Menyu
Doktor Şeriati’de Sanat: Varolandan Kaçış - 1 / Dr.Mustafa YILMAZ
EDİTÖR MAKALELERİ

Doktor Şeriati’de Sanat: Varolandan Kaçış - 1 / Dr.Mustafa YILMAZ

Dünyayı gerçekte ‘olduğu’ gibi değil ‘olduğumuz’ gibi değerlendiriyoruz. Sanat dünyanın hiç olmayacak biçimde yorumlanışı. Sanat halüsinasyon görmek gibi. Son yüzyılın bütün avangardları için sanat bir meydan okuma. Kime karşı, ne için? Mekanik dünya ve modern toplum, arayış mabedine ruhun girmesini yasaklamıştır. Bilimciler, teknokratlar, mühendisler, doktorlar birer zangoç edasıyla manevi haz duyarak işlerini yapmaktadırlar. Oysa sanatçı muhalif olma durumunda. Bu zorunluluk sanatçıyı sanatçı yapıyor. Dada öncülerinden Marcel Duchamp bir dükkandan pisuvar alıp sanat galerisine yerleştirdiğinde bir karşı duruşun kapılarını araladı. Alışkanlıkların hala sanat sayıldığı, burjuva zevklerinin, frakların, salonların, ince zevklerin, mürailiklerin geçer akçe olduğu bir dünyaya pisuvar hediye etmek! Rahatı yerinde beylerin sanat anlayışları alt üst edilmiş, baronlar pisuvarın kötü kokusundan rahatsız olmuşlardır.

Sanat aristokrat sınıfların yaşam ve ilgi biçimlerinden birisi değildir. Hangi sınıftan olursa olsun varolmayanı arama cehdi içine girmiş insanların çabasıdır sanat. Sanat tüm zamanların en önemli ifadelenme aracıdır. Modern zamanlarda ise teknotoplumun cenderesinde cinnete tutulmuş insanlar için bir isyan, bir başkaldırı adresi olmuştur. Tüm şubeleriyle sanat ve varetme arzusu, kaybolan benliğin, gerçeğin takipçisi durumundadır. Sanat artık elitlerin, burjuvazinin, aristokratların saraylarının kapalı kapılarını kırarak sokağa inmiştir. Varoluş sırrına aşık insan cezbe halinde bağırmaktadır.

Sanat bugün felsefenin elinden bayrağı almış, Sokrates tiyatro seyretmek, İbn-i Rüşd çello dinlemek zorunda! Tehlikeli ama gerçek. Sanat nihayetinde bir felsefe üzerinde yükseliyor. Sanat felsefesi diye bir alan doğmuş. Bir anlamı var mı bilemiyoruz. Fakat insan arayış içinde. Doktor Şeriati’nin ifadesiyle insan “olmak” halinde bir gerçektir. Oysa “beşer” bildiğimiz bir tarihe sahip, daha somut bir varlık. Yani insan an, beşer tarih. An kavga bekler, tarih felsefeye ve belki de anlatıma, hikayeye muhtaç.

Platon’un ‘doğa güzelliği teorisi’ne göre, bir sanat eserinde, dünya üstü olanın yansıması, sonsuz olanın sonlu olanda biçimlenmesi, idelerin şekil kazanması ne ölçüde olursa, eser o ölçüde salt sanat etkisi uyandırabilir ve sanat eseri adını almaya hak kazanabilir. Estetik teorilerin tepeden bakmacılığı olarak nitelendirilebilecek bir söyleyişle sonsuzu biçimlemeyen hiçbir sonlu, dünya üstü olanı özetlemeyen hiçbir dünya düzeyi sanat değeri taşımaz. Aforizmik bir ifadeyle: ‘Estetik, koyunları keçilerden ayırma işidir. Estetik yumuşak bir yargı olarak bütün keçileri koyun sayarsa görevini yapmamış olur.’

Shaw’ın yerinde tespitiyle ‘sanat varolmasaydı, gerçeğin kabalığı dünyayı katlanılmaz kılardı’. Sanat her halükarda olmayana bir gönderidir. Bir pencere, bir mazgal. Kaçmak, varolandan uzaklaşmak çabası. Arayış ve duyuş. Varlık değil varoluş rahatsız eder. Nesne yoktur ‘olmak’ çabası vardır. Gastrit değil bu şizofreni… Sanat ‘olmak’ halindeki insan için en azından bir soru sorma ve cevabının peşinde olma çabası. Bilince erişen insan için tarih, toplum, coğrafya ve benlik zindanlarında bir ışık yanmaya başlamıştır. Bu imkandır! İmkansızı mümkün kılan! Ne derece? Delicesine, meczupça, ama samimi. Hegel’in ilk bağdan kurtuluş dediği şey budur. Topraktan makineye ve oradan teknoevrene doğru yürüyen dünyada insan aşkın değerlerin peşindedir. Daha yüksek acılar çekmek istemektedir. İnsan ıstıraplı ve susuzdur. Durkheimci sosyolojiye bakarsanız bugünün insanında ‘ben’ ortaya çıkmıştır. Yani birey vardır artık. Oysa insan yalnız ve gariptir. Birey yalnız ve bunalımlarda. Okyanusta bir gemi. Kaptan sarhoş. Gece ve ışık yok. Pusula kayıp. İnsan yalnızlaştıkça kendine yabancılık hissediyor.

Doktor Şeriati’de bilgi, insanın varolan hakkındaki bilgilenmesidir. Oysa sanat ‘olması gereken, fakat olmayandan yararlanmak için insanın çabalamasından ibarettir. Bu bağlamda kendini yalnız bulan insan, sanat vesilesiyle bu yeryüzünü, gökyüzünü yada uyuşamadığı, yabancı olduğu nesneleri; idrak etmek için, yakınlaşma ve barışma boyasıyla boyanmak ister.’ Bununla birlikte sanat bu kaçış ve yabancılaşmanın, kendini garip hissetmenin verdiği ağır duygu yükünü hafifletmek işini de üstlenir.

Klasik felsefecilerin bir kısmına göre mimezis [taklit] olan sanat, Doktor’a göre de taklit, oyun ve eğlencedir ama bir farkla ki; sanat, duygu ötesinin ve tabiat ötesinin taklididir. Ona göre tabiat ötesinin tam taklididir ve tabiatı kendi suretinde süslemek, onda olmasını istediği ama bulamadığı şeyi yaratmak arzusudur sanat. Bu anlamıyla insanın muhtaçlık duygusunu, ıstırabını, yalnızlığını duyumsanabilir maddi bağlardan uzaklaştırarak daha yüce değerlerle giderme çabasıdır.

Doktor Şeriati sembolizmin sınırlarını zorlayacak bir yorumla Kur’an’dan “Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” [33/72] ayetini mevzuya konu ederek derki: “Bu ifadeyle anlatılmak istenen Allah’ın durup ‘Ey dağ ve gökyüzü! Siz ister misiniz bu emaneti?’ demesi ve onların da ‘Hayır!’ demeleri, sonra insanın yüklenmesi değildir. [Tersine] dağlar ve denizler, yaratıcılık, duyarlılık ve varolandan fazla bir ihtiyaca sahip değildirler. Onlar ne muhtaç olduklarını, ne ıstırap sahibi olduklarını ve ne de yaratabileceklerini hissederler. İnsandır yüklenen. Ne sebeple? Hissedebilen, seçebilen ve yaratabilen bir yeti sebebiyle.” Sanat Doktor’a göre Allah’ın insana verdiği bir emanettir. Sanat aracılığı ile insan tabiat ve varlığı, Allah’ın istediği ama olmayan şekliyle süslemektir. Sanat Allah’ın yaratıcılığının bir yansıması olarak varlığın süslenmesinde ve idamesinde insanın yaratıcılığının ortaya çıkışıdır. Sanat Hegel’in dediği gibi, tarihi boyunca nesnellik ve maddilikten, zihinselliğe, akla uygun olmaya doğru evrim geçirmektedir. Buradaki zihinsellik, zihni varlığı ile herkesin kendisine mahkum olduğu kabulüne dayanan burjuva idealizmi değildir.

Sanat, tabiatta varolan ama insan elinin erişemediği şeye insanı ulaştırandır Doktor’a göre. İşte tam da  bu nedenle olmayanı aramanın verdiği ıstırap, acı, yalnızlık duygusu, gurbette olma, kuruma, yaprak dökme, çöle dönme, inleme, ağlama doğar ve gelişir. Sanatın üstünlüğü de buradan doğar. Resim heykele göre bir boyut eksik yanıyla soyutlamaya daha uygundur. Ve estet burada daha da mükemmelleşir. Müzikte de resimden bir boyut eksiktir. Resimde iki olan boyut müzikte teke düşmüş, soyutlama sadece zamanla sınırlı boyuta inmiştir. Tabiattan bir boyut eksildikçe soyutlamaya ve subjektiviteye daha yakın olma şansı doğar. Şiir ise mutlak ve salt soyutlamadır. Şiirde diğer sanat eserlerinde olmayan mefhumlar mükemmel bir şekilde ifade edilir.

Doktor Şeriati, Heidegger ve Karl Jaspers’la aynı kanaati taşır ve Heidegger’in bilimin gözardı ettiği insani gerçek öze olan ilgisini ve Jaspers’ın insanı kendine yabancılaştıran bilim eleştirisini haklı bulur. Böyle bir bilim anlayışını dışlar. Sartre’ın ve Camus’un duyumsadığı da aynı şeydir. Sartre dünyayı her şeyden yoksun görür ve insanın düşünce ve irade ile kendisini yaratması gerektiğini söyler. Camus’un vebası da aynı şeydir. Burjuvazinin yalancı maddi cennetindeki insan isyan etmek zorundadır. Bu insan bilinçli, yalnız ve ıstıraplıdır. Bu aynen Adem’in cennetteki isyanına benzer bir isyandır. Doktor Şeriati bunu beşeri ve fıtri bir yasa olarak görür. Adn cennetinde bile olsa insan bilince ulaştığı an, olması gerekene ulaşma hasreti ve aşkı varolana karşı onu isyanı sürükler. Böylece aslında Doktor’un sınırlarda dolaşarak anlatmak istediği şey sünnetullahın vuku bulmasından başka bir şey değildir ki insan fıtratına bunları veren de ilahi iradenin kendisidir. Adem’in isyanı ‘olmak’ gibi bir zorunluluktan doğmaktadır.

Sanat isyanı ifadelenmeye dönüştürüyor. Ruh sakinleşmek için bir yatak arıyor. Çağlayan yatağına kavuşunca gönül susuyor ve kelam saltanatını kuruyor. İnsan sükunet arıyor. Hüzün en samimi sığınak. Sen ayrılmazsan o asla ayrılmaz senden. İnsan acılarını seven garip bir yaratık. Hüznüne melankolik bir aşk duyuyor. Doktor Şeriati soruyor: ‘Yüce ve ince ruhlu kimselerin güz ve hüzün tasvirlerinden hoşlanmalarının sebebi nedir? Çünkü insan, sonun sınırına burada yaklaşıyor. Mesela gurup vakti niçin insanı teemmüle sevk ediyor ve ona derin bir haz veriyor? Güneşin doğuşu insanı sevinç ve neşe içinde yatağından kaldırarak kahvaltı sofrasına çekerken, gurup vaktinin, insanı gündelik kaygılardan ayırıp onu kendisiyle ilgili düşüncelere sevk etmesinin sebebi nedir? Birbirine benzeyen iki görünüm niçin insanda birbirine zıt olan iki farklı duygunun oluşmasına yol açıyor? Çünkü bunlardan birisinde insan sona yaklaşıyor; son, olması gerekenin olmayanın yakın sınırından ibarettir.’

İnsan olgunlaştıkça yalnızlığını, gurbet duygusunu, hiçliğini, ıstırabını daha derin hissetmeye başlar. Tabiatla hemcins olmadığının daha da farkına varır. Nihayeti kendine yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma insanı sembolik bir dil kullanmaya iter. Bu sanat denilen şeydir.

Vakıa sanat gerçekten bir ‘yasak meyve’ olup çıkıyor Doktor’da. Yasak meyveyi ‘bilinç meyvesi’ olarak değerlendiren Doktor, o meyveyi yemenin kendi gerçekliğinin farkına varmak olduğunu öne sürüyor. Artık o meyveyi yiyenler çıplak olduklarını, aciz olduklarını anladılar. Çevrelerinden haberdar oldular. Artık dünyayı olduğu gibi gördüler, oldukları gibi değil. Yasak meyve cismaniyete dahil olunca cennet sürgüne dönüştü. Gök yerle birleşti. Ayak toprağa bastı. Adem’in yediği bu bilinç meyvesi bir diyalektik süreç olarak süreklilik arzeder. İnsan sürekli bu meyveyi yeme halindedir. Yenilmiş bitirilmiş bir meyve değildir bu. İnsan bu meyveyi yedikçe kendini o kadar toprakta, darda, noksanlıkta ve hayatın içinde bulur. Sürgün gitgide derinleşir. Emek, mücadele ve olmak çabası kendini gösterir. İnsan bu meyveyi ne kadar az tadarsa o kadar mutlu olur. Huzurludur. Bu insan ihtiyaçlarını banka kredisiyle sağlayan insandır!

Yasak meyve bilinçtir. Bilinç isyan. Fakat neye karşı ve neden?