Dr.Şeriati birinci derecede dert sahibi ve derde aşina biriydi ve bu, herkese nasip olmayan bir bağıştır. Toplumumuzda aydın’lık ve alimlik taslayan bir çok kişi ortaya çıkmıştır [ve şimdi de mevcuttur]. Toplum bilimci olduklarını iddia edenler olmuştur ve hala da bu iddialarını sürdürenler vardır ama onlar da olmayan ve göze çarpmayan şey dert sahibi olmak ve derde aşina olmaktı. Bunlar hayatın önemsiz teferruatında boğuldular, dar bir çerçeveye sıkıştılar ve aczlerine yenildiler. Toplumun büyük sıkıntı ve ihtiyaçlarından habersiz olup küçük problemleri çözmekle ömür geçirmek sadece sıradan kişilerin değil, kimi zaman çok büyük şahsiyetlerin de müptela oldukları bir hastalıktır. Oysa dert ehli olmanın şartı, bu gelip geçici işlerden el etek çekmektir.
Önemsiz şeyler karşısında gamlanan ve önemsiz şeyler karşısında sevince boğulan kişiler var. Ama bu çocukça tavırlara sırt çevirebilen, bu aleme daha yücelerden bakabilen ve başkalarının göremediğini görebilen kişiler de vardır. Derde aşina bir ruh bunu gerektirir ve o büyük şahsiyet [Şeriati] de böyleydi. Ama her dert ehli, anlatmak istediklerini yiğitçe anlatma özelliğine sahip olamamıştır.
Bilen ve anlayan kişiler oldu, ama dertleri gönül hanelerinde kilit altında tuttular. Bilmek de yiğitlik gerektirir, dile getirmek de. Bilmemek ve anlamamak için zihinlerini binlerce saptırmayla felç eden kişiler vardır. Bunlar önce kendileriyle uzlaşmaya ve sonra da halkın içinde uzlaşmayı hakim kılmaya çalışırlar.
Eserlerinin gösterdiği kadarıyla Şeriati, anlama hususunda gözü pek bir yiğitti. Önüne çıkan engel, örtü ve kaygıları yiğitçe parçalıyor ve bilgisizliğin kendisinde rahatça kol gezmesine izin vermiyor, derde aşina olmamanın derde aşina olmanın yerini doldurmasına izin vermiyordu. Filan şeyi bilemenin, başına ne işler açacağı hususunda hiçbir korkuya sahip değildi.
Bilgiyi sadece doğuracağı sonuçlar için öğrenenler vardır. Bunlar anlamaktan korkarlar ve anladıklarının kendilerine cesaret ve yiğitlik göstermelerini gerektirecek bir sorumluluk yüklemesinden ve bu sorumluluğunun gereğini yerine getirememekten çekinirler. Oysa risalet görevi yüklenen birinin yiğitlikten nasibini almamış olması mümkün değildir.
Men çu İsmailiyanem bi hezer
Bel çu İsmail azadem zı ser
Her peygamber sextru bud der cehan
Yek sevare kuft ber ceyşé şehan
Guspendan ger berunend ez hesab
Zan behişan key betersed an kasab
Çun bedozdem çun hafîzé mahzen ûst
Çun ne başem sextru poşté men ûst
Her ke ez xurşid başed poşt germ
Sextru başed ne bîm ûra ne şerm
[Ben İsmail gibi korkusuz biriyim
İsmail gibi başından geçmiş biriyim
Taviz nedir bilmezdi peygamberler
Şahlar ordusuna korkusuzca dalanlar
Koyunlar sayılamayacak kadar çok olsa da
Çoklukları hiç korku veremez kasaba
Çalsam ne gam malın bekçisi o
Tavizkarsam bana destekçi o
Kim güneşten almışsa desteğini
Tavizsiz diye ayıplayamazlar kendisini]
Bu basiret ve marifet güneşi kendisinde doğan ve bu güneşin desteğini kazanan birinin kahraman olmasından kuşku duymamalısınız. Amelde cesaret fikirde basiretin çocuğudur. [Ameldeki cesareti fikirdeki basiret doğurur.] Fikir alanında gevşek olanlar pratik hayatta tereddüt ve kuşkularla yüz yüze gelirler. Yakin ehli olmayanlar yiğitlik gösteremezler. Ama bizler çaba gerektiren alanlarda başarı gösterenlere değer veririz; zorlama sonucu bir şeyler yapan veya kendisine bağışlanan özelliklerle başarı gösterenlere değil! [Bilgi yarışmalarına karşılık baldır bacak yarışmaları gibi.] Güçlü bir zekaya sahip olanlar vardır; ama güçlü zeka ihtiyari [istemsel] bir şey değil, ilahi bir bağıştır. Üstün zekalılar [nevabığ] çoktur; ama onların üstün zekalılığı istemsel bir olay değil Allah’ın bir bağışıdır. Bu nedenle de üstün zekalılar övgümüze muhatap değillerdir. Hafızaları çok güçlü olanlar pek çoktur; ama bu da ilahi bir bağıştır ve bunlar hiçbir şekilde övgüye layık değillerdir. Eğer bizler burada Şeriati’den övgüyle söz ediyorsak bu onun sahip olduğu ilahi mevhibelerden [bağışlardan] değil, istemsel [ihtiyari] özelliklerinden ileri gelmektedir. Bu kural herkes için geçerlidir. Bağışları ve verdikleri için Allah’ı övmek lazım; bu a bağışlara sahip olan insanları değil! Ama sahip oldukları nimetlerden dolayı şükredenler müstesna! Bizi ve her insaf sahibi vicdanlı kişiyi övgüde bulunmaya çağıran şey, insanların istemle [ihtiyarla] yaptıkları, isteseler yapmayabilecekleri ama yaptıkları iyi işlerdir. Yollarının üstünde o işleri yapmalarını önlemeye çalışan binlerce düşman varken yiğitlik gösterip engelleri aşarak pak hedeflerine doğru yürüyerek düşmanları kaçırttıkları için. Gelecek nesillerin hayatında önemli yeri olanlar da bunlardır.
Şeriati zeka bakımından Allah’ın bağışından nasibini bolca almış biriydi. Bu bakımdan başkalarından oldukça farklıydı. Dertdaşlık bakımından da öyle. Ama bugün bizim için asıl değerli ve önemli yanları; birincisi yiğitliği, ikincisi de derdi dile getirmekteki hüneriydi. Ve bunlar bizim için belirgin bir öneme sahip iki özelliktir. O Arap şair diyor ki:
İza ma kunte fi emrin merumin
Fe la teqna’ b ima dunen nucumin
Fe ta’mil mevti fi emrin haqirin
Ke ta’mil mevti fi emrin azimin
[Bir hedefin peşinde olduğun zaman
Yıldızlardan aşağısıyla kanaat etme
Çünkü önemsiz işlerde ölmenin tadı
Önemli işlerde ölmenin tadı gibidir]
Ve Şeriati yıldızlardan aşağısıyla kanaat etmeyen, eğer bir hedef güdüyorsa bunu bütün bir tarih için güden kişilerden biriydi. Bunu delilsiz ve dayanaksız bir övgü olarak söylemiyorum. Onun bütün yazdıkları bu hususa delil teşkil etmektedir.
Kaynak: Şeriati’nin şehadetinin 10. yıl dönümünde, Dr. Abdülkerim Suruş’un Meşhed Dr. Ali Şeraiti Edebiyat ve Beşeri İlimler Fakültesinde, Haziran 1987 tarihinde verdiği konferanstan. Bakınız: Dr. Abdülkerim Suruş, Dini Düşüncenin Yeniden Kurulması ve Dr. Ali Şeraiti, Kıyam Yayıncılık, Çeviri: Sabah Kara, Ankara, 1989, s.16-20