Sanat tarihçilerine göre natüralizm İtalyan ressam Giotto’nun eserleriyle kendisini göstermeye başlamıştır. Onun eserlerinde mekan, derinlik ve renk Ortaçağ sanat anlayışına göre çok gelişmiştir. Fakat natüralizm asıl gelişimini Rönesans’ta göstermiştir. Natüralizm öyle bir seviyeye ulaşmıştır ki Michelangelo ünlü Musa Heykeli’ni bitirince karşısına geçmiş ve Musa’dan onunla konuşmasını istemiştir. Bu natüralizmin gerçeğe uygunluk peşinde ne denli bir mücadele verdiğini gösterir. Natüralizm yüzyıllar boyunca Batı sanatının belkemiği oldu. Fakat bu çağın başında iki sanatçı çıktı ve natüralizme öldürücü bir darbe indirdi. Bunlar Picasso ve Braque’dir. Nesnenin parçalanmış görüntüsünü yeniden kurgulayan bu adamlar farklı bakış açılarını resim yüzeyinde bir araya getirmeye çalıştılar. Kübizm denilen bu akım 600 yıllık natüralizmin saltanatını alaşağı etti.
Picasso’nun Avignon’lu Kızlar tablosuyla işler iyice karıştı. (Museum of Modern Art, New York). Bir genelevi gösteren bu resimde yalnız rengin değiştirilmesi değil, insan anatomisinin de kırılıp bozulması söz konusudur. Değişme çok keskin olduğu için, bu yapılanlar başta bir şarlatanlık sanıldı. Picasso insan yüzleriyle kıyasıya oynuyor, onların dışbükeyliğini içbükeye çeviriyordu. Afrikalı zenci sanatçılar da böyle işlemişlerdi insan yüzünü, sanatçı belki de onlardan esinleniyordu. Aynı yıl Braque’la tanışan Picasso resmini ona da gösterdi. İki sanatçı anlaşarak birlikte Kübist akımı başlattılar. Braque Estaque’da Evler (Art Museum, Bern) adlı tablosunda doğal görünümü büsbütün yok etmemiş, ama onları yalın geometrik formlara, evleri de koca koca taş bloklarına dönüştürmüştü. Akımın adı da eleştirmen Vauxelle’in “bunlar ev değil küp” demesiyle doğmuştu. Değişme önemliydi kuşkusuz, ama üç boyutluluğun yok edilmesi sorunu henüz çözümlenmiş değildi. Picasso bir adım daha attı: Yakın dostları Vollard (Hermitage, Leningrad) ve Kahnweiler’in Portreleri’nde (Art Institute, Chicago) görüldüğü gibi kapalı resmi parçaladı ve parçaları saydam yüzeyler halinde tablo düzlemine yaydı. İtalya’da ortaya çıkan Füturist akım, Kübizm’in çocuğudur. Füturistler Kübist resmi beğenmiyor, onu fazla statik buluyorlardı. Oysa çağımız hareket, hız, enerji ve dinamik yaşam çağıydı! Füturistlerin katkısı, Kübist resme bu nitelikleri kazandırmak oldu. Tüm bu ayrıntıları anlatmaktan maksat nedir? Burada sanatçının şiddetli bir şekilde olmayanı arama tutkusu kendisini gösterir. Arayış arayış arayış… Tam da Doktor Şeriati’nin dediği gibi olmayanın arayışı… Varolandan kaçış.
Serap Etike’nin dediği gibi ‘Sanat, deha düzeyindeki zekanın, var olana karşı tepkisinin, tutarlı bir bütünlük içerisinde somutlaştığı bir alandır. Sanatçı, zekası ve sezgileriyle çağının önünde giden insan olduğu için, gerçek sanatın anlayanı azdır. Onu anlamak için çaba gerekir.’
Doktor’a göre din ‘kapı’, sanat ‘pencere’dir. Din ‘olması gereken’ başka bir dünyaya aralanan kapı, sanat ise penceredir. Sanat, ‘biz bu dünyaya ait varlıklarız; başka bir yere gitme imkanımız yoktur; herhalde burada bulunmaya mahkumuz’ diyerek, bakma ve görme yoluyla ideal dünyayı ideal olmayan kötü dünyanın içerisine getiren bir pencere açıyor Doktor’a göre. Arayış, bir yol bulma çabasında. Bir çıkış. Tih’de kalmış bir kavim için kurtuluş. Yabancısı olduğu diyardan, gurbetten, yalnızlıktan, gariplikten kurtuluş için bir arayış! Olması gerekene aralanan kapı din, açılan pencere sanat.
Doktor’un bu mükemmel formülasyonu şöyle tamamlanır; pencere felsefesi, yani bulunmayı arzuladığımız ancak bulunmadığımız yer duygusu, bizde meydana gelen yalancı bir duygudur. Öyle ki biz bulunduğumuz yerde bulunmayı arzu etmiyoruz. Bulunmamız gereken yerde bulunmaya mahkum olmuşuz. Pencere, bize tarih boyunca bulunmadığımız yerde bulunmuşluk duygusu verir. Buna göre pencere insanda ‘kötü’nün olduğu yerde, ‘iyi’nin ‘gayb’ olduğu duygusunu uyandırır. Bir başka ifadeyle pencerenin işlevi, varolduğumuz yerden kaçma isteğidir. Bununla beraber pencere yeteri kadar olanak sağlamaz. Din ‘kapı’dır ve aralanır. Pencere bakmak, nefes almak, kapı içeri girmek, gezmek, yürümek, orada olmak. İnsan kaçış için bulunduğu zindanın duvarlarını tırmalamakta. Kaçış arzusu bir pencere aralamaya dönüşüyor. Bunu gerçekte başaramayınca yalancı bir pencere açıyor. Hayali bir pencere ile bu arzusunu gidermenin yollarını arıyor.
Bu insanın tarihsel acısıdır Doktor’a göre. Din acısı. ‘tarih boyunca insan eğer dinin peşi sıra gitmişse, bakma ve görme yoluyla yada ondan kaçma arzusu içinde bir kapı yada pencere açma arzusu içinde olmuşsa, dışarıda bir evrenin olduğuna inanmasa bile bu durum, insanda doğanın yerine getiremediği arzuların bulunduğunu gösterir. Bu arzuları üreten ya sanatçıdır; yada insanın kendisini gurbette hissettiği ve bulunmaya değmeyen bir yerden kaçmanın yollarını gösteren dindir.’ ‘Bu tarih boyunca hem edebiyatın ve sanatın, hem de materyalist yada dini felsefelerin, doğu ve batı dinlerinin temelinde yer alan bir anlayıştır.’
Doktor’a göre bir kimse sanatsal bir faaliyette bulunuyorsa, bunun nedeni o kimsenin gerçeklikler dünyasındaki eksikliklerden ve yokluklardan sıkıntı duymuş olmasıdır. İnsanın bu dünyada eksiklik hissetmesi onda bir çok duygunun oluşmasına yol açar. Bunlardan bir tanesi de gurbet duygusudur. Ben bu dünya ile hemcins değilim diyen insan acı ve ıstırap duyar. Bu yalnızlık, terkedilmişlik ve gariplik duygusudur. Ve ruhlar ne kadar çok lütfa mahzar olurlarsa, ne kadar yücelirlerse, rahatsızlıkları, acıları ve ıstırapları o derece artar.
Doktor bu meyanda insan kavramsallaştırmasına da değinir ve der ki; ‘bana göre insan, bir canlı türünün adı değil, ‘insan’da bulunan bir niteliktir. Bu sebeple ben, doğal bilimler bakımından insan olarak kabul edilen ve iki ayak üzerinde yürüyen varlığa insan demiyorum. Ben, kendi gerçekliğinin bilgisine ulaşan, kendisinin ne olduğunu bilen kimseye insan diyorum.’ İnsan gurbette meçhuldür, herkes ve her şey ona yabancıdır. Onu hiç kimse tanımamaktadır. Her şeyden farklıdır. Gurbetlik korkusu ve yabancılık duygusu, bir başka ruhsal olgunun, ‘meçhul kalmak’ ve ‘bilinmiş olmaya karşı beslenen aşk’ olgusunun sonucudur.
Yalnızlık, insanın kendi özünü alemden ayrı ve alemle uyumsuz görmesinin sonucudur. Böylece insan olmayanın arayışına düşer, kendisinde bir yetersizlik ve eksiklik hisseder. Varolana karşı yabancılık, eksiklik ve muhtaçlık duygusu insanda acı, ıstırap ve elem duygularını uyandırır. Nefret, sevgi, aşk, kaçış, sürgün, gurbet, isyan, arayış başlar.
Doktor yazımızın birinci bölümünde de belirttiğimiz gibi Aristoteles’in, sanat tabiatın taklididir anlayışına karşı çıkarak, sanatın tabiatta olmayanın taklidi olduğunu savunur. Burada Leonardo da Vinci’nin Monalisa tablosunu örnek alan Doktor, meseleyi şöyle izah eder; ‘Leonardo da Vinci acaba gerçekten bir şey varetmiş midir? Bilindiği gibi bayan Monalisa uzun zamandır Vinci’nin atölyesine gidip geliyordu. İşte Vinci’nin yaptığı şey, Monalisa’nın dudağındaki gülümsemenin tasvirini yapmaktan ibarettir. Doğada varolan bir şeye herhangi bir ilavede bulunmadı o. Şu halde Leonardo da Vinci’yi doğada varolan bir şeyi yeniden yaratmak istemesine yol açan eksiklik duygusu ne olabilir? Bu noktada, Aristo’nun söyledikleri gerçekten doğru değil midir?’ ‘Hayır. Çünkü Vinci, doğada bulunması mümkün olmayan bir şey varetmiştir. O şey de, gülümsemeyi, bir avuç boya ve kumaşa kazandırmaktır. İşte yaratıcılık ve sanatın temeli buradadır.’ O’na göre insanın sanatsal edimleri Allah’ın yaratma fiilinin sürdürülmesi ve tamamlanmasından ibarettir. Bu anlamda sanat, insan fıtratının bir parçası olacak kadar değerlidir.