Menyu
Ali ŞERİATİ Yaşasaydı...? / Turgay EVREN
HAKKINDA YAZILAN MAKALELER [TÜRKÇE]

Ali ŞERİATİ Yaşasaydı...? / Turgay EVREN

Ali Şeriati yaşadığımız yüzyılın şüphesiz en çok dikkat çeken müslüman aydınlarından biri. Ali Şeriati’yi diğer aydın ve alimlerden farklı kılan şey onun sadece pasif bir düşünür olarak kalmayıp, bundan takriben otuz sene önce gerçekleşen ve, Ahmet bin Bella’nın da kabul ettiği gibi, tüm dünyayı şaşkınlığa ve hayrete düşüren İran İslam inkılabına yaptığı aktif katkıdır. Gerçi kendisi devrimi göremeden şehid oldu ama, Berkeley üniversitesinde hocalık yapan ünlü İslam bilimci Hamid Algar’ın da belirttiği gibi, Ali Şeriati İmam Humeyni’nin ardından devrimin en etkili ikinci ismiydi. Nitekim insan selinin kapladığı İran sokaklarında, devrimin en şaşaalı anlarına İmam Humeyni’nin posterlerine eşlik eden tek sembol Ali Şeriati’nin resimleriydi. Bu noktayı devrimin önde gelen isimlerinden Ayetullah Beheşti ve Ayetullah Talagani’nin de defalarca vurguladığı bilinmeyen bir şey değil. Bu yüzden olsa gerek birçok doğulu ve batılı araştırmacı Şeriati’yi İran İslam Devriminin baş teorisyeni olarak değerlendirmekte bir beis görmemektedir.

 

Ali Şeriati hakkında çok şey söylendi ve söylenmeye devam edecek. Bu yüzyılda onun kadar aleyhinde kampanyalar düzenlenen ve kişiliği ve görüşleri hakkında bu kadar farklı spekülasyonlar yapılan çok az düşünür vardır. En son Gerçek Hayat Dergisi tarafından Ali Şeriati’nin eşi, Puran Şeriati ile yapılan ve bu sitede de yayınlanan röportaj ülkemizde farklı yankılar uyandırdı. Özetle Puran Şeriati, Ali Şeriati’nin bir devrim peşinde olmadığını, onun daha çok insanları zihinsel ve düşünsel yönden değiştirmeye çalıştığını ve yaşasaydı bugünkü mevcut yönetime tepki ve itirazlarını korkmadan göstereceğini anlatıyordu. İlginç bir şekilde devrimin en büyük itici gücü olan Ali Şeriati, eşinin mülahazalarına göre muhtemel bir devrimi çok erken buluyordu. Aslında Şeriati’nin mevcut eserlerinde Puran Hanım’ı haklı çıkaracak çok sayıda bulguya rastlanabilir. Şeriati gerçekten de neredeyse tüm eserlerinde halkın İslam’ı kavrayış noktasında çok yetersiz olduğunu vurguluyor ve özellikle gençliği hedef alarak gerçek İslam’ın çehresini tasvir etmeye ve İslam’ın hayatiyetini yitirmiş kavramlarına ruh üfürmeye çalışıyordu.

 

“Anne Baba Biz Suçluyuz”, “Fatıma Fatıma’dır”, “Ali Şiası ve Safevi Şiası”, “Biz ve İkbal”, “Öze Dönüş”, “İslam-Bilim” ve diğer birçok konuşma ve eserlerinde yapmaya çalıştığı da aslında buydu. Tarih bize Ali Şeriati ve İmam Humeyni’nin asla yan yana gelmediğini gösteriyor. Ben Şeriati’nin sadece bir makalesinde İmam Humeyni’ye atıfta bulunduğunu ve sözü geçen makalede İmam Humeyni’nin önderlik ettiği hareketin henüz kültürel bir inkılab oluşturma potansiyeline sahip olmadığına çok kısaca değindiğini biliyorum. İmam Humeyni ise Mutahhari ve ulemadan bazılarının şikayetlerine rağmen Şeriati’nin çalışmalarını ve kişiliğini hedef alan konuşmalardan ısrarla kaçınacaktı. Bütün bunlar yanı sıra, İmam Humeyni’nin ve Ali Şeriati’nin fikir bazında farklı olduğu kadar ortak yönleri de vardı ki, bu özelliklere hem Hamid Algar hem de Kelim Sıddıki eserlerinde geniş bir şekilde değinmektedirler.

 

Kuşkusuz İran İslam İnkılabı İmam Humeyni’nin önderliği olmadan gerçekleştirilemezdi. Ancak yine de bu devrime bir tane Şeriati gerekliydi. Ayetullah Humeyni’nin fikirleri daha çok pazar esnafı, medrese öğrencileri ve halk arasında revaç bulurken, Ali Şeriati üniversite gençliği ve Marksist kesimleri etkisi altına alacaktı. Ali Şeriati, Marksizm ve diğer batı felsefelerini oldukça iyi bir şekilde kavramıştı ve bu fikir akımlarına karşı o ana kadar İslami kesimin gösteremediği özgün eleştiriler getiriyordu. Şeriati’nin ayrıca Kur’an’ı incelerken modern sosyal bilimlerden de yararlanarak oluşturduğu tefsir tarzı da oldukça yeni ve cezb ediciydi. Nietzsche’nin Tanrının ölümünü ilan ettiği bir dünyada, Albert Camus ve Jean Paul Sartre’ın absürde yakalandığı bir çağda, Şeriati aşkın, imanın ve irfanın ateşini yakmayı ve aklı Allah etrafında pervane gibi döndürmeyi ustaca başarıyordu. Haykıran sesi İran coğrafyasını aşarak Türkiye’de Cemil Meriç’e, Cezayir’de Frantz Fanon’a, Fransa’da Sartre’a, ve Filistin kurtuluş mücadelesine kadar ulaşıyor ve İkbal ve Afgani’nin özlemleriyle birleşerek daha da gürleşiyordu.  

 

Buraya kadar güzel ama daha 44 yaşında bu fani alemi terk eden bu büyük düşünür bugün yaşasaydı ne olurdu? Seyyid Hüseyin Nasr gibi daha devrimin başında soluğu Amerika’da alarak, yeni bir İslam geleneği mi oluştururdu? Abdülkerim Suruş gibi İngiltere’ye giderek, modernizm yerine İran’ı ve İslam’ı mı hedef tahtasına oturtarak batının yaşayan en büyük filozoflarından biri mi olurdu? Puran Şeriati gibi Amerika ve batı aleyhine tek kelime etmeden kendi ülkesinin yöneticilerini mi amansızca eleştirirdi? Hatemi gibi bir reformcu olup, İslam’ın daha hoşgörülü bir yorumunu mu oluştururdu? Şeriati’nin yaşasaydı ne olacağını ve nasıl davranacağını Allah’tan başka kimse bilemez. Şeriati’nin yazdığı eserler ise bırakın Puran hanımın, Şeriati’nin kendi kontrolü altında bile değildir. Şeriati bunu çok iyi biliyordu, o yazar ve eser arasında çift yönlü bir etkileşim olduğunu söylüyordu. Yazar yapıtını oluştururken, yapıt da yazarını şekillendirir. Şeriati, “sözün coğrafyası vardır” derdi.

 

“Aydınlık, [aydın olma] ne felsefedir, ne bilim, ne fıkıh, ne edebiyat, ne de sanat. Aydınlık tek kelimeyle ‘hidayet ilmi’dir, bir tür nübüvvettir aydınlık, ne felsefe gibi zihniyet türetir, ne bilim gibi eşyanın suretini ve bağlarını olduğu gibi gösterir. Aydınlık ‘oluş’ bilimidir; insanın ‘varlık bilincinden’ beslenen ‘yol’dan haber vermektir. Bu yüzden kendi zatında ‘çağrı’ ile beraberdir ve tabii ‘sorumlulukla’ da.” [Kendini Bilmek, 184] Ali Şeriati bir dert adamıydı. Yaşadığı dönemin ruhbanlarını ve Ayetullahlarını eleştirirken, Şaha torpil ve iltimas geçmeyecek kadar bilinçliydi. Yanlış yapan ulemayı en sert ve alaycı şekilde eleştirdiği doğruydu, ama o öldüğünde borçluları kapısına üşüşen Ayetullah Burucerdi’yi diğerlerinden ayırt edecek kadar uyanıktı. Şeriati dert ve sorumluluk adamıydı. Arkadaşlarının evinde sabahlara kadar halkının kaderi için ağladığı olmuştu. Küçük kızlarına neden onları bir daha göremeyecekmiş gibi sıkı sarılır ve hıçkırıklarına yenik düşerdi?

 

Evet, Şeriati de Şah’ın baskı ve zulmünden kaçıp Avrupa’ya hicret etmişti. Ancak bunu Avrupa’ya yağcılık yapmak ve batının üstünlüğüne teslim olmak için yapmamıştı. Doktora yaptığı Fransa’da Cezayir kurtuluş mücadelesine verdiği aktif destekten dolayı tutuklanmış ve cezaevinde yatmıştı. Filistin mücadelesine, mezhep taassubuna kapılmadan her zaman sahip çıkmış ve Filistinlilerin mücadelelerini destekleyen İsrailli Yahudilerin, ülkesinin Filistin mücadelesine sahip çıkmayan kimi Ayetullahlarından daha şii olduklarını haykırarak söylemekten çekinmemiştir. Şehadetinden kısa bir süre önce gittiği Belçika’da bakın üstad nasıl yaşamıştır? Kardeşinin evinde kalan Nesrin Fukuhi şöyle anlatır:

 

“Dr. Şeriati’nin bizim evimize gelişi bizim için beklenmedik ve memnunluk verici bir olay sayılırdı. Bundan dolayı evin en güzel odasını hazırladık. Fakat Doktor, “Evinizin kileri nerede?” diye sordu. Onun ne demek istediğini anlamayan bizler, yapı olarak kireçli olan ve yaşamak için elverişli olmayan kileri ona gösterdik. Doktor, “Odam olmasını istediğim yer burasıdır” dedi. Ben, “Neden burayı seçiyorsunuz?” diye sordum. Şöyle cevap verdi: “Ben bu şehre, güzel bir yaşama ve odaya sahip olayım diye istirahat etmek için gelmedim. Benim buradaki yaşamım da Tahran’daki gibi olmalı ta ki benim yaşam şeklim vatanımdaki insanlarla ve zindanlarda yaşayan gençlerle tezat teşkil etmesin.” [ Eşim Ali Şeriati, Puran Şeraiti, 229]

 

Ali Şeriati sadece bir fikir adamı değil, o aynı zamanda bir aksiyon ve eylem adamıydı. Yaşasaydı elbette İran’daki yönetimden kaynaklanan birçok olumsuzluğu en kötü bir şekilde eleştirirdi. Halk ve aydınlar için daha büyük bir özgürlük ister ve “Medeniyet ve Modernizm” adlı eserinde tarihteki ilk Medeniyetin kurucusu olarak gördüğü Kürtler için muhakkak daha çok özgürlük ve kültürel haklar talep ederdi. Şeriati bir eşitlik aşığıydı ve bu anlamda İran’daki eşitsizliğin ve sınıf çelişkilerinin en acımasız muhalifi olurdu. Ama bütün bunları yaparken yeryüzünün mazlum ve sömürülen halklarını unutmaz, Batı’yı ve batının ürettiği ikiyüzlü politikaları yerden yere vurur, ve İslam’ı tüm halkların kurtuluşu için yeniden yorumlamaktan vazgeçmezdi. Kısacası Ali Şeriati, ne Seyyid Hüseyin Nasr, ne Abdulkerim Suruş, ne Puran Şeriati ne de bir başkası gibi olurdu. O Ali Rahmena’nın kitabında belirttiği gibi ıslah olmaz romantik bir ütopyacı olabilir, ama onun yüzünü güneşe çevirmiş olması karanlığı tanımadığı anlamına asla gelmez.

 

Ali Şeriati yaşasaydı, Ali Şeriati gibi olurdu…