Menyu
Ali Şeriati Üzerine Bir Deneme / Turgay EVREN
HAKKINDA YAZILAN MAKALELER [TÜRKÇE]

Ali Şeriati Üzerine Bir Deneme / Turgay EVREN

İlk defa lise yıllarında Ali Şeriati’nin kitaplarıyla tanışmıştım. İlk Şeriati okuma serüvenim, kendi dışındaki tüm mezhep ve yaklaşım tarzlarını reddeden katı bir Ehli Sünnet anlayışının teşvikiyle, gerçekleşmişti. İlginç bir şekilde mezhepçilik bende birçok insana sirayet eden bir içe kapanma ve tek yanlı okumaya sebep olmamıştı. Şeriati’yi okuyordum ancak onun eserlerinden feyizlenmek için değil, onun ne kadar sapkın görüşlere sahip olduğunu tanıdığım herkese ispatlayabilmek için. Zamanla bir üniversite öğrencisi olarak karşılaştığım çağdaş düşünsel meydan okumalara karşı, İslamı savunabilmek adına Şeriati’den pragmatist bir şekilde yararlanma yolunu seçtim. Çağdaş fikir akımlarına karşı Seyyid Kutup, Hasan el-Benna, Said Havva ve Muhammed Kutup’tan elde edemediğim yeni, orijinal ve eleştirel yaklaşımları Şeriati bana cömertçe sunuyordu. Bu dönemde Ali Şeriati benim için batı felsefesine açılan sağlam ve güvenilir bir köprü vazifesi gördü. Konuşmalarımda sık sık Şeriati’nin kitaplarında geçen Sartre, Camus, Heideger, Marx, Will Durant ve Alexis Carrel gibi batılı düşünürlere göndermeler vardı. İslamı, batılı düşünürlere göndermeler yaparak savunuyor olmam o günlerde birçok insana gerçekten de ilginç geliyordu.

           

Ali Şeriati’nin kitaplarına yönelik bu pragmatist ve yüzeysel okuma biçimini, Şeriati’nin çarpıcı ve elektrikli üslubuna karşı uzun süre devam ettirebilmem pek olası görünmüyordu. Nitekim, üniversite yılları ilerledikçe, Ali Şeriati’nin fikirlerine derin bir hayranlık beslemeye başlamıştım. Onun İslami kavramlara getirdiği diri ve yepyeni anlamlar, ve batılı tekniklerden de yararlanarak geliştirdiği Kur’an’ı yorumlayış tarzı yüreğimi ve aklımı adeta bir fetih alanına çevirmişti. Eserlerinin her yerinden İslam’a olan sarsılmaz bir iman ve tarihin unutturamadığı bir ailenin küçük, sade evinden yükselen bir isyan çığlığı fışkırıyordu. Onu, özel hayatıyla ilgili ipuçları veren mektupları ve diğer eserleriyle daha yakından tanıdıkça, ona olan sevgim gittikçe daha çok artmıştı. Bu dönemde mezhepçiliğin dar bakış açısından kurtularak olaylara daha geniş bir perspektifden bakmaya başlamıştım. Karşımdaki insan Paris’te doktora öğrenimi sırasında Cezayirli Müslüman öğrencilerin Fransızlara karşı verdiği bağımsızlık mücadelesine fiilen katkıda bulunarak hapis yatmış ve Şii din alimlerini Filistin meselesine gösterdikleri ilgisizlik yüzünden kıyasıya eleştirmişti. Peygamberimizle ilgili yaptığı bir siret çalışmasında tarihsel anlamda daha eski olduğu için özellikle Ehli Sünnet kaynaklarından yararlanmış ve geleneksel Şia alimleri tarafından pompalanan hurafelere kafa tuttuğu için kendi ülkesinde Sünni olmakla itham edilmişti. Tüm görüşlerini benimsememekle beraber artık ben de bir Ali Şeriati öğrencisiydim.

                       

Ne demektir Ali Şeriati’nin öğrencisi olmak? Ali Şeriati’nin öğrencisi olmak her şeyden önce, Emerson’un da belirttiği gibi, tek bir insanın takipçisi olmamak ve kendine güvenmek demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak, kör taklitten ve eşekleştiren her şeyden, bu şey bilim, din, sanat, spor veya kadın olabilir, uzak durmak demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak demek, Kur’an’ı bilinçlice okumak, peygamberi ve ehli beyti derinlemesine tanımak demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak batıyı kapalı gözlerle takip etmemek ve batıdan gelen her şeyi yine şeçme özgürlüğünü kullanmadan kör bir şekilde reddetmemek demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak insanı Cebriye’nin insan iradesini reddeden kader inancına hapsetmemek ve onun özgür iradesini Marx’ın ve Hegel’in insanı bir kuklaya dönüştüren determinist tarihsel materyalizm nehrinde boğmamak, onu en az egzistansiyalist Sartre kadar özgür tanıyabilmek demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak, uyanık ve dertli olmak, Mevlana gibi bir yüreğe, İbn Sina gibi bir akla ama Ebu Zer gibi bir yaşama aday olmak demek. Ne bağnaz geleneklere ne de yabancılaştıran modernizme teslim olmamak demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak demek, bir insanı tüm fikirleriyle benimseme yanlışına düşmemek ve bir insanı hataları yüzünden bir çırpıda silip atmamak demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak Ali gibi, Ebu Zer gibi yalnız yaşamak, yanlız ölmek ve yalnız haşr olunmak, yine onun tabiriyle göller bölgesinde bir ada olmak demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak demek, Hallac gibi vahdeti vücuda ererken geride halkı unutmamak, Hz. Muhammed gibi miraca çıkıp Allah’la buluşma zevkine ve ayrıcalığına erişmek, ama akabinde halkın arasına, ezilmeye, baskı ve aşağılanmalara geri dönebilmek demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak demek Platon’un akademisine hapsolmamak, Descartes’ın kuru aklına ve Bacon’ın bilgisine esir düşmemek, Kur’an’da geçen bir harfin mahrecini doğru çıkarabilmek için yoğunlaşıp Kur’an’ın ruhunu unutmamak demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak demek Allah’ı diğer dinlerin bağlıları gibi tabiat ötesinde aramamak, Peygamberi insanüstü bir yere oturtarak etkisizleştirmemek demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak demek işçinin hakkına riayet etmek, yeryüzünde zayıf bırakılmışlardan yana olmak ve Allah’ın Kur’an’da defalarca emrettiği sosyal adaleti yeryüzünde gerçekleştirme ülküsünü ibadetlere kurban ettirmemek demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak kuvvetin sembolü olan demir ve ilmin sembolü olan kitabı, adaletin sembolü olan terazi ile dengeleyebilmek demek. Şeriati’nin öğrencisi olmak demek, hayata şehadetin ışığıyla anlam bağışlaya- bilmek, ölümü Ali gibi, Hüseyin gibi, Ebu Zer gibi yüzünde bir tebessümle karşılayabilmek demek. Tüm bu saydıklarımızı tek kelimeye vurmak gerekirse, Şeriati’nin öğrencisi olmak, ALLAHPEREST olabilmek demek.       

                       

Şeriati bize kısa süren hayatında neler öğretti? Ateşin formülünü bulmayı değil, ateşin içinde yanmayı… Salt aklın, gerçeği kavramada bir fotoğraf makinasından daha ileri gidemediğini…Tevhidin doğaüstü bir felsefe olmayıp, Allah’a iman etmekten çok daha fazla bir şey olduğunu…Kur’an’ın semavi bir kitap olmakla beraber, bir çok süresinin ismini toplumsal ve doğal fenomenlerden alan, daha çok doğaya ve topluma dönük bir kitap olduğunu….Özümüze dönmemiz gerektiğini ve bu özün toplumumuzda İslam’dan başka bir şey olmadığını… Sömürgeciliğe karşı savaşımı ancak Muhammed Abduh’un şiarı olan Kur’an’a dönüş hareketiyle gerçekleştirebileceğimizi…. İkbal gibi, Henri Bergson kadar felsefede derinleşmeyi, ancak Mevlana’da hakikate dönüşmeyi… Açlığın neredeyse küfür olduğunu…. Evimiz yanıyorken bizi namaza çağıran sesin Şeytana ait olduğunu ve Şeytanın Allah’ı ustaca taklit ettiğini… Şüphenin, gençlik için kesinliklerden çok daha fazla, imana hizmet ettiğini…. Duanın basit, bireysel, bencil yakarışların çok ötesinde bir şey olup sosyal bir yön ve anlam içerdiğini…  Marcuse’nın tek boyutlu insanına karşı, İslam’ın Allah’ın ruhundan ve çamurdan oluşan çok boyutlu insan tasavvurunu ve insanın bu mektepte hiçbir din ve felsefede yükselemediği zirvelerde gezindiğini….  İnsan’ın tabiat, tarih, toplum ve benlik zindanından kurtulmasının ne denli zor olursa olsun imkansız olmadığını…Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmamızı… Hz. Muhammed’in tüm insanlık için en güzel örnek olduğunu ve onu tanımanın onu sevmekten daha yüce olduğunu…. Hayatta, sanatın takip ettiği güzelden, bilimin araştırdığı doğrudan ve dinin meşgul olduğu iyiden başka uğrunda dertlenmeye ve kafa yormaya değer hiçbir şey olmadığını…. İnsani, toplumsal ve düşünsel özümüzden yabancılaşmamamız gerektiğini…. Modernizmin medeniyetle, entellektüelin aydınla asla eş değer olmadığını…. Aynı anda Sokrat kadar akıllı, Spartakus kadar güçlü ve İsa gibi sevgi dolu olmanın gereğini…. Alexis Carrel kadar duayı, Frantz Fanon kadar toplumumuzu, Şebli Şamil kadar Hz.Muhammedi, Luis Massignon kadar Fatıma’yı ve Luis Karden kadar İslamı tanımamız ve anlamamız gerektiğini…. Hz. Muhammed’in, her ne kadar Rodinson eleştirmek için söylüyor olsa da, silahlı bir peygamber olduğunu, ve cennetin kılıçların gölgesi altında bulunduğunu… İslam’ın bir protesto mektebi olduğunu…. Ümmet kavramının dinamik bir kavram olup, bizlere dayatılmakta olan cinsiyet, kan ve sınıf gibi yapay ayrımlar üzerinde yol alan tüm toplumsal oluşumlardan çok daha ilerici olduğunu… ve Fatıma’nın Fatıma’dan başka biri olmadığını.   

                       

Biz bugün Şeriati’yi anlamanın neresindeyiz? 44 yıllık kısa yaşamına zindanlar, işkenceler, uykusuz geceler, gözaltında geçen günler, sabahlara kadar süren konferanslar, yüzlerce eser ve nihayet şehadet sığdıran, zulme karşı susmayı bilmeyen, gözetim altında kendisine sunulan çok sınırlı özgürlüğü, halkın ve gençliğin boğulmakta olan imanı için, nefes nefese hayata çeviren bu yiğit adamı gerçekten ne kadar tanıyoruz? Aydını hadımlaştırdığını iddia ettiği taksitli hayat düzenine baş eğmeyerek, eşinin bir eve sahip olma gibi çok masum bir isteğine bile yıllarca direnen, gençliği, imanını kuşatan modernizm ve çılgın tüketim felsefesine karşı, tükenmek bilmeyen enerjisi ve düşünsel gıdasıyla koruyup kollayan, siyah gözlü hurilerin ,bal ve şerbetten ırmakların dolaştığı cenneti isteyene bırakıp, İslam’ı tehdit eden atıkların yüzdüğü uzak denizlere kulaç atan bu duygusal ve inatçı adam kimdir? Tarihin önünde saygıyla eğildiği saltanat saraylarına karşı Fatıma’nın küçük toprak evine sığınan, Ali’yi Zülfikar’ıyla değişmeye bir türlü yanaşmayan, Kapitalizmi Hacc’da taşlayan ve George Politzer’in materyalist felsefe teorisi ile idealist pratiği arasındaki yüz kızartıcı çelişkileri önümüze sermekten çekinmeyen bu adam neyi ispatlamaya çalışıyordu? Bir öğrencisinin deyişiyle, dindar olmasa aydınların ilahı olurdu, fakat onun ne mollalar gibi vaaz etmek için minberi, ne de aydınlar gibi konuşacak kürsüsü vardı. Aleyhinde her iki taraftan açılan iftira ve yalan yaylım ateşine tutulduğu bir sırada,  kendini ifade edecek her türlü araçtan yoksundu. Bütün bu olumsuz koşullara rağmen, bu adam tarihte pek az insana nasip olan bir toplumsal değişimin anahtarı olacak, ve yaşamını şüpheli bir ölümle yitirerek, vefatından kısa bir süre sonra, iman ve adalet adına gerçekleştirilen bir devrimin en büyük tetikleyici unsuru haline gelecekti. Gerçekten de hayatı timsahın kendi yuvasında kemiren bu adam kimdi ve ne yapmak istiyordu?

                       

Ali Şeriati’yi Türkiye’de ne kadar tanıyabildik ve onun fikirlerini her türlü taassup ve ön yargıdan uzak bir şekilde ne kadar tartışabildik? Şeriati’nin fikirleri Türkiye’li aydınları ne ölçüde etkiledi? Şeriati’nin Türkiye’deki düşünsel gelişme ve evrimlere nasıl bir katkısı oldu? Eserleri dünyada en çok Türkçe’ye çevrilen bu korkusuz adamdan neler öğrenebildik? Sosyalist bloğun çöktüğü, Kapitalizm ve liberalizmin nihai zaferini ilan ettiği, büyük anlatıların iflas ettiğini ve tarihin sonuna geldiğimizi iddia eden post modern argümanların cirit attığı tek kutuplu bir dünyada, Şeriati’nin fikirleri insanlık için ne ifade ediyor? İslam ülkelerinin sırayla batılı güçlerce işgal edildiği, Ortadoğu’daki tüm ülkelerin haritasının değişeceğinin ısrarla vurgulandığı bu yeni Dünya düzeninde İslam’a dair algımız nasıl olmalı? İslam’ın ‘Silm’ kökünden geldiğini söyleyerek onu bir barış dinine mi çevirmeli, yoksa Şeriati gibi İslam’ı ‘selleme’ kökünden alıp onu haksızlığa karşı bir direniş ve kıyam ocağı olarak mı yorumlamalı? Bu yüzyılda hangi İslam’ı benimsemeli? Ahmed Gulam Kadıyani’nin cihadı iptal eden ve sonunda sapıklaşan İslam yorumunu mu? Yoksa Sir Seyyid Ahmet Han’ın bilim ve eğitim etrafında dolanan ama İngilizlerin Hindistan’daki hakimiyet alanına dokunmayan İslam anlayışını mı? Ya da Seyyid Cemalleddin Afgani’yle ortaya çıkan, İkbal’le, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mehmet Akif Ersoy, Said Nursi ve Ali Şeriati’yle devam eden bilinçlenmeyi ve direnişi bir arada götüren, ve zilleti reddederken Müslümanları vahdet, izzet ve şerefe çağıran İslam öğretisini mi?

                       

Kuşkusuz, bu cesur ve duygusal adamdan bizim daha öğrenecek çok şeyimiz var. Bugün dünyada gelişen olaylarla beraber, Ali Şeriati’yi daha iyi anlayabilecek durumdayız. Ali Şeriati bizim için bir son değil, tersine bir başlangıç noktasıdır. Onun bakış açısını, yaklaşımlarını ve metodunu içinde yaşadığımız topluma ve zamana göre geliştirmek bizim elimizde. Ali Şeriati’nin bizden istediği en önemli şey bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaktan kaçınmamız ve bilgiyi her zaman ve koşulda sevginin önüne koymaktı. Elbetteki bugün, postkolonializm, postmodernizm, deconstruction, hermenetik, semiyotiks, oryantalizm gibi daha birçok yeni kavramla karşı karşıyayız. Bugün felsefe alanında Frankfurt okulunun temsilcisi, Habermas, Postmodern felsefenin temsilcileri, Althusser, Derida, Foucalt, Lyotard, postkolonializmin savunucuları Homi Babbha, Goyatri Spivak, Achebe, Naipaul ve bunların Marksist eleştiricileri, Terry Eagleton, Arif Dirlik, Ajaz Ahmed, Kenan Malik, ve ıslah olmaz muhalif Noam Chomsky ile oryantalizmin maskesini düşüren Edward Said gibi düşünürlerin fikirleriyle etkili olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Şeriati’nin arkadaşı Frantz Fanon’un sömürü karşıtı düşünceleri bugün edebiyat ve felsefe alanında postcolonializm felsefesine dönüşerek üniversitelerin edebiyat bölümünde temel dersler arasındaki yerini almış durumda. Edward Said isimli Filistinli hristiyan düşünür, Fanon’un izini takip ederek batının ikiyüzlülüğünü “Oryantalizm” adlı çalışmasıyla ortaya sermiş. Ameri Taheri adlı, zaman zaman CNN ve BBC gibi uluslararası televizyon kanallarında boy gösteren ve batı ağzıyla konuşan meşhur bir zat, Ali Şeriati ve Edward Said’in fikirlerini eleştirel bir bakış açısıyla karşılaştıran bir makale kaleme almış. Akbar S. Ahmad İslam ve Postmodernizm adlı bir kitap kaleme almış. Hüseyniye i-İrşad’ta Şeriati’yle beraber konferanslar veren Seyyid Hüseyin Nasır, İran İslam Devriminin ardından Amerika’ya sığınmış ve İslam’ı gelenek olarak yeniden yorumlayarak, batı dünyasında kendine yer açmış ve haklı bir ün edinmiş. Bir zamanlar Ali Şeriati ve Mutahhari’nin sentezi olarak görülen Filozof Abdulkerim Suruş, molların hışmından kaçarak, yaşamını İngiltere’de sürdürmeye başlamış ve daha şimdiden adını bu yüzyılın yaşayan en büyük filozofları arasına yazdırmış ama ne pahasına? Kendisinin övünerek söylediği gibi, o İslamı Ali Şeriati gibi kalınlaştırmayıp, tersine inceltiyormuş. Şeriati’nin her zaman bize hatırlattığı bir şey vardı; bir fikir ne kadar yüce ve değerli olursa olsun, eğer o fikir insanlık pazarına sürecek ürünlere yani dünya çapında insanlara sahip değilse, etkili olma şansını yitirmiştir. Şeriati bir defasında İslam’ı elmasa benzetecek, ancak çamurun altına saplanmış, kimsenin farkında olmadığı bir elmasın değerinden bir şey yitirmese dahi, kimseye yararı olmayacağını söyleyecekti. Şeriati, İslam mektebinde yetişen çok boyutlu bir insana dönüştü ve yığınların yüreğine ve zihnine inancın damgasını vurmayı başardı. Ve bunu da, bir çoğunun yaptığı gibi ne ruhanilere, ne halka, ne aydınlara ne de batılı sömürgeci devletlere dalkavukluk yapmadan, sadece Allah’a sığınarak sözünü eğip bükmeden yaptı.      

                       

Bugün yukarıda saydığım, zihinlere egemen olmak için birbirleriyle yarışan düşüncelere ve çoğu zaman gençliğimizin imanını tehdit eden bu düşünceleri, bitmek bilmeyen bir enerjiyle pompalayan bir entelektüeller ordusuna karşı biz ne yapmaktayız? İslam’ı, uluslararası bir düşünce platformunda savunabilecek kaç tane Müslüman düşünüre sahibiz? Türkiye’de kaç tane Müslüman düşünürümüzün yazdığı kitaplar dünyanın diğer dillerine tercüme ediliyor? İsmail Raci Faruki, Muhammed Esed, Seyyid Kutup, Said Nursi, Mevdudi, Vahidüddin Han, Muhammed İkbal, Muhammed Hamidullah, Roger Garaudy, Ali İzzet Begoviç, Mutahhari, Muhammed Bakır es-Sadr, Fazlurrahman, Seyyid Hüseyin Nasr, Beheşti, Said Havva, Hasan el-Benna, Ramazan el-Buti, Muhammed Gazali, Yusuf el-Kardavi ve Abdulkerim Süruş gibi ünü yaşadığı toprakları aşan, bu yüzyılda yaşamış daha kaç Müslüman aydın ya da alim sayabilirsiniz? Yazık ki bugün bizler bu değerli düşünürlerin fikirlerini öğrenme ve anlama çabalarının bile oldukça uzağındayız. Bugün Türkiye’de bu dindar aydın ve alimlerin fikirlerini karşılaştırmalı olarak inceleyip tartışabileceğimiz bir platformumuz bile yok.

                       

Ali Şeriati’nin ilk kitabı Türkçeye 1980’li yılların başında çevrildi. O günden bu yana yıllar geçti, ancak Şeriati’nin hayatı ve fikirleri üzerine kaleme alınmış en sıradan bir kitap çalışması bile gerçekleştirilemedi. Oysa bu konuda yazacak o kadar çok bakir alan mevcuttu ki. Sözgelimi, Ali Şeriati Türkiye’de hangi aydınları, ne ölçüde etkiledi? Şeriati hangi yazarların yeni yazım çalışmalarının ilham kaynağı oldu? Batıda bilimsel araştırmalar alanında kullanılan karşılaştırmalı tekniği kullanarak Ali Şeriati ile İkbal’i, Mutahhari’yi, Seyyid Kutubu ve hatta Said Nursi’yi karşılaştırmaya ne dersiniz? Gerçekten de Ali Şeriati ile Said Nursi arasında hem mücadeleleri ve hem de fikirleri açısından inanılmaz benzerlikler var. Amerika’da bir üniversitede görev yapan İngiliz asıllı büyük Müslüman profesör Hamid Algar boşuna özellikle bu her iki alimin bazı eserlerini seçerek İngilizceye çevirmedi. Son dönemlerinde Said Nursi’nin fikirlerinden oldukça etkilenen büyük üstad Cemil Meriç’in, aynı zamanda Ali Şeriati’yi gerçek bir aydın olarak övmesi sadece bir raslantı mı? Bugün Said Nursi’yi -hiç bir zaman doğrudan öğrencisi olmadıysa da- hareketinin başlangıç noktası yapan, Türkiye’nin en etkili simalarından biri olan, Fettullah Gülen’in, Dücane Cündioğlu’nun Yeni Şafak’taki bir yazısında da belirttiği gibi, eserlerini yazarken özellikle Ali Şeriati’nin etkisi altında kalmış olması bir tesadüf mü? Ali Şeriati Hüseyniye-i İrşadı çok yönlü bilimsel bir üniversiteye dönüştürmeye çalışırken, Said Nursi tüm hayatını din ve modern bilimlerin beraber öğretildiği İslam dünyasının en büyük üniversitesi olacak Medresetül Zehra projesine vakfedecekti. Her ikisi de eğitimi İslam dünyasının yeniden ayağa kalkması ve şahlanması için bir başlangıç noktası olarak görecek ve Tevhid, insan, kainat ve toplum bağlamında birbirine paralel, dönemlerine göre oldukça özgün fikirler ileri sürecekti.

                       

Ali Şeriati, Said Nursi, Mehmet Akif Ersoy,  Seyyid Kutup, Hasan el-Benna ve Mevdudi gibi insanları tanımak neden önemlidir? Çünkü onlar; bu yüzyılda İslam’ın gerek bireysel gerekse toplumsal alanda yaşanma deneylerinin yapıldığı adeta birer laboratuar hükmündedirler. Çünkü onlar; gençliğin imanını kendi ahiretlerini bile riske ederek savunmayı kendilerine görev bilmişlerdir. Çünkü bu aydın ve alimler; Nietzsche’nin Tanrı öldü dediği, Betrand Russel’ın böbürlenerek neden Hristiyan olmadığını anlatmak için bir kitap yazdığı, Camus ve Sartre’ın Tanrısızlık sızısını varlıkla hafifletmeye çalıştığı, Heideger’in insanı boşluğa atılmış bir taş parçası olarak yorumladığı, Albert Bayet’in bilim ahlakından bahsettiği bir çağda, kitlelere İslam’ın modernizme karşı direnen tek yaşayan din olduğunu ve hala toplumları değiştirebilecek bir dinamizm ve potansiyele sahip olduğunu, yaşamları, fikirleri, mücadeleleri ve ölümleriyle gösterebilmişlerdir. Çünkü ismini saydığım bu ve benzeri aydın ve alimler, son peygamber Hz. Muhammed’(S.A.V.)in 20. yüzyıldaki varisleriydi. Çünkü onları tanımak, bizi kaynağa biraz daha yaklaştıracak, bizleri olmak istediğimiz ama bir türlü olamadığımız kendimizle, insani ve toplumsal özümüzün uyanık aydınlığında yüz yüze getirecektir.