar, toplumsal ilişkiler, sınıfsal durum, siyasî tavırlar, ideolojik yön, dilin, kültürün, hayatın, üretimin, dağılımın, şartların, imkanlann, faydalanılanların, hatta dilin, kültürün hayatın vs. vekili olan "adamların", hatta "başka adamların" mevcudiyetidir. Anayasa kitaplarında yazılı olanlar değildir.
Burada imamet kavramı tümüyle aydınlatıcı bir işleve sahiptir. Aynı şekilde ümmet, sübut ve hareketin oluşturduğu iki ilke ve iki seçenek arasından (Sübut, halkın huzurunu ve rahatını sağlayan, onlan tehlikeden, zarardan ve hastalıklardan koruyan toplum idaresi anlayışıdır. Hareket ise ilerleme ilkesiyle düşünsel, toplumsal ve itikadı ilişkileri değiştirmek, toplumu, toplumun ruhunu ve beynini kemale doğru sürüklemek-tir) ikinci şıkkı seçer. O halde ümmet, bireylerin onda rahatlık ve durağan bir mutluluk hissedecekleri bir toplum değildir. Sorumsuzluğu, başı boşluğu, rahatlığı, huzuru, tüketim düşkünlüğünü, refahı, hedefsizce kof bir güzel hayatı, hayatın ölçüsü yapmaz. Rehberin -imamın, imamet ve rehberlik ilkesinin-hedefi, yalnızca halkı korumak, gözetmek, halka özgürlük ve rahatlık duygusu hissettirmek değildir. Birey, ümmetin içerisine girdiği an, birlikte yolculuk yapacağı bir gruba katılmış olur. Hareket, bu terimin bünyesinde ve ruhunda vardır. İkinci olarak onun ümmet içerisindeki hayatı, özgür ve rahat bir hayat değil, yükümlülükle ve sorumlulukla dolu bir hayattır. Üçüncü olarak birey, kendisini ümmetin üyesi olarak kabul ettiği an, bu ümmetin İmametini de kabul etmelidir. (Önce tanımalı, sonra kabul etmelidir). İmamet de toplumu durağanlık içerisinde tutup idare etmez. Onun ilk ve en önemli sorumluluğu, -yani imamet şeklindeki siyasî felsefesi- hükümet esasına dayanarak, toplumun hızla kemale doğru sürüklenmesi sırasında bireyler rahatsızlık ve huzursuzluk duysa bile, toplumun en hızlı şekilde ilerlemesini, değişmesini ve tekamülünü sağlamaktan ibarettir. Durgun, sıradan mutlu bir hayatı, o hareketten ve tekamülden daha çok beğenen bazı kimseler çıksa da bu tür kişilerin tercihlerinin herhangi bir yeri olmayacaktır. Çünkü İmamet, hedefini, avamın beğenisine ya da havasın faydasına göre belirlemez. Misyonunu, hedefini "maslahata" göre değil, hakikate göre, "olması gerekene" göre belirler. Peki hangi hakikate göre? Ümmetin bireylerinin inanmakta olduğu ideolojinin ve Öğretinin [mektep] gösterdiği hakikate göre. Bu esasa göre burada bireylerin hedefi "-imek" [büden] değil; "olmak" [şodenjtır. Ümmet, hür ve hoş kalmak değildir. Doğru ve hızlı "gitmek'tir. İyi yaşamak değil, iyi hayattır.Ekonomi, amaç değil, araçtır; Özgürlük ideal değil, idealin gerçekleşmesi için gerekli olan bir araçtır. Ümmet, yeryüzünün hiçbir yerinde yerleşik halde değildir. Ümmet, hiçbir kan ve toprak bağına dayanmayan bir toplumdur. Ümmet hiçbir iş, hayat tarzı ve gelir düzeyine göre oluşmamış olan bir toplumdur. Ümmet, bireylerinin büyük ve aşkın bir önderliğin rehberliğinde bireyin ve toplumun kemalini ve ilerleme sorumluluğunu kanında, hayatında ve inancında hisseden bir toplumdan ibarettir. Hayatta rahat "olmak" [bûden] [-imek]la değil, sonsuza "gitmekle, mutlak kemale, mutlak bilgiye ve mutlak bilince gitmekle, aşkın değerleri sürekli bir şekilde yaratıp keşfetmekle, hiçbir durakta, hiçbir şekil ve kalıp içerisinde kalmamakla, olmakla [şoden], daima insanî tekamül içerisinde olmakla [şoden], hicretle, daima "olduğumuz yerden" 'olduğumuz şeye" hicretle, insan fıtratının derinliklerinde gizli yetenekleri daima filizlendirmekle, tüm beşerî boyutlardaki filizlenmeyi algılamakla mükelleftir. Ardından da:
1- Mutlak kemaller istikametinde "olmak" [şoden]
2- Aşkın değerler istikametine "gitmek"
Anlama kapasitemizin çerçevesi nce genişliğe sahip olan bu iki derin ve devrimci şiarın anlamı işte budur:
"Ela ilallahi tesiru'l- umur" [Dikkat edin bütün işler sonunda Allah'a döner] (Şûrâ:53) "ve ilallahi 1-mesîr'' [Dönüş Allah'adır] (Fatır:18, Al-i İmrân:28) İşte bizim "oluş'umuz [şoden] Allah'a doğrudur. 'İnna lillahi ve inna ileyhi râciun' Biz Allah'tanız ve Allah'a döneceğiz.
Allah ne demek? Yani, mutlak kemal, mutlak ebediyet, sonsuzluk, ilim, yaratıcılık, bilinç, bilinç, güzellik, güç, hayır, cömertlik, lütuf, avf, adi, azamet... Sonsuzsuzluk, sınırsızlık: "Tehluku bi ahlakillah" [Allah'ın ahlakıyla ahlaklanın] Bizim gidişimiz ve oluş [şoden]imiz ona doğrudur. Vahdet-i vücutçu sû-fîlerin dedikleri gibi "onda" değildir. "İleyhi'dir, "fîhi" değildir.
İnsan kendi güzergahında Allah'a ulaşamaz. Allah'ta ko-naklayamaz. Denize varan, onda yok olan, kendinde fânî, onda baki "kalan" bir ırmak gibi değildir. Allah, sabit bir yer değildir. Belli bir sınırdan başlamamaktadır, sınırlı bir zâtı yoktur. Allah, tekamül istikametinin bütünüdür. Neresidir? Allah, Allah'a kadar ne demektir? Yani ebediyete kadar, mutlaka kadar, yani durmaksızın sonsuza kadar tekamüle gitmektir.
Ümmet, aşkın mutlak yönünde ebedî bir "olmak" [şoden] ve "gitmek" hali içerisinde olan bir toplumdur. "Ümmet"i tanıdığımız zaman, "İmamet"i ve onun toplumsal konumunu kolay ve açık bir şekilde anlayabiliriz.
Binaenaleyh, "İmamet" ümmeti bu yolda yönlendiren, bu yolda götüren rejimdir.