Geçen hafta bir gece Tahran'ın kuzeyine düşen Muhsini Meydanı'na yakın bir yerde bulunan, aslında bölgenin çevresine hakim tek binası olduğu söylenebilecek Hüseyniye-i İrşad'da Aşura Günü üzerine bir program izledim. Hüseyniye-i İrşad, Ali Şeriati'nin konferanslarını verdiği bina, devrimden önce muhalif İslamcıların kültürel faaliyetlerini sürdürdüğü mekandı. Devrimden sonra da bu özelliğini koruyor aynı bina ve resmi ideoloji karşısında eleştirel bir konumda bulunan dini aydınların etkinliklerine mekan oluyor.
Büyük salonun belki de 60'lı yılların ikinci yarısında yerleştirilmiş kırmızı koltukları sanki tartışmalı konferansların izlerini taşıyormuş gibi solgun ama yıpranmış olmaktan uzak. İrşad'ın çalışmaları ilk olarak 1963'te, bu binanın yapımı hala sürmekteyken, bir çadırda başlatılmış. Çadır dönemi beş yıl sürmüş ve Ali Rahnema'nın aktardığına göre, yapımına başlandığında çevre sakinlerine bir cami izlenimi veren bu, büyük kubbesi mavi çinilerle süslü görkemli bina 1967'de faaliyete açılmış. Koltuklar dolu olduğu için en arkada, ayakta izliyoruz konuşmacıyı. Kürsüde Ali Şeriati'yi görür gibi oluyorum; bu kürsü ile, bu bina ile bu denli bütünleşmiş başka bir isim yok. İrşad'ın yapımında emeği geçen birkaç kişiden biri ve Şeriati'yi İrşad'da konferans vermeye ikna eden kişi olan Mutahhari bile, sonraki yıllarda ortaya çıkan ihtilaflarda, Şeriati'nin kendisine tercih edilmesi nedeniyle -fakat asla bu konuda bir çatışmaya yol açmadan- İrşad'dan ayrılacaktır.
İlk dinlediğim konuşmacı olan yazar Ahmet Kabil, Aşura merasimleri konusundaki ikiliğe dikkati çekti. Biraz ötede, Muhsini Meydanı'nda gerçekleştirilen canlandırmalı, mersiyeli, müzikli toplantı ve yürüyüşlere avam ve geleneksel kesimler kadar, modern görünüşlü gençler de katılıyor. Buna karşılık modernist aydınlar Hüseyniye-i İrşad'da gerçekleştirilen toplantıya benzeyen konferans ve panelleri yeğliyorlar. Bir tarafta aklı iptal etmiş yürek, öte tarafta belki de ‘düşünen yürek'... Farklı halk kesimleri aşura merasimlerinde kendi durdukları yerden bir şeyler bulabiliyorlar.
Yazılarımda bunu daha önce bunu dile getirmişimdir: Hüseyin için düzenlenen taziye merasimleri aynı zamanda gençler için kamusal alana meşru bir çıkış zemini sunuyor.
Kabil, dini düşüncenin içinde bulunulan zaman ve mekandan yeni bir okumaya tabi tutulması gerektiğini düşünen Kediver, Şebisteri gibi düşünürler arasında yer alıyor. Sıklıkla vurguladığı konu, Şia'nın Safevi saltanatı ile birlikte kurumsallaştığı dönemlerden itibaren, Safevi düşüncesi ve bu düşünceden beslenen tarikat ve benzeri kurumlar tarafından İslamiyet'in çeşitli konularının tartışılmasının önünün alınmış olması. Safevi saltanatı görünüşte yıkılmış olsa bile geriye önemli konuların tartışılamazlığına dair yargıları miras bırakmış.
Aydınlar gençlerin sorularına cevap vremekte yetersiz kalıyor bu durumda ve cevaplandırılmayan sorular nedeniyle de gençler sorularının cevaplarını başka alanlarda bulma yolunu tutuyorlar. Bu oldukça tuhaf; çünkü ne de olsa Peygamberimiz döneminde İslam'ın bütün yönleriyle tartışılabildiği görülüyor. Sahabenin ise soru sorma ya da eleştiri alanında etkin oldukları açık. Peygamberimiz zamanında ve daha sonra müslümanlar arasında yaşanan ihtilaflar ise Kabil'e göre, o dönemlerde tartışma zemininin müsait olmasından ileri geliyor. Oysa sonraki yüzyıllarda bu tartışma zemini, kendisi gibi düşünmeyen-inanmayan insanı cehenneme göndermeye hevesli bir inanma biçimine yerini bırakıyor.
Bir diğer konuşmacı, sosyolog Haşim Ağaceri ise Hüseyin'in kıyamının felsefesini anlatmaya çalışırken, toplumların her zaman bozulmaya doğru gittiği şeklindeki bir kabulü ve bütün hareketlerin asli mecrasından sapma eğilimine sahip olmasının sebeplerini irdeledi konuşmasında. Hazret-i Adem'den bu yana Hak yoluna davet için binlerce peygamber gönderildi insan toplumlarına, şu var ki vahiyle aydınlanan toplumlar bir zaman sonra yeniden bozulma gösterdiler. Örneğin Hazreti Musa Ben-i İsrail'i Firavun'un zulmünden kurtardı ama çok geçmeden halk, Firavun'un yerini alan ruhban sınıfı tarafından ezilmeye başladı. Hazreti İsa aynı topluma yeni bir kurtuluş vaadiyle geldi.
Ancak onun hareketi de daha sonra rahiplerin ve kilisenin totaliter yönetimleri tarafından çarpıtıldı. Yalnız vahye dayalı dini uyanış hareketleri değil, modern ideooljiler de benzeri bir sapmadan muzdarip. Liberalizm hareketi feodalizme karşı eşitlik ve özgürlük talebiyle zafer kazandı ama çok geçmedi, feodal despotların yerini burjuva despotlar aldı. Bolşevik devrimiyle yeni bir sayfa açan sosyalizm ütopyası kapalı Sovyet toplumlarıyla sonuçlandı. Bu nedenle de aydınların sürekli başlangıç ilkelerini hatırlatması, bu ilkelere geri dönmesi gerekiyor. Hazreti Hüseyin'in yapmak istediği de buydu işte: Başlangıç ilkelerini hatırlatmanın bir yolunu bulmak...
Kaynak: Gerçek Hayat Dergisi, Sayı 329, 9 Şubat 2007