O yazıcı üç çeşit yazı yazdı;
Birini o okudu başkaları değil
Birini o da okudu başkaları da
Birini o da okumadı başkaları da
Şems-i Tebrizî
KİTAPLARDA YAZMAYAN BİR ŞEYİ ÖĞRETEBİLİR MİYİM? Öğretmek benim işim hiç değil! Uyarabilir miyim, uyandırabilir miyim, soru sorabilir miyimden başka derdim yok! O halde sorumu şöyle değiştirmem gerekiyor: Kitaplarda yazmayan bir şeyi gösterebilir miyim, anlatabilir miyim, kitaplarda yazmayan bir şeye işaret edebilir miyim? Okuyucu bunları bir kitaptan okumaya başlayınca artık kitaplarda yazmayanlar olma vasfını kaybetmiş olmazlar mı? Bilakis artık benim söylediklerim, yazdıklarım da kitaplarda yazılan şeyler olarak “malum” sınıfına dahil olurlar. Bir insanın kendisi olarak gösterebileceği, tam olarak gösteremeyeceği ancak işaret edebileceği yegane şey kendi gerçekliğinden başkası değil. Burada da kelimelerin sınırlayıcı evreni başımızın belası olup çıkıyor. Artık kelimeler ne kadar insaflı olursa, ne kadar imkan tanırlarsa o kadar anlatabilir kişi kendi gerçekliğini. Hiçbir kelime de gerçeği tam olarak ifade edemez. O halde biz de Wittgenstein gibi şöyle diyebilir miyiz: “Sözcükler eylemlerdir. Okurun da yapabileceğini okura bırak.” Varsayalım ki dedik. Kıyamet mi koptu yani? Kopacak bir kıyamet varsa mutlaka kopmalı.
Okurun işi sadece okumak mıdır? Madem sözcükler eylemlerdir de neden okuyucu bunca sözcüğün üzerinden bir buldozer gibi geçip gider de bir sözcük dahi onda eyleme dönüşmez. Okuyucunun yapabileceği şeyler madem var da okuyucu niye bunları yapmaktan imtina eder durur? Buradaki malum okuyucu sınıfına giren okuyucular dışında kalanların gocunmasına gerek yok. Okuyucu her sözcüğü eylem olarak görme yetkinliğine kavuştuğu zaman dönüp yazara şunu haykırmalıdır artık: Her sözcük eylemdir. Yeter artık bizim yapabileceğimizi de bize bırak. Hem bizim yapabileceğimiz bir şeyler olduğuna inanıyorsan meraklanma, yok eğer bizde bir şey yapabilecek yetenek ve irade görmüyorsan zaten boşuna uğraşıyorsun. Bize öğretmekten vazgeç. Bizi güdülecek bir koyun gibi görme alışkanlığını terk et. Artık bizim sırtımızdan para kazanma yolundan başka bir yol bul kendine.
Bir insanın kendince anlamlı saydığı ve ona gerçeklik adını verdiği her neyse, bu, diğer insanları ne kadar enterese eder? Bu da muhal! Muhallerin toplamına denk düşen bir hali yaşıyoruz.
İnsan olarak bir muammayız. Muammalığımız ise birçoklarınca muhal. İnsan olarak muammalığımız maluma dönüşünce, artık insan olarak ayak bastığımız şu ihtiyar yerkürede, bu çilekeş toprak üzerinde daha uzun süre kalmamız anlamını yitirmiş olacak. Muammayız çünkü hakikatin bilgisine ulaşmak bizim için mümkün değil.
Bilgi ve özgürlük aynı şey. İnsanın bilgisizliği ne kadar çoksa özgürlüğü de o kadar az demek. İnsanın bilgisizliği sonsuz. Mutlak özgürlük de mümkün değil. Bilgi ağacının meyvelerini ne kadar çok yiyebilirsek hakikate o kadar yaklaşmış olacağız ve o kadar özgür olacağız. Yani tutsaklığımız bilgisizliğimizden kaynaklanıyor. Tutsağız çünkü bilgisiziz, bilgisiziz çünkü tutsağız. Bilgisizliğimiz tutsaklığımızı doğuruyor ve artık biz bir korku imparatorluğunda yaşamaya mahkum oluyoruz. Yaşadığımız dünya bir korku dünyası.
Yazarlar gerçeklere göre mi yazıyorlar yoksa gereklere göre mi? Gerçekleri yazanlar ne kadar da az! Onlar zulmün gövdesine takva elbisesi giydirmeye çalışıyorlar. Okuyucu da bu sahte muttaki görüntüye aldanıp Musa’nın dininin elbisesini giyen fakat gerçekte Firavun’un sihirbazları olan sahte peygamberlere aldanıp duruyor. Okuyucu eğer bu kitabı okuyarak rahatlamak istiyorsa nafile. Benim okuyucuyu rahatlatmak gibi bir meselem yok. Okuyucu da beni afyon yerine koymak gafletine düşmesin. Ben hakikatin bilgisinin kendi katında olduğu Allah’ı çarmıha germek cinayetini işleyemem. O iş, Şehit Şeriati’nin dediği gibi Hüda’yı ve hurmayı birbirinden ayıran, bunları birbirine düşman gösteren ve Hüda’yı halka verip hurmayı kendilerine saklayan, açlık ve yoksulluk yorumcularının işidir. Yani bu iş Karun’un mirasyedilerinin ve Firavun’un sihirbazlarının işidir. Onlar Kayserler için çalışırlar, rahmet sofralarından uzaktırlar ve saray sofralarının kırıntılarını büyük bir iştahla midelerine indirirler. Onların mideleri şiştir, kalpleri de kurumuştur.
Yapıcılıkla kendini sorumlu tutmuş kişi yıkıcılığı bilmeli ve öğretmelidir. Madem bir yapı içinde sıkışıp kalmışız. Madem dört bir yandan kuşatılmış durumdayız. O halde bizi kuşatan surları yıkmadan barınağımızı nasıl inşa edebiliriz? Yoksulluğun ve hikmetin sığınağı olan yetim barınağımızı! Yapıcıların ilk işi yıkmak! Yapıcı kişi de önce yıkmayı öğretmelidir. Fakat ben gerçekten bu yazdıklarımın boyun eğmek mi yoksa baş kaldırmak mı olduğunu bilmiyorum. Yazmak çoğu kez anımsamak ve anımsatmak için değil unutmak için olup çıkıyor.Ve ben kalıcı olsun, bilsinler, beğensinler diye değil de sadece yazmadan edemediğim için yazıyorum. Okuyucudan beklentim ise dinlemesi değil görmesi, okuması değil bulması. O halde bu yazılanlar kime sesleniyor? Bu yazılanlar gerçekten de seslenilensizdir. Çünkü seslenilenlerin algı, duygu, idrak, zevk ve düşünceleriyle sınırlı bir evrende kalmak mahkumluğunu taşıyamazlar. Okuyucunun, bunların görücüsü ve arayıcısı olması gerekiyor. Artık okuyucunun benim yazdıklarım hakkındaki görüşü de beni ilgilendirmiyor. Beni övmeye kalktığı zaman da beni yermeye kalktığı zaman da beni tanımamışlığını belli etmiş olacak. Çünkü ben yığınların görüşlerini değil, onların kurtuluşlarını düşünüyorum.
Bu dünyada bir aldanmışlar topluluğundan başka bir vasfımız yok. Sadece ya üstün bir aldanıcı yada aşağılık bir aldanıcı olabiliriz. İnanan kişi üstün bir aldanıcıdır diyor İmam Ali. İşte bir sürgün: Yeryüzü sürgünü. Ve başkalarında tutsak. İnsan bir kuşkudan ibarettir. Sürekli bir sallantıdır. Her kişi başıboş bir coşkudur. İmam Gazali’nin dediği gibi “ıssız bir yalnızlık” içinde.
Kendilerini büyük varoluş davalarına adamış kimseler, varolmanın büyük nimetlerinden uzak kalmayı göze almalıdırlar. Issız bir yalnızlık içinde, nimetlerden uzakta, bir sürgün, bir garip, bir yolcu gibi. Kalıcılık bir aldanış, bolluk bir bilinçsizliktir. En az bir civciv kadar devrimci olmayı başaramayan insanlardan beklentim yok. O civciv ki kabuğunu kırmaktan başka bir derdi yoktur.
Biz doğuluların geçmişe tapar bir ruh halleri var. Bu tarihin mi yoksa coğrafyanın mı zoru onu kesin olarak bilmiyorum. Yine aynı zordan ötürü olsa gerek bütün insanların en güzel günleri ve altın çağları çocukluk dönemleridir. Masum bir geçmiştapar ruh hali! İnsan geçmişin özlemi içinde. Geçmiş tatlı bir hayal, insan halden şikayetçi ve gelecek muhal. Bir Mesih beklentisi içinde. Ne felsefenin ince ve kıvrak zekası, ne Janus’un iki yüzü, ne ikonaların hüzünü, ne Weberyen teoriler, ne ideolojilerin kısa ömürleri, ne Hümanizma, ne Varoluşçuluk, ne Aydınlama, ne Kapitalizm, ne Liberalizm, ne Marxizm, ne modernizm, ne postmodernizm ne yeni muhafazakarlık ne de daha niceleri insanın bu yeryüzü sürgününe bir anlam veremedi. Hepsi de sözünü sonuna kadar söyledi ve tarih sahnesinden çekildi. Yeryüzü sürgününde insan gittikçe yabancılaşan kendi doğasının kurbanı olup çıktı. Geçmiştapar insanı geleceğin tarihine yönlendirecek sihirli bir değnek yok elimizde. Yine tarihe muhtacız. Fakat fertlerin biyografilerinden oluşan bir tarihe değil! Toplumların iniş ve çıkışlarının hikayesi olan dinamik bir sosyal tarihe!
Okuyucu şimdiye kadar okuduğu satırlarda aradığını bulamamış olabilir! O halde daha fazla uzatmayalım. Neyiz, kimiz, nereliyiz, neredeyiz, nerede olmalıyız, neden olmalıyız? Mesih asla gelmeyecek! Sen ve ben varız ey okuyucu! Biz insanoğlu! Biz yeryüzü sürgünleri! Biz Adem’in varisleri! Biz niye varız, biz ne için varız? Kimin yanında, kimin saflarındayız? Kim için varız? Ezen miyiz ezilen mi? Zalim miyiz mazlum mu? Mustaz’af mıyız müstekbir mi? Mele miyiz mutref mi? Mervan’ın dininde miyiz, Muhammed’in dininde mi? Muhammed’in yorgun devesini mi çekiyoruz Ümeyyeoğulları’nın koca devesini mi? Musa mıyız Karun mu? Al mıyız kara mı? Gece miyiz gündüz mü? Uyku muyuz uyanıklık mı? Sefalet miyiz sefahat mı? Habil miyiz Kabil mi? İzzet miyiz zillet mi? Toplum muyuz sürü mü? Kul muyuz vatandaş mı? Millet miyiz ulus mu? Köylü müyüz kentli mi? Akıl mıyız duygu mu? İman mıyız zan mı? Dün müyüz yarın mı? Sen kimsin ben kimim? Ben seni ne kadar tanıyorum, sen beni ne kadar tanıyorsun? Sen sadece okur ben de sadece yazar mıyım? Hayır ne ben yazar ne de sen okuyucu! Ben okuyucu sen yazar! Seçeneksiz bir seçimden sorumlu olan sen ve ben neyiz? İşte artık dinleme gör, okuma bul. Ama önce neyi nerede arayacağını bil! Ben yokum ve bu sorular var. Bu sorular senin ve benim için var.
Fakat yine de Schandel’in dediği gibi “herkesin söylenemeyecek sözleri vardır.” Söylenemeyecek sözümüz var mı? Belki! Onları da başka yerde ve başka zamanda söylemek niyetimizi koruyarak.
Sözcükler konuşmak için değil söz söylemek içindir. Ayn el Kuzat Hamedani’nin de dediği gibi bu işe ise kalem değil elem gerekir. “Sevginin iki bakire kızı olan, ‘sakınıp korunma’ ve ‘boyun eğme’”nin gölgesinde büyüyen büyük bir elem. Wesselam.
Dr. Mustafa YILMAZ