Hangi tür ve şekilde olursa olsun san’atın, üzerinde konuşmak için özel uzmanlık isteyen karmaşık bir konu olduğunu ve hakkında konuşmaya teşebbüs eden kişinin de bizzat bir sanatkar olması gerektiğini düşünüyorsunuzdur herhalde. Kendimi böyle biri olarak görmediğimi sizde biliyorsunuz, bende biliyorum.. Fakat, benim şimdi söyleyeceklerim bugünlerde olağan türden değil. Konu üzerinde özel uzmanlığı olanların sözlerinden farklı.
Toplumumuzda baskı altında tutulan bazı bilimler vardır. Belli bir sahibi olmadığından, baskı altında tutulan diyorum. Sahiplerinin olmayışının nedeni de, açıkça tarif edilmiş belli kural ve sınırlarının bulunmayışıdır. Her hâl-ü kârda, sanat üzerinde burada söyleyeceklerim bu konuyla ilgili değil. Burada, sanat konusunda bir uzman olarak değil, sanat hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışan biri olarak konuşuyorum.
Sözlerim, kendi görüşlerimi yansıtacaktır. Aynı zamanda, oldukça genel ve insanlıkla ilgili yönü olduğu kadar, bir uzmanlık yönü de taşır. Bu bakımdan başkalarının üzerinde bir fikir ileri süremeyeceği derecede uzmanlık isteyen bilimler ayrıdır. Bu yargı, Fizik, Kimya ve Matematik için geçerlidir.
Fakat sanat bütün insanlara açıktır, hem de bir hüner ve teknik gerektirmektedir. Evet, belki bundan da fazla bir şey. San’at hakkında bilgi sahibi olmak, belli bir dereceye kadar eğitim ve yetiştirmeyi gerektirir. Fakat, ben burada, günümüz sanatının açık olduğu herkesten biri olarak konuşuyorum yalnızca. Bu görüş ve düşünceyle eleştirilerde bulunacak ve sanatın neden şimdiki durumda olduğu konusunda fikirlerimi ifade edeceğim.
Sanat sorununa nasıl bakıyoruz, önce buradan başlayalım, çünkü biz Doğulu bir toplumuz. İnsanımızın bir bölümü büyük insan medeniyetlerinin bazısıyla akrabadır. Bugün bütün Asya ve Afrika uluslarının kabul ettiği sloganlar şunlardır:
Kendi iki ayağımızın üzerinde durmalıyız.
Kendi temel kültür kaynaklarımızdan beslenmeliyiz.
Kendimize dönmeliyiz.
Batı kültür değer ve modellerine saplanıp kalma sersemliğinden kendimizi çekip çıkarmalıyız.
Bu yalnızca başlangıç noktasıdır.
Bazıları, kendimize ve kendi karakterimize dönmemiz gerektiği gerçeğini kavramanın yeterli olduğunu sanıyor. Hayır, bu yalnızca kalkış noktamız ve sloganımızdır. Şu soruya hemen cevap vermeliyiz: “Ben, ‘kendi’ nedir?” Kendi kültürümüze dönmek derken neyi kastediyoruz?
Ne yazık ki, kaderi belli, durgun ve hareketsiz bir toplumda anlamların kaderide pek kötüdür. Bir sorun veya bir fikir ileri sürüldüğünde, anlaşılmadan, duyulmadan,tanınıp, gerektiği gibi bilinmeden çoğunlukla tepkiyle karşılanır. Yalnızca akıl, bilgi ve sözlerle değil, aynı zamanda başka ahlâki yol ve araçlarla da yere vurulur.
Eğer bir kişi, soruna arkasını dönmeğe çalışırsa, onun içine daha çok batacaktır. Eğer bir kimse dayanır, direnç gösterir ve ne olursa olsun karşı korsa, o zamanda bir örnek putu haline gelir. Putlaşınca da, pişmanlık duyacak kadar düşer, aşağılanır.
“Kendine dönme” fikri bugün öyle bir şeydir ki, bunu büyük zorluklarla bazı ülkelerde ortaya atanlar şimdi suçlamalardan kurtulmak için bir fiyat ödemeye hazırlanmaktadırlar. Kendine dönme, artık bâtıl inançların, donmuş geleneklerin ve fanatikliğin yeniden ortaya çıkması ve kaba, yerel geleneklere dönüşle aynı anlama gelir olmuştur.
Kendine dönme, kişinin kendi karakterine dönmesi demektir. Geçmişte toplumlar, medeniyetler kuran kültürün yapıcı, faal ve ilerici yönlerini arayan ruhu teneffüs etmek demektir. Zamanla ve ihtiyaçlara göre yok olmuş, kaybolmuş ve ölmüş olan sorunlara dönmek demek değildir. Hiç bir zaman, duyguları, arzuları, fikir ve düşünceleri zamanın ta başlangıcından getirip, günümüz müzelerinde sergilemek anlamına gelmez.
Gerçeklerin gerektirdiği ölçüde cidden kendimize ve ulusal karakterimize dönmemiz gerek. Bunu ırkî bir tavır, ülke veya kan bağı nedeniyle değil, insanlıkla olan ilişkimizden dolayı yapmalıyız. Bu karaktere dönmek, yabancı değerlerin hücumlarından kurtulmak demektir. Aynı şekilde, hemen yerine getirilmesi gereken en gerekli ve önemli sorumluluklardan biri, bâtıl inançlara, eskimiş değerlere ve bir halkı ve sezgisini zayıflatıp, onu yaratıcılıktan, gelişme, ilerleme ve sürekli değişmeden alıkoyan bütün unsurlara karşı savaşmaktır. Kendine dönmek, eski, pörsümüş fikirlere dönmek değildir.
Fakat, sorumuz henüz cevaplanmadı; hangi kültürün sözünü ediyoruz? Yaratıcı ve yapıcı ruhundan ilham almamız için dirilteceğimiz kültür hangisidir? Kendine dönmek, kabûl; fakat dönülecek gerçek benlik nedir? Bu sorunun cevabı, hemen çözülmesi gereken bir sorunu ortaya koyuyor. Artık, “kendimize, kendi kültürümüze dönmeli miyiz, yoksa dönmemeli miyiz?” sorusunu sorup duramayız, önce kendimizi bilmek zorundayız. Yani, bilimsel bir araştırma gerek. İnsani olsun, bilimsel veya kültürel olsun, ve biri de sanat olan kaynaklarımızın seçiminde modern bir bakış açımız olmalı.
Dünyasından habersiz kuşağımızın inancının tersine fikir, ürün iş ve sanatımız bakımından ne zayıfız, ne de yoksuluz. Dünyanın ilerici sanatları karşısında şaşkın, ilkel insanlar gibi durmayı bırakalım. Eğer sanatı bütün boyutları içinde ele alacak olursak, sanat tarihi tercümeleri veya ansiklopedilerinin Yunanla başlayıp, Fransız’la bitirdiği sanatkârların hayatları kanalıyla değil, ama gerçekte bir okuyucu, bağımsız bir tarihçi olarak bütün dünyayı, tarihiyle ve zıt yönleriyle okuyacak olursak, sanat bakımından çok geniş bir temelimizin olduğunu görürüz. Hatta diyebilirim ki, modern sanat, yani geleceğin şualarını ihtiva eden, yirminci yüzyılı karakterize eden sanat, Doğu sanatının ana temeli olan sanat ruhuna yeni bir yolla yaklaşmaya çalışan sanattır. Nasıl olduğunu açıklayacağım.
İkinci olarak, sanat kavramı, geçmişte olduğu gibi aristokratların ve zenginlerin hayatlarının basit ve yedek bir parçası değildir artık. Tersine, bugünkü modern dünyanın, aristokratik sarayların ve zenginlerin rahat yaşama tarzlarının sınırlarını aşmış olan dünyanın hesaba katması gerektiği en ciddi ve temel insani sorundur. Sanat, artık kalabalıklara ulaşmış ve yığınlar arasında yayılmış durumdadır. Bu yeni sanat eskiden olduğu gibi artık aristokrasinin kontrolünde değil; onunla uğraşanlar aydın, sempatik, bilinçli ve duyarlı insanlar şimdi. Sanat, bundan böyle rahat ve âsude yaşamamızı sağlayan hoş ve eğlendirici bir ilaç değildir. Günümüz düşüncelerine yol göstermekte ve çağdaş fikirlerimizin önünde koşmaktadır. Mutlaka sanatı bilmemiz gerek, hem bütün dünyaya yayılmış olmasından dolayı, hem de bugün kazandığı ciddi ve ulu sorumluluktan dolayı. Hangi tarih, kültür ve ülkeye ait olursak olalım, yinede bu yüzyılda yaşıyoruz.
Kendine dönmek, kendini bilmek, kendi modeli çerçevesinde sıkışıp kalmak değildir; gerçekte aynı anda başkalarını da bilebilenler kendilerini bilenlerdir. Dil hakkında söylenmiş olan şu söz konumuza da açıklık getirecek nitelikte: ‘Yalnızca, bir yabancı dili gerektiği gibi bilen kendi dilini bilir’. Gerçekten başkasının tarih, din ve dilini bilen ancak kendi kültür, din, ırk, yetenek ve tarihini bilebilir. Şöyle ki, hedefimiz ve mücadelemiz, kaybolmuş ve değişmiş karakterimizi bulmak ise, Batı’yı ve çağdaş dünya ve medeniyetinin dalgalarını da bilmemiz gerekir.
Herkes, zayıflığından, ahlaksızlık ve saçmalıklarından dolayı zavallı batı’yı suçluyor. Kendisi gibi olmayı öğrendiğimiz yabancı kimdir? Bugün gördüğümüz manzara, batı’yı taklit etmenin sonucu değildir. Gerçekte, batı’yı taklit etmemekten bu durumdayız.
Buna batı’yı bilmemek neden oldu. Batı’nın bilinçli taklitçileri olmuş olsaydık, belki artık Doğu’lu olmayabilir, ama hiç olmazsa “bir tür Batı’lı” olabilirdik; gel gör ki, şimdi bir hiçiz.
Burada değindiğim noktalar, 1962’de Paris’te verdiğim beş konferansımda ileri sürdüğüm fikirlerimdir. Hazırlamış olduğum konferanslardan biri, “İran Ulusunun Ruhu” konusundaydı. Bir diğeri, “Peygamber Hz. Muhammed’in Hayatı, İsim ve Görüşleri” üzerineydi. Burada, Hz.Muhammed’in özel hayatını oyunlaştıran bir Katolik konferansına cevap veriyordum. Konferanslarımdan bir diğeri, “Kurtarıcı Bekleyen Sanat” hakkındaydı.Bu konferans sonradan Tahran’da tercüme edildi, fakat yarısı atıldı, kalan yarısı da reddedildi. O zamandan bu yana, sanat görüşümde temel değişmeler oldu. Şimdi farklı bir düşüncedeyim. Her ne kadar o zaman belirttiğim hususlar aynıysa da, şimdi değişik düşündüğüm bazı noktalarda yok değil.
Konunun isminden de anlaşılabileceği gibi, sanatın bir din, kutsal ve yüksek bir gerçek ve insanlık kurtarıcısı olduğunu göstermek niyetindeyim. Sanatın kuşkusuz yüksek ve maddi hayatın da üstünde bir sorumluluğu vardır. Tamamen insani olan bir sorumluluk. Fakat sanat bu inançtan, sanat dilinden saptırıldı; bir düşman tarafından değil, çünkü düşman hiçbir zaman sapmaya neden olmaz, aksine bir düşman düşmanını canlandırır. Bir din ve düşünceyi değiştiren bir dost veya toplumda dostmuş gibi görünen bir düşmandır.
Bütün dinlerin şekli değiştirilmiş ve içinden çürütülmüştür. İslam’a bakın. Kureyş ona karşı durduğu zaman, o büyüyen, parlak, yüce, güçlü ve vakur bir toplumdu. Fakat, aynı düşman Müslüman olup da bir dost postuna bürününce, durum değişti. Her şey bütünüyle tersine döndü. İşte bunun için, İslam, Hıristiyanlık ve Yahudiliği değiştirip, gerçek yolundan saptıranın savaşlar ve kavgalar olmadığını söylüyoruz. Fakat Hz. İsa’nın dediği gibi, Yahudi dinini tahrif eden Yahudi hahamlar idi. Hıristiyanlığı değiştiren papalık idi. İslam’a gelince, onu bozan bizler olduk.
Sanatı, şiir ve sanata karşı çıkan Eflâtun zayıflatmadı. Onu zayıf düşüren, onu lüzumsuz görenler olmadığı gibi, bu dinin gerçeğini bilen ve onun temel hedefinden saptırıldığını gören bilinçli ve berrak zihinli kimseler de değildi. Bilinçli kişiler, dinin bir başka şey olup, şu an da bir diğer şeye çevrildiğinin farkındadır. O, kendisini bugünkü basit ve âdî düzeye indirgeyen büyük sanatkârlarımız tarafından bozuldu.
Bir din zayıflamaya yüz tuttuğu zaman, belirttiğimiz gibi aslî yönünden başka bir yön tutturur, tâbir câizse tam tersine çevrilir. Bazıları, dinin bütünüyle değiştikten sonra yok olmaya doğru gittiği görüşündedir. Bir kısım yarı okumuş aydınlar da, bozulanın ve zayıflayanın din olduğunu düşünerek, bu nedenle ona karşı çıkarlar.
Dikkatimizi dinin gerçek ruhunun bilincinde ve farkında olanlara çevirdiğimizde, bütün dinlerde görünen ve nihaî kurtuluşa inanan, -bozulma ve zulmü kökünden kazıyacak ve bütün sapmaları yok edecek- devrimci bir düşünceyle karşılaşırız.
Bu va’dedilmiş kurtuluş [Mesih/mehdî inancı] ruhtan kaynaklanan ve gerçek, doğru yolu göstererek bir zaman görülen bütün sahte alışkanlık, gelenek ve aldatmaları fırlatıp atacak devrimci bir düşüncedir. Sanatı ve dini aslî yoluna geri götürecektir.
Görevlerin en kötüsünün ve rollerin en şerlisinin bugünkü dünya insanının ellerine terk edildiği şu ortamda, sanat başka bir durumda olacak değildir. Ama sanatın rolü bu durumun tam tersi olmalıdır. Öte yandan, mutlak gerçek ve güzellik daima yanlış ve tersinden anlaşılmıştır. Mevlâna Celâleddin-i Rumi’nin dediği gibi, ‘eğer piyasada tedavülde kalp bir para görürsen, bil ki, alışveriş aracı olarak kullanılmış bir altın para da olagelmiştir.’ Kimse bayağı bir kalp para yapmaz, fakat altından bir kalp para yapar.
Bu örnek açıkça gösteriyor ki, insanı din, sanat ve felsefeyle aldatırlar; demek yine bu yollarla uyanıp bir insan olacağız. Benimle dostlarım arasındaki ilişki, bizden farklı düşünen düşmanın kullandığı bir bahanedir. Bir gerçek kötüye kullanıldığı zaman, ondan elimizi eteğimizi çekmemiz mi gerekir? Yoksa, tam tersi, bu kötüye kullanıma karşı savaşmak mı? Düşman bu silahla silahlanmış. Bundan dolayı, gerçeğe bağlı kalıp, onu korumamız gerek. Eğer, ‘boş ver, sen de’ dersek, düşman kazanacak, bizse kaybedeceğiz.
Tarih gösteriyor ki, bir şeyin kötüye kullanılması genellikle din adına yapılmıştır; şimdi ise sanat adına yapılıyor. Bunun için, sanatın gerçek yönünü öğrenmemiz ve öğrendiğimizde de başkalarına öğretmemiz gerekiyor. Bu hemen çözümü gereken bir sorun, çünkü sanat bu asırda zamanımızın tamamını kapsıyor. Bu durum, benim düşünce tarzımla bağdaşmıyor. Ama, sanatın yüksek bir düzeye varması için geçmesi gereken aşamalardan biri.
Sanat üzerinde tartışmak için, güzelliği bir kenara koymalıyız. Sanatsal, felsefi ve bilimsel konularda, güzelliğin gerçeğinden daha önemli ve aynı zamanda daha karmaşık bir şey yoktur. Metafizik ve din konusunun tersine, güzellik inkar edilemez; bir çıkmaza girdiğimizde genellikle inkar etsek bile. Fakat o, kendisini tanıyan ve etkisinden kurtulamayan herkes için yerli yerindedir. Eğer herhangi bir anlaşmazlık varsa, ister gördüğümüzde, ister kalbimde hissettiğimde olsun, insan hayatındaki güzelliğin değişik türleri üzerindedir. Öte yandan- onu biz açıklamak isteriz, kendini kolaylıkla teşhir masasına yatırmak istemez.
Tarih, Aristo’dan beri insanların güzelliği açıklamaya çalıştıklarını ve onun için sınırlar ve kurallar geliştirdiklerini gösteriyor. Fakat, bütün bu çabalar boşuna olmuş ve hiç bir zaman gerçekleşmemiştir. Gerçekte, çeşitli fikirlerin her biri bazı taraftarlar bulmuşsa da, yapılan tartışmalar belli bir sonuca ulaşmamıştır.
Burada, farklı düşünce ekollerinin fikir olarak ileri sürdükleri değişik güzellik kavramlarından söz edecek vaktim yok. Fakat, yeri geldikçe örnek olması bakımından bazılarının isimlerini söyleyeceğim.
Sanat ve güzellik anlayışı, insanı anlamakla son derece bağlantılıdır. Özellikle, sanat sorunu bir başka şeyden, insanın rolüne bağlı olan diğer şeylerden çok daha fazla insanla ilgilidir. Kültürün geliştirilmesi için yapılan çabalar yoğunlaştırılmış, fakat bu medeniyet ve bu kültürün sınırları içinde yaşaması gereken insanlar kavranılamadığından tamamlanamamıştır. İhtiyaçları bilinmiyor, çünkü bu ihtiyaçları bilmek insanı bilmeğe bağlı. San’at, başka şeylerden daha çok insanın kavranması ihtiyacındandır, çünkü san’at genellikle ya öznel, yani tamamen insani, yada nesnel kabul edilir. Güzelliğin, ruhumuzun dışımızdaki nesnelerle olan ilişkisinden meydana gelen bir gerçekten oluştuğuna inananlar, onu nesnel bir yaklaşım olarak düşünürler, fakat öznel olarak düşündüğümüzde, biz gerçekte her şeyi yarı öznel, yarı nesnel görürüz. Bu bakımdan, insan üzerinde konuşmadan, san’at ve güzellik hakkında bir şey diyemeyiz.
Her ne kadar insanın beş bin yıllık tarihinden tarif edilebilecek farklı ve özel bir varlığı varsa da, gerçek insan bir oluş durumundadır. İnsanın ‘oluşumu’, insanlığın ‘var oluşuyla’ aynı şey değildir. Bu, değişik türde özellikleri olan bir realitedir.
Duygu dünyasının derinliklerinden modern felsefelere kadar, sayısız mistik, felsefi ve hattâ maddeci yorumlarda bulunuldu. Fakat hepsinin demek istediği şu ki, tabiatın, bir toplum veya kabilenin parçası bir yaratık olarak, psikolojik ve maddi kanunlar yoluyla meydana gelen insan, sonunda yalnızlaşır, arkasından yalnızlık duyguları ve hürriyet arzuları doğar. Bu duygulardan kaynaklanarak endişe ve heyecan baş gösterir, özlemini duyduğu başkalarına katılma çabalarına girişir ve sürekli tırmanışla, yaşadığımız dünyada yokluğunu hissettiği şeyleri telâfi edecek bir irade şeklini alır.
İnsanın bütün fikirleri doğru olmayabilir, fakat bilgi, kavga verme, düşünme gözlemleme ve görüşlerini bir yere varacak şekilde ayarlama demektir. “Kesin bilgi” ye ve “kesin gerçeğe” ulaşıncaya kadar hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz diye bir şey yoktur, çünkü vahy yoluyla açıklanmadıkça buna varmamız mümkün değildir. Ona ulaşıncaya kadar bir şeyler diyecek, bir şeyler düşüneceğiz. Kur’an okurken yanlış yaptıkça bizi tokatlayan bir hocamız vardı. Bu yüzden, hiç birimiz gerektiği gibi Kur’an okumayı öğrenemedik.
Bildiğim veya bildiğimi sandığım Cennet öznel bir şey olup, insanla ilgilidir. Yaratılış kıssasında, anlayabildiğim kadarıyla tarih inkar edilmiyor. Fakat, tabii bir tarih değil. Gerçekte Cennet çağdaş insanı ve insanlık denilen anlaşılması zor kavramı açıklamaya çalışan felsefi-sembolik bir ifadedir. Ne demektir Cennet? Cennet demektir. Şu anda da Cennette insanlar olduğunu görüyoruz. Henüz oradan kovulmamışlar. Dünyaları nimetlerle dolu. Dünya neş’e dolu. İnsan hayatta zengin, doygun ve mutlu. Parlâmentodan gelecekte maaşına 10 dolar ekleyecek bir kanunun geçebileceği düşüncesiyle mutlu olan insan Cennettedir. Oradan henüz çıkmış değildir. Allah’ın yemesini yasakladığı meyveyi yemeyen kişi rahattır. Doygun ve mutludur.
Bu yasaklanan meyve nedir acaba? Tevrat ve Kur’an, ikisi de algı ve bilinçten söz eder. Bu dünyada zevk bulan, taze yoğurt ve süt mevsiminin geldiğini görerek neş’elenen cennetlik insanlar biliyorum. Baharın geldiğini hissediyorlar.
Henry Luper, “iki türlü insan vardır” der. Bir grup insan yüzde yüz objektif, gerçekçi ve düzenlidir. Açıklanamaz hiçbir derdi yoktur; hepsinin sebebi vardır. Fakat ne tür bir sebep? Maddi hayata egemen olan sebep.
Birkaç yıl önce bu gruptan biriyle bir lokantada karşılaştım. ‘Le Monde’ okuyordum.Bolivya’daki durumla ilgili bir makale vardı.orada yenice bir darbe olmuştu. Yanımda bir adam yemek yerken başını eğerek, üçüncü sayfadan görebildiği kadarıyla okumaya çalışıyordu. Pek dikkat etmiyordum. İlgilendiğini görünce, hangi sayfayı okumaya çalıştığını sordum. ‘Üçüncü sayfa’ dedi. Üçüncü sayfa, ekonomi sayfasıydı. Arabaların ve diğer bazı şeylerin fiatlarını ve günlük para borsasını veriyordu. Bu sayfa zenginler için faydalıdır.
Bolivya’yla ilgili makaleyle meşgulken, mesleğimin ne olduğunu sordu. Bolivya’lı olup olmadığımı öğrenmek istiyordu. ‘Hayır’ dedim, ‘bir politikacı değilim, Meşhed’den gelme İran’lı bir öğrenciyim.’
Ben ne yaptığını sordum. İsrailli bir öğrenci olduğunu söyledi. “Ayda 600 franklık gelirim var” dedi. Neden para borsasıyla ilgilendiğini sordum ve ekledim. “ Borsanın durumu Fransız frankı bakımından ne olursa olsun, bizim için ne fark eder ki?”
Şöyle dedi: “ Dünyanın bir köşesinden gelmişsin ve bir politikacı bile değilsin, Fakat Bolivya’da olup bitenleri anlamak istiyorsun. Fakat ben, para borsasında frank, sterlin ve dolar karşılığı dalgalanmaların olduğu bir yerde ayda 600 frankla geçinip giden bir insanım. Sigara içiyorum, eğer frankta düşme görülürse, iki frankım iki buçuk frank edecek ve bende yiyecek alacağım. Frankta görülen dalgalanmaları incelerken, diyelim bir yıl sonra durum değişir ve hava yolu ücretlerine beş sentlik zam yapılırsa, bütün bunlar benim yaşantıma doğrudan etki eder. Ya sen, senin için hiç etkisi olmayan bir şey okuyorsun.”
Sustum. Bir süre bakıştık. Her birimizin diğeri gözünde ne derece aptal olduğunu açıkça görebiliyorduk.
Henry Luper’in dediği gibi, insanda iki veya üç kaynak vardır. Biri akıl diğeri algı ve üçüncüsü de düşünme. Bunların her birinin birer anlamı vardır. Bir tek şey, yani anlayış edindiğimin ve öğrendiğimin niteliğini oluşturur. Bu ne aklın dediğidir, ne de duygularımın gösterdiği. Çeşitli akıl türleri vardır. Herkes akıl yürütme şekline göre dünyayı başka başka görür. Maddi nesneleri ve renkleri görüşü de böyledir. Kesinlikle iki ayrı akıl bir rengi farklı farklı tarif eder. Dünyayı gerçekten olduğu gibi görmeyiz, ama aslında dünyayı kendimiz nasılsak öyle görürüz. İnsanın esaslı bir parçası olan bu ihtiyaç, insanın yaratılış felsefesinde bütün derinlik ve inceliğiyle anlatılmıştır.
Her şeye sahip olan, doygun, hiçbir dert ve tasası olmayan ve zevk ve nimetler içinde yüzen insana yasaklanan meyveden yememesi söylenmiştir. Fakat, şeytanın iğvâsına kanarak yemiştir. Karakterini ilk defa ortaya koymuştur. Her şey açıktır, Müslüman ve Yahudi yorumcuların, bir elma ağacı mıydı, yoksa bir buğday demeti veya bir başka şey miydi şeklindeki uğraşları hep boşunadır.
Meyveyi yedikten sonra, Allah onları gördü. Çağırdı, fakat gelmediler. Vücutlarının çıplak oluşu nedeniyle utandıklarını söylediler. Allah, yasaklanan ağacın meyvesinden yediklerini biliyordu. Demek ki, önceden çıplak, çirkin ve utanç verici durumda olduklarının farkında değillerdi. Mutlulukları buradan ileri geliyordu ve bundan dolayı da cennetteydiler. Kur’anda ve Tevrat’ta, bu meyvenin algı ve bilinç meyvesi olduğu açıkça ve doğrudan belirtilmiştir. Kur’an, konuyu oldukça anlaşılır biçimde ortaya kor. İnsanın bu yasak meyveden yutar yutmaz, cennetin görümünün insanın ihtiyaçlarından daha küçük bir ağrı ve acılar dünyası haline geldiği metinden anlaşılmaktadır.İniş ve düşüşün anlam budur.
İrem Bahçesi bu dünya üzerinde olup bu dünyanın kendisidir. Her zaman olduğu gibi, şimdi de görüyoruz ki, insan bu meyveden yedikçe, yeryüzündeki hayatının o nisbette kendini sıktığını hissediyor. Başkalarının sancılarını görünce daha çok ızdırap duyuyor. Ne kadar az yerse, o kadar çok rahatlıyor ve huzur buluyor. Bir piyango biletini kazanmakla, ihtiyaçları hemen karşılanıyor.
İşte bundan dolayı, bir tek dua ile istedikleri her şeye sahip olabilecek. Bundan daha kolay bir şey olabilir mi? Ve, bundan daha doğru bir şey var mıdır?
Fakat neden, insanın bir defa yediği ve sürekli yemeğe devam ettiği bu meyve yasaklanmıştır? İnsanı rahattan, doyumdan, huzur ve sevinçten uzaklaştırıp, dünyada bazı şeylerin kaybolmakta olduğunu hissettiriyor da ondan. Bilinçsizlik duvarları üzerine kapanıyor, ruhuna açılan yolar daralıyor ve ağrılar, sancılar ortaya çıkıyor. Durmadan deviniyor, arıyor, kavga ediyor, çalışıyor ve istiyor. Doymayacak bir türlü. Kim bu meyveden yer ve diğer bilinç merhalesine ulaşırsa, daha çok ihtiyaç duyuyor ve isyan burada patlak veriyor.
Kim isyan eder? Bilinçli olan… Allah’ın irâdesine karşı isyan mı? Allah’ın irâdesi nedir? Allah’ın irâdesi, tarihte görülen kanundur. Allah’ın irâdesi, tabiatta bulunan tabiî hâldir. Allah’ın irâdesi, kabile kanunu ve insan toplumlarının kanunudur. Beni insanlığın bir parçası, bu dünyada bir varlık yapan organizmanın fizyolojisinde var olan kanun.
Bütün bunlardan sonra, bize yasak meyveden yemememizi söyleyen Allah’ın irâdesi, bizi bu havada tutmak isteyen dört bağ, dört güç, dört zincirdir. İnsan algı ve bilinç aşamasına varınca tarihin, tabiatın, toplum ve benliğin karar ve etkilerinden kurtulur.
Hegel’in mutlak irâde dediği bu olgu, tabiat ve varlığın ilk durumundan âzâde olup, tam bizim mutasavvıflarımızın söylediği şeydir. Hegel’in kullandığı kelimelerle, dinimiz de Allah’a döneceğimizi söylüyor. Bizim dinimizde aynı deyimi kullanıyor. “Ben insanı kendi suretimde yarattım” ve “onu yeryüzünde halife yaptım.” Bu demektir ki, insan, mücadelesinde tabiatın kendini yaparken kullandığı kanunların bağından kurtulur. Fakat onu etkileyen tabiat olduğundan, haklı olarak müdahale eder. Bu ikinci aşamada insan yalnızca bir hayvan ve bir bitkidir. Kendini tarihin zindanından kurtarır, çünkü tarihçilerin dediği gibi, herkes kendi tarihinin sonucudur.
Bugünün insanı değişiyor ve toplumunu kuruyor, halbuki dünün insanı kabile veya toplumunun istediği biçimde oluşurdu. Bir kabilenin parçası olup da kimse, hiçbir zaman sosyal geleneklerini veya dinini değiştirebilecek, veyahut da sosyal ilişkilerini ve hayatını değiştirebilecek bilinç merhalesine erişmemiştir. Hiçbir şey hissetmez, çünkü onun için ‘ben’ yoktur. Hiç bir hür ve serbest insan yoktur. Kendisinin zindanı olan insan, irâdesini fiziki istekler tuzağında nefs, güdü ve eğilimlerinin ağına bırakan insan demektir. Bütün bunları bir kenara iten insan, mutlak iradeye, seçme irâdesine ulaşan ve Allah’a daha çok yaklaşan insandır. Allah’ın kendisini yarattığı surete böylece daha çok yaklaşır.
Böyle bir bilinç düzeyine erişip, kendini hür ve ayrı hisseden, yalnızlaşan insan… Dünyayı oldukça küçük gören bu yalnız yaratık. Ağrı duyan, sızı duyan, dünyalık nimetler ve tabiatın verdikleriyle ihtiyaçları giderilemeyen insan…
İnsan, hiçbir zaman renksizliğe yaklaşmaz, bunu istememelidir de. Renksizlik ölüm demektir. Bir bitki olmak demektir. İnsan, süflî ihtiyaçlar yerine ulvî ihtiyaçlar içinde olmalı, daha yüce duygularla dolup, daha büyük sızılar duymalıdır. Daha çok ağrı ve daha çok susuzluk duyan kimdir? Daha çok veya daha az refah içinde olan mı? Hayır, bu bir sorun değil. O, ihtiyaçları daima çok ve daha ulvi olandır. Endişesi çok ve daha fazla baskı altında kalan işte bu insandır.
Belçika’da verilen bir Antropoloji konferansında herkes, yirminci yüzyılı “endişe yüzyılı” diye isimlendirmede birleşmişti. Niçin? Değişik bölgelerde yaşayan insanların farklı görüşleri olsa da, bugünkü insanın dünkü insandan daha bilgili ve bilinçli olduğu inkâr edilemez.
Durkheim’in deyimiyle, ferdin gelişmesi anlamında “Ben” kavramı çağdaş insanda ortaya çıkmıştır, halbuki dünün insanı tabiatın dokusu içinde ömür süren bir yaratıktır. Damarlarında akan hayat ve tabiat süresi onu besliyordu. Bu üsareyle büyüyor, gelişiyor, huzur ve düzene eriyordu. Ya bugünün yalnız insanı? Ama neden yalnız? Başkalarıyla bir arada değil mi? İnsanın tek ihtiyacı bu mudur? Hangi ihtiyaç? Kişinin ne olması gerektiği ve ne olmadığını anladığı zaman ortaya çıkan ihtiyaç? Bu ihtiyaç sürekli olarak artıyor. Gide gide daha çok bilgi, bilinç ve dünya bilinci aşamasına varıyor ve nihayet tabiattan kopuyor. Aynı zamanda, tabiatın hayvan ve bitki krallıklarının birlikte oturduğu bir ev ve bir şeylerden yoksun olduğunu da biliyor.
Dünyanın kendisini hissetmesine ihtiyacı vardır. İnsan ne kadar çok yalnız kalırsa, kendini o kadar çevresinden kopmuş hisseder. Camus ‘çağdaş insan her şeyden yabancılaşmıştır [aline olmuştur]’ diyor. Bu yabancılaşmış insan, her zamankinden daha çok yakınlık ve ünsiyet hisseder ve yakınlık hissetme ihtiyacı duyar, ama yine dünya ve ailesi her zamankinden daha çok kendisinden uzaklaşmış durumdadır. Duyguları bu dünyada bir süreklilik kazandığı zaman, tabiatta ve düşüncelerinin derinliğinde bütün sınırların kalkacağını hisseder.
Varlık ölümü kabûl eder. Fakat, duyguları yine sürecektir. Varlıkları manevi ve üstün ihtiyaçlarla tartar. Yeterince bir şeye sahip olmadığını görür ve kendini yabancılaşmış hisseder.
Bu yabancılaşma sorunu yalnızca metafizik bir sorun değildir. Sartre, Camus ve Heidegger’in sözünü ettiği yabancılaşma, san’ata vücut veren başka bir şeydir.
Bilim, insanın her var olanı öğrenme kavgasıdır. Teknik ve endüstri ise şöyle tanımlanır: Araç ve kazanmak istedikleri şeyden mümkün olduğu kadar kazanabilmeleri için insanların verdiği zihni mücadele. Fakat san’at, olması gereken, ama olmayan kazançlar için insanların verdiği kavgadır. Bu nedenle, kendini yalnız hisseden insan san’at aracılığıyla, bu dünya ile gökyüzü veya kendisiyle aynı türde olmadıklarından uzaklaşmış olduğu nesneler arasında bir ilişki kurmak ister.Onlara yakınlık ve anlayış rengi vermek arzusundadır.
Böylece, san’atın yaptığı şeylerden biri, kaçan ve kendini yabancılaştıran bilinçli insanın yabancılaşma duygusunun azalmasına yardımcı olmaktır. Nasıl? Zindanının duvarlarını, içinde bulunmak arzu ettiği, fakat bulunmadığı evin hayâliyle süslemesini sağlar. Bu nesneler, bu gökyüzü, bu yıldızlar ve dağlar onu anlamaz.Yalnızdır, bütün bu nesneler arasında kördür ve bir taş gibidir. San’at bütün bu nesnelere his katar.
Şiirimiz burada güzel bir örnek teşkil ediyor. Şiirlerimizin çoğu, yalnız şairi kalabalıklarla barıştırmaktadır.Yalnız olan bu adam bir mum yüzünden anlaşılmaya başlar. San’at mumu, şairin nefretini hisseden bir tanıdığı dönüştürür. San’at, güneşin doğuşunu yerin ve göğün bir devrimi olarak değil, güneşi birden gökyüzünde gösteren şekilde görür. Bu ihtiyaçlarını gidermez, fakat bir dosttan gelen haber gibidir. Bu san’atsal aldanışta yabancılaşma ve eşyadan ayrı olma duyguları temizlenir. San’atın yaptığı bir şey daha vardır. San’atkârın, aslında tabiatta mevcut olmayan, fakat ‘olmasını istediği bir şeyi’ meydana getirmesine yardım eder.
Dünün san’atı tabiatı taklid etme düzeyini aşamamıştı. Eflâtun, “san’at tabiatın taklididir” diyordu. Eğer san’at tabiatı taklid ederse, Eflâtun’un sözü açıktır. San’at bir oyundur. Sahte ve aldatıcıdır. Eserinde gerçekleri yansıtan bir adam, onları gerçekmiş gibi göstermelidir. Hiç, bir insan suyu suymuş gibi gösterir mi? Suyun olduğu yerde, neden suyun taklidi olsun? Eflatun, san’atı bir oyun ve boşuna bir şey görmede haklı olabilir, fakat ben bütünüyle değişik bir fikirdeyim.
San’at tabiatı kendi hayali çevresinde süsleyebilmek veya insanın tabiatta olmasını istediği, fakat bulamadığı bir şeyi yapmak için, duyguların ve tabiatın ötesinde olanı taklid eder. İhtiyaç, heyecan ve yalnızlık duygularını, hepsinin ötesinde aşmak, yani duyulabilir, görülebilir maddi ihtiyaçlardan sıyrılmak ihtiyacını tatmin eder.
Bundan dolayı Allah san’atı insana emanet etmiştir. Onu göğe, yere, dağlara ve okyanuslara teklif etmiş, ama hiç biri kabûl etmemiştir. Bu, onlara “ey dağ veya gökyüzü, onu istiyormusun?” diye sorulup, “hayır” dedikleri ve insanın yükleniverdiği anlamına gelmez. Aslında bu demektir ki, dağlar ve okyanusların yaratıcılığı yoktur, onlar bilinç sahibi olmayıp, zaten var olanların ötesindeki şeylere ihtiyaç duymazlar. Hissedemezler. Ne bir şeye ihtiyaçları vardır, ne heyecanlanırlar, ne ağrı duyarlar ve ne de yaratabilirler. Onu yüklenen insandır; ama neden?
İnsanın sahip olduğu şeyi hissetme yeteneği vardır; seçebilir, yaratabilir. San’at, insanlardaki yaratıcılık gücünün ifadesidir dememin nedeni budur. San’at bu gücü sürdürür ve süslerken varlığını da devam ettirir. Varlık, tabiatın olsun, toplumdaki yaşantının olsun, organik bir varlık veya insani sınırlarımızın varlığı olsun, her şeyin nihaî hedefidir.
San’at insanın yaratıcılığının bir ifadesi olup, bu oluşum sürekliliğiyle istediğinin ve bulunmayanı yaratmak için Allah’ın yaratıcılığının bir ifadesi haline gelir. Bu bakımdan Hegel’in dediği gibi, “san’at, maddi ve nesnel olandan, algılanabilir, zihni ve öznel olana doğru gelişiyor.”
Öznel demekle, hepimizin lanetlediği, zihinlerde uyanabilecek burjuva idealizmini kastetmiyorum. Bu felsefeyle benim hiçbir işim yok. Bilâkis, başlangıçta insan mutlak ve tabiatın organizmasına işleyen bilinçsiz bir ruhtu. Sonra bu ruhun aşama aşama gelişmesiyle insan meydana geldi. İnsan bilinçleniyor. Bilinçlendikçe, temsil ettiği soyut ve anlaşılmaz olguyu hissedebiliyor. Yani, görebildiğim kadarıyla san’at insanın bilinçsiz ruhuna bilinç kazandırıyor, çünkü bir soyutluk duygusu uyandıran san’at, Allah’ı bilmemizi sağlıyor.
Kendi edebiyatımıza şöyle bir göz atacak olursanız, Menuşehri, Revnakî, Ferruhî vs. hepsinin arzularının yaşantı, ideal ve ihtiyaçlarının tümüyle nesnel, maddi ve somut olduğunu görürsünüz. Neyin özlemini duyuyor onlar? Ortada olan fakat sahip olamadıklarının; ama Celâleddin-i Rumî öylemi? O, olmayanın özlemi içinde:
O yok, ama biz onu bulduk
Olmayan bizim özlemimizdir.
San’at “o”nu arıyor, endüstri ise “bu”nu. Endüstri, tabiatta var olup, insanın erişebileceği şeyi bulmaya çalışıyor ve buluyor. San’atın aradığı ise bunun tam zıddı. Yukarıda söylediğim gibi, insan olmayanın peşinde.
Kişi ne kadar çok mücadele ederse, o kadar çok yaratır ve ne kadar çok gelişirse, o kadar çok koptuğunu, yalnızlaştığını hissedecektir. Bir kural olarak, insanın evrimindeki etken budur.
Menuşehri’nin aşk şiirleri oldukça nesnel bir düzeyde olup, bir parça olsun insanî duygu taşımazlar. Izdırap denen şey yok sanki. Ama Sadî, Hafız ve Rumî’ye baktığımızda, tamamen soyut kavramlarla ruhun duygu ve ifadelerinin hikayelerini buluruz. Dünya bir zindan içindedir, hem de değildir. Maddecilik ve nesnelliği kişi seçip, tanıyamaz bile.Bazen öyle olur ki, bu konuyu kurcalamak istersiniz, o sizi kendine çeker. Bakarsınız ki, bir tür bilinç olmuştur o.Tümüyle bir aşk hayali ve bir duygu soluğu hâline gelmiştir sanki. Bazen de kapanır, kavranılmasına izin vermez. Bazen olur, biz onu kavrayamayız.
Ne isim vereyim ona, onu bilmedikten sonra
Bu, her ne kadar soyut ve duygular ötesi bir düzeye erişmişse de, semavî âşık hakkında değildir. Sınırlar maddi küreye ait olduğundan, kişi bunları karıştırabilir. Şarabın ne olduğu ve neden yapıldığı konusundaki görüş ayrılıkları tümüyle boşunadır. Sorun soyut olana erişmektir. Soyutta hiçbir sınıf olmayıp, bu kategori ve sınırlamalardan hiç biri de kişinin duygularında mevcut değildir. O, kelimeleri kullandığı sürece Menuşehrî’dir. Sevgilisinden aldığı da şaraptır. Yaşlanıp da dindar bir kişi olunca, şarabının bir başka şey, sevgilisinin de bir başka türden olacağı açıktır. Duyguların bu aşamasında artık soyut olana yaklaşmaktadır. Menuşehri ve Ferruhî’nin hayat ve eserlerini incelediğimizde, bu fikirlerin doğru olduğunu görürüz.
Soyut duygular, artık şöyle diyecek noktaya erişiyor:
Ne isim vereyim ona, onu bilmedikten sonra
Ne gereği var ‘hayır’ demenin, onu sevdikten sonra…
İşte tümüyle öznel, kişinin derinliklerinde, her türlü maddi nesnelerden uzak duygular içinde bu şiir yeni bir şiir oluyor – modern şiirler…
Dostum Dr.Mutahhari, tercüme ettiği bir kitabı okumam için bana verdi. Bu modern yeni roman tümüyle nesnelerin tanım ve tasviri hakkındaydı. Yeni bir romanı elinize aldığınızda, yalnızca otobüsler, bilet alma, taksiler ve çıkardıkları gürültülerden söz eden kelimeler görürsünüz. Hepsi günlük hayatı anlatmaktadır. Edebiyat ve san’at insanın içindeki özden kaçıp kurtulmuş gibidir. Tamamen nesnelleşmiş ve maddileşmiştir sanki. Fakat bu romanda aksine, sözünü ettiğim şu nesnelerin hiç biri yoktu veya diğer modern romanlarda anlatıldığı gibi değildi. Bahsettiğim ağaç dağda, bahçede yetişen ağaç değil; hayali kalbimde dikili olan ağaçtı. Onu ben tasvir ediyorum. Şu sözünü ettiğim adam, biyografi yazarı veya doktorların anlattığı adamdan oldukça farklı. O, aklımda ve zihnimde yatan adamdır. Ben onu bambaşka görüyorum ve o benim için bambaşka bir anlam taşıyor.
Hayır, Aristo’nun iddia ettiği gibi değil; san’at her zaman nesnel ve somut olandan, ve eski Yunan hümanizmine, gerçekçilik sevgisine, dağların, vâdilerin güzelliğine ve hepsinden çok insan vücudunun güzelliğine dayanan bir bilim konusu olmaktan kurtulmaya çalışmıştır. Hem kendisi kurtulmaya çalışmakla kalmıyor, bütün bu şeylerden insanı da kurtarmaya çabalıyor.
Fakat, tarih sürecince san’at ne zaman serbestçe ifadesini bulmuş ve psikolojik ihtiyaçların bir yansıması olmaktan kurtulmuşsa, o zaman bütün bağlarını fırlatıp atmak için mücadele vermiştir. Tabiatüstü duyguları olsun veya olmasın san’atkârların yön verdiği san2at hareketleri, san’atı gerçeği tasvir etmek veya görüldüğü şekliyle insanı tanımlamak için bir vasıta kılmaya değil, onu kaçınılmaz bir meydan okuyuş, ilahi – yaratıcı bir olgu, insan varlığının esaslı bir gerçeği ve duyguların gelişimi olarak kullanmaya ve tanımaya gayret etmişlerdir.
En maddi san’at heykeltıraşlıktır. Resim, tamlığa daha çok yakındır. Niye daha çok tam? Bir boyutu eksiktir, yani iki boyutludur da ondan. Tabiattan bir boyutu eksik olduğu için öznelliğe yaklaşmada fazladan bir güce sahiptir. Bunun için bugün Picasso gibi büyük san’atkârlar var. Ama heykeltıraşlıkta böyle dehâlar, üç boyutlu şekillere bağlı kaldıklarından fazla gelişme imkânı bulamamışlardır.
Dans her ne kadar klâsik ve fizikî bir san’atsa da, aynı zamanda kapsamına aldığı hareketler ruh, duygu ve algıyla uyum içindedir. Dolayısiyle kişinin iç duygularının ifadesi ve soyut bir san’at olabilir. Müziğin tek bir boyutu vardır, zaman. Şiir, bütünüyle soyut. Bundan dolayı, başka alanlarda değil de, şiirde kavramları en ulvî biçimde ifade edebiliyoruz.
Bugün, eski ve yeni san’atın en maddi ifadesi olan heykeltıraşlık, artık daha fazla bir şampiyonun heykelini yapmak veya bir erkek veya kadının resmine anlam vermek için bizi düşünmeye zorlamıyor. San’atkâr bir vücut yapmak için taş kullanmıyor. Bir ressam boyayla bir yüz meydana getirmiyor. Artık onlar taş ve boyayla konuşuyorlar. Bugün, resim ve heykel san’atında eski san’atkârlardan daha iyi eserler verebildiğimizi görüyoruz.
Bir san’atkâr burun yaparken, gerçek bir burnun tıpkısını yapmak istemez. Kendi burnu değerinde bir burun meydana getirmeye çalışması gerekir. Picasso gibi alnının ortasında tek gözlü bir insan yapar. Anlatmaya çalıştığı nedir? Konuşmak ister. San’atkâr, mevcut olanı ifade etmek istemez. Bugünkü insanın tek boyutlu hâle geldiğini anlatmak ister. Picasso bir savaş ve barış resmi yapmadı. Savaş ve barışın anlam ve felsefesini gösterdi. Tıpkı benim insanın sorunlarını ifade etmek için savaş ve barış kelimelerini kullandığım gibi, o da bunu hayalini vererek değil, fırçasını kullanarak ifade eder.
Büyük bir emyeryonist ressam, hattâ bu ekolün kurucularından diyebileceğimiz Georges Saurat şöyle diyor: “bir at resmi çizerim; fakat tarlalarda gördüğünüz at değil. Bu, bir at şeklinde ifade edilmiş bir at kavramı ve anlamıdır.” Yine diyor ki: “adada resim yaparken gösterdiğim kişiler, başka bir şey değil, yalnızca subjektif imajlar şeklinde çok ince noktalardan ibaret vücut eğrileri olan insanlardır. Bu şekilleri tabiatla uyuşsun diye yapmıyoruz, bir şaka olsun diye yapıyoruz. Kesinlikle yeni bir yaratılışla alay etmek her zaman daha kolaydır, ama kimse çıkıp da, onu altedebilmek için bir haklılığı ve uzmanlığa ihtiyaç duymaz. ‘Onu anlamıyorum; bu bakımdan kötülenen ben olacağıma, o olsun’ demek kâfidir.”
Vücut eğrileri sonsuz sayıda ince noktalardan oluşan ve objektif şekillerden başka bir şey olmayan tarzda resim yapan ressamlar, resimlerine Manet, Picasso ve bütün Empresyonistlerinkinden daha açık boya ve renk vurdular. Resimde gösterilen hayat kimseye ait değildir. Göz alıcı bir ışığın yansımasından ibaretti. Ruh, öz ve nefes ona yabancıydı. Hareket etmekten uzaktı. Empresyonist bir tabloda güneşle birlikte hücum eden karışık bir manzara, üzerinden güneş ışığının çekildiği bir yeryüzü parçası değildir.
Ressam, güneşi nasıl gördüğü ve ne tür bir güneşe ihtiyacı olduğuyla ilgilenmez. Güneşi hakânî ve başka bazı şairlerimizin yarattığı gibi yaratır. Tabloda dimdik duran bir takım tanımadığımız ağaçlar ve meşhur zoolog Fourier’in hayâl bile edemediği hayvanlar vardır. Yoktan varı yaratmak Allah’ın kudretindedir. İlâhî bir ifade olarak san’at insanın sorumluluğundadır. Gaugin birbirine bağladığı insanları, kendi yarattığı bir şeyle bağlar.
Bir deniz, bir volkanın ağzından akıyor olarak veya hiç gözü olmayan bir gökyüzü şeklinde görülebilirdi. Aleine olmuş, tuhaf şekilli hiç var olmayan vahşi insanlar vardır. Bu insandan bahsetmek istiyor. Onu arıyor. Olmadığı içinde, onu yaratıyor. Bu, Rumi’nin aradığıdır. O, tuhaf şekilli olmayan varlıklar yaratır. Bu insanı anlatmak ister. Onu arıyor. Bu Rumi’nin aradığı insandır. Olmayanı, herkesin aradığı insanı yaratır. Biri tasavvuf yoluyla güneşe ulaşırken, diğeri resimleriyle ulaşır. Bu insan, acayip akışıyla masum gözlerinde çözülmüş sırrı gizlemektedir.
Her biri hayâlî pembe ve menekşe renkli alev örtüleriyle ifade edilmiş bir şeyler imâ ediyor. Her biri bir anlam belirtiyor. Hiç bir örtüsü ve güneşin kızgın ışıkları altında büyüyüp açılan çiçeklerin ve hayvanların bulunduğu tuhaf manzaraları olmayan bir hikayedir bu. Ateşte hangi çiçek büyür ve açılır? Alçı ve taş bile san’atkâr eller altında anlam ve duyguya dönüşür.
Heidegger, bilimin daima ihmal ettiği insanı ve gerçek özünü görür. Bilim, insanı tabiata bakıp araştırma yapmaktan alıkor. Şu anda da öyle. Bazıları bilimin, insan ruhunu kendisini tabiatın kanunlarına bağlayan bağlardan kurtulmasına müsaade etmediği için insanı kendinden uzaklaştıran bilimi suçlar. Çünkü, bilim ve endüstrinin ilgilendiği tek şey tabiattır. İnsanı yalnız bırakmışlardır.
Sartre, aynı yalnızlığın daha büyüğünü duyar ve dünyayı her şeyden yoksun görür. İnsanın kendini kendi iradesi ve düşüncesiyle yapması gerektiğini söyler. Camus, insanın yabancılaşmasını bu dünyada çok tehlikeli bir hastalık olarak görür. Lucres’in sözünü ettiği minber bu dünyadan başkası değildir.
Kim için? Bu yabancılaşma ve yalnızlığa ulaşan insan için. İşte bu korkunç hastalık ve yabancılaşmadır. her şeyin saçma olduğu noktaya varır ve hayat lüzumsuz hale gelir. Kim? İnsan. Hangi insan? Dinin yerini alacak bir felsefe içinde kendisi için bir cennet felsefesi kurmak isteyen 17, 18 ve 19. yüzyıl burjuvasına şimdiye kadar eşlik eden insan. Burjuva, insanın milyonlarca yıl önce Allah’ın kendisi için yarattığı ve neş’e ve saadetin hüküm sürdüğü cennette günah işleyerek isyan ettiğini unutmuştu.
Hayatta, zamanda ve bu yeryüzünde kendisi için meydana getirdiğin burjuva cennetinde böyle bir duyular ötesi bilince yetişen durgunlaşıp doygunluk hisseden insanı nasıl kabul edebilirsiniz? İnsan ayaklanıyor. Gördüğümüz ayaklanma rahat insanın ayaklanmasıdır. Cennette yaptığı ayıplanmanın aynısıdır.
Bugün insan bilinçlidir ve isyankardır. Kim olursa olsun, cennette ve İrem bahçesinde bulunan her hangi bir kişi bilinçlenirse, olması gerekene duyduğu sevgi ve istekle mücadele ederek var olan her şeye karşı ayaklanır. Bu, insanlığın kanunudur.
Bugün görüyoruz ki, Doğuda san’at, tabiatın güzelliklerini, insan vücudunu şekil ve çizgilerini ve insani güzelliklerini ortaya koyup nesnellik ve gerçekçilik çerçevesini aşamayan ve zevklere eğilen eski Yunan hümanizmine ve Rönesans hümanizmine karşı ayaklanmış durumdadır. Felsefe ve zengin insanların yanı sıra , bu ayaklanma, aynı zamanda haylazca rahatlık içinde bozulmayarak bilâkis devam edip insanın sürekliliğini keşfedip bütün varlık ve nesnellik bağlarına da karşıdır.
Gerçekçilik [realizm] varolanın çerçevesi içinde sıkışıp kalmak demektir. Bu, her zaman susuz ve ayaklanan insana uygun düşmeyen bir donukluktur. Aynı şekilde, idealizm ise doru ve gerçek olan insana ettiği ihanettir.
Felsefe ve bugünkü insanın yanı sıra san’at, tabiat ve nesnelliğe karşı olan bu ayaklanmanın değişmez bir ölçüsü olan hizmetçisidir. İnsanın kendi kendini keşfedişinin ve duyular ötesi, hattâ insan zihin ve mantığını aşan imkânların çiçeklenişinin ve onları çiçeklendirişin değişmez ölçüdeki hizmetçisidir.
Bugün kü san’at dünkünün tersine eğlenceler içinde tıkanıp kalmıyor, insan ve insanlıktan da yüksek bir şeyler yapıyor. Bu bir görev ve bir emanettir. Meterling’in dediği gibi, “Allah her şeyi yarattıktan sonra insanı yarattı. Sonra durdu ve yaratmayı insana bıraktı.” Yaratıcı insan san’atkâr demektir, yaratırken her şeyden uzaklaşan, yaratıcılığıyla san’atını yaratan, ağlayan, çabalayan, kendini kuran ve kendini ifade eden insan demektir. Yeni bir kitap yazan bir kişi kendini ifade eder. Bir insan, san’atı, bilgi ve hünerinin değil, insanlığının ölçüsünü ihtiva ettiği derecede kendi kendini yapar.
Hayattaki misyonu olarak bir burjuva eğlence şeklini alan bugünkü san’atı yeri neresidir? İnsanın yeryüzünde kurmak istediği, yeme – içme, zevk ve cennette kalmaktan oluşan cennettedir bugün o. San’atı bir zevk aracı, vakit geçirme hareketi ve katı endüstriyel yaşantıdan bir kurtuluş olarak görmek, görevlerin en âdisini hareketlerin en kutsalına vermektir; yani, san’atı sanki yalnızca eğlenmek olarak kabûl etmektir; halbuki o, peygamberlik sona erdiğinden bir yaratıcının ellerine bırakılmalıdır.