Gelenek, modernite ve İslam düşüncesi üzerindeki yazıları ile tanınan İranlı ünlü düşünür Abdülkerim Suruş, Ali Şeriati’yi anlattı. Suruş, İslam dünyasındaki aydınlar üzerinde büyük etki uyandıran Ali Şeriati’nin şehid edilmediğini iddia etti.
Reza Khojasteh Rahimi- Siz Dr. Ali Şeriati’nin ölümünden sonra onun ikamet ettiği yere giden ilk kişilerdensiniz, daha toprağa verilmeden önce cansız bedenini gördünüz. Ama o günün ertesinde Dr. Şeriati ile görüşmeyi kararlaştırmıştınız, fakat onun ölümü buna mani oldu. Bize onunla kararlaştırmış olduğunuz görüşmenin öncesini anlatabilir misiniz?
Dr. Abdulkerim Suruş- Dr. Ali Şeriati İran’dan Fransa’ya gitmek için ayrılmıştı. Fakat İngiltere’ye yapacağı yolculuğu henüz kimseye açıklamamıştı. Ama bizim kulağımıza erişmişti. Bir müddet sonra, o sıralar Londra’da ikamet etmekte olan merhum Şeriati’nin yakın arkadaşlarından Minaçi Bey’den Dr. Şeriati’nin İngiltere’ye geldiği ve dostlardan birinin evine gittiği haberini aldık. Bunun üzerine Minaçi Bey ve diğer bir arkadaşla beraber Dr. Şeriati ile görüşme programı yaptık. Bu görüşmedeki temel amacım sadece doktorla başlangıç görüşmesi yapmak ve onunla tanışmaktı. Aklımda da bu ilk karşılaşma ve tanışma faslından sonra görüşmelerimizin sıklaşması düşüncesi vardı. O dönemin bir takım meselelerini ve inkılâp sorunlarını Dr. Şeriati ile bahis konusu ederek doktordan istifade etmek istemiştik. Ama üzülerek söyleyeyim ki bu görüşme kıyamete kaldı, ecel bu fırsatı bize vermedi.
Siz daha önce Dr. Ali Şeriati ile hiç görüşmemiş, onu yakından tanıma fırsatı bulmamış mıydınız?
Doktorla yakın tanışıklığımız yoktu. Dr. Şeriati’nin de beni şahsen veya ismen tanıdığını sanmıyorum. Onun konferanslarını dinleyen, kitaplarını okuyan biriydim. İran’da olduğum zamanlarda Hüseyniye-i İrşad’a gidiyordum. Hülasa hiçbir özel oturumda Dr. Şeriati ile bir araya gelmedim, böyle bir fırsatım olmadı. Bu bende onu görme arzusunu alevlendiriyordu, bu yüzden onun İngiltere’ye gelmesini, kendisiyle oturup konuşmak, sohbet etmek için iyi bir fırsat olarak düşünmüştüm. İngiltere’de Müslüman ve gayrimüslim öğrenciler tarafından yaygın bir biçimde oturumlar düzenleniyordu ve bu oturumlarda Ali Şeriati’nin kitapları okunuyordu. Kitapları ders kitapları gibi algılanıyordu. Ben de o oturumlara katılıyordum. Ebette o dönem Şeriati’nin görüşleri çok kabul görüyorsa da görüşlerinde ve eserlerinde birçok müspet noktalar varsa da benim o görüşlere karşı eleştirel bir bakışım da vardı. Onunla görüşme arzumun bu kadar yüksek olmasının sebebi de bunlardı zaten. Fakat dediğim gibi o görüşme kıyamete kaldı.
Dr. Şeriati’ye yönelttiğiniz eleştirel bakışınızın temelinde ne vardı? O dönem Hüccetiye Encümeni’ne ve Halebi Bey’in şahsına karşı duymuş olduğunuz yakınlık ve temayülün bu eleştirel bakışınız üzerinde herhangi bir etkisi yok muydu? O zamanki eleştirinizin temelinde gelenekçi bir bakış açınızın olmasına bağlanamaz mı? Hatta Şehid Ayetullah Mutahhari Bey gibi siz de Şeriati’nin bakışını dini, akidevi yönden, yani dini geleneğe dayanarak eleştirmiş olabilir misiniz?
Bu sorunuza cevap verebilmem için takriben 30 yıl öncesinden konuşmam gerek. Ben o zamanlar merhum Mutahhari’nin Ali Şeriati hakkındaki eleştirileri hakkında herhangi bir malumata sahip değildim. Mutahhari’nin eleştirileri olarak yayınlanan mektuplar da zaten inkılâptan sonra ortaya çıktı, o zamanlar biz böyle bir şey görmemiştik. Hüccetiye’den de yıllardır ayrıydım. Ali Şeriati’nin eserlerinde de Hüccetiye bakış açısı tarafından eleştirilecek bir şey göremiyordum veya en azından benim böyle bir eleştirim yoktu.
Peki, o zaman sizin eleştiriniz neye dayanıyordu?
Benim o zamanlar İngiltere’de kafam İslam Felsefesi ve Batı Felsefesi meseleleri ile doluydu. Bir taraftan İran’da İslam felsefesi üzerinde okumalarım olmuştu, gücüm nispetinde İbn-i Sina’nın ve Sadreddin Şirazi’nin görüşleriyle tanışmıştım. Diğer taraftan da İngiltere’de Analitik felsefe ve Bilim felsefesi ile uğraşıyordum. Ali Şeriati’nin eserlerinde herhangi bir zaaf görmüşsem bunu bu uğraşlarım çerçevesinde edinmiştim veya görmüştüm. İslam felsefesi ve analitik felsefe açısından Ali Şeriati’nin çoğu zaman yaptığı genellemelerin doğru olmadığını ve felsefi olarak herhangi bir savunmasının olamayacağına inanıyordum. Ben bu eleştirilerimi dönemin "Halkın Mücahitleri"’nin bakışlarına da getiriyordum. O günün "Halkın Mücahitleri" ile bugünün "Halkın Mücahitleri" asla kıyaslanamaz. O günün Halkın Mücahitleri etraflarına sanki misk kokusu saçıyorlardı, dindarlar, Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında sevenleri çoktu. Mücadeleci saygın bir grup olarak görülüyorlardı. Hatta bazı Mücahidin-i Halk taraftarları Ali Şeriati’nin onlara karşı çok iyi bir nazarla baktığını, tarzlarını beğendiğini, bazı konferanslarını da Mücahitlerin bazı üyelerinin şehadeti için düzenlediğini ve onlardan sitayişle bahsettiğine inanıyorlardı. İngiltere’deki Öğrenci Komitelerinin ve Avrupa öğrenci birliklerinin oturumlarında Mücahitlerin düşünceleri bahis konusu edilir ve tartışılırdı ben de onların “idrak” konusundaki düşünceleri üzerine eleştirel bir bakışa sahiptim. İran’da yayınlanan “diyalektik tezat” adlı kitabım İngiltere’de verdiğim konferansların bir kaçının metinlerinden oluşuyordu. Bu kitaplarımda doğrudan Halkın Mücahitlerini, dolaylı olarak da Ali Şeriati’nin düşüncelerini eleştiriyordum.
Çünkü Ali Şeriati de sosyal ve tarihi hadiselerin yorumlanmasında diyalektik tezadın uygulanmasına inanıyordu, eserlerinde de bu noktayı açıkça dile getiriyordu. Siz benim o kitabıma müracaat ettiğinizde diyalektik tezat konusunda merhum Mutahhari’nin gittiği yoldan gitmediğimi göreceksiniz. Benim yaklaşımım tamamen farklıdır ve bilim felsefesinden, epistemolojiden yeni bir tahlil çıkardığımı görürsünüz.
Ali Şeriati’ye getirdiğiniz eleştiri bu esasa mı dayanıyordu?
Benim Ali Şeriati’ye yönelttiğim eleştirilerin iki yönü vardır. Biri felsefi bakış, diğeri ise tefsire dayanan bir bakıştır. Ben Ali Şeriati’nin eserlerine baktığımda Kur’an’a, Nehcül Belağa’ya ve diğer İslam mütefekkirlerinin düşüncelerine çok az dayandığını görüyordum. Bunu onun çalışmalarının zayıf noktası ve eksikliği olarak telakki ediyordum. Onun çalışmaları Mühendis Mehdi Bazergan’ın tarzının tam zıddını oluşturuyordu. Çünkü Merhum Mühendis Mehdi Bazergan düşüncelerini büyük ölçüde Kur’an-ı Kerim’e dayandırıyordu. Ben bugün Ali Şeriati’nin o günkü çalışmalarının İnkılâpçı bir İslam’ın teşkiline dayandığını söyleyebilirim, ama o gün benim böyle bir tespitim yoktu. O gün gördüğüm şey Kur’an ve diğer mukaddes kitapların onun düşünceleri ve eserleri üzerinde çok az etkili olduğuydu. İkincisi felsefi açıdan onun delileri sağlam değildi, bilakis çok zayıftı. Üçüncüsü onun eserlerinde tercih unsurunun çok baskın olduğunu görüyordum, yıkıcı bir tercih.
Hangi anlamda, açıklayabilir misiniz?
Merhum Şeriati, İslam tarihinden ve İslam düşüncesinden kendisinin amacı olan İslam’ı inkılâpçı bir görüntüye sokmak hedefiyle örtüşen unsurları çekip çıkarıyordu. Ben bu hususu o günlerde müphem bir şekilde tespit ederken bu günlerde sarahatle görmekteyim.
Buna bir misal verebilir misiniz?
Evet, örnek olarak, Ali Şeriati’nin Aşura’yı, İmam Hüseyin’in başına gelenleri, Hz. Zeyneb’in esirliğini, İmam Hüseyin’in ailesinin içine düştüğü esaret öyküsünü bir bütün olarak Kerbela olayını canlandırması, diri tutması onun eserlerinin şaheser olarak belirmesine vesile oluyordu. O bu destanın geliştirilmesinde, Şiilerin damarlarında gayret kanını coşturmada gerçekten sihirli bir kabiliyete sahipti. Şuana kadar da bu hususta onun kadar başarılı olan kimse çıkmamıştır.
Fakat burada eleştirilecek bir noktayı açıklamak isterim, o da şudur, bir kere İmam Hüseyin’in benimsemiş olduğu üslup şiaların imamları arasında benimsenen, kabul gören istisnai bir durumdur, kaide değildir. Merhum Şeriati bu istisnayı kaideye dönüştürdü. İmam Ali’nin siretine bakıldığında -ki İmam Ali şiaların inancına göre peygamberin yerine gelecek yegâne kişidir- onun vuku bulan hadiseler karşısında farklı bir üslup ve tarzı seçtiği görülecektir. Şöyle ki Nehcül Belağa’da geçtiği gibi üçüncü halife katledildiğinde halk onun yanına gitmiş, ondan halife olmasını istemişlerdi. Hz. Ali onlara “gidin, başka birini bu iş için seçin, benim vezir veya müşavir olmam emir ve hâkim olmamadan çok daha iyidir” demiştir, işte bu, Emire’l Müminin’in tarzıdır, üslubudur. İmam Hasan’ın da tarzını biliyorsunuz sonuç olarak Muaviye ile sulha ulaşmıştı. Diğer imamların da üslubunu biliyorsunuz, onlardan hiç biri savaşa ve cenge tutuşmamışlardır. Hatta Hz. İmam Rıza, Halife Me'mun’un hilafetini kabul etmişti. Belki de şiaların imamları arasında yedinci imamın tarzı Hz. Hüseyin’in tarzına benziyordu, ömrünün çoğunu Harun Reşid’in zindanında geçirdi ve nihayet zindanda vefat etti. Yani mevcut on bir imam içinde –ki kayıp İmamı burada göz önünde tutamayız- sadece İmam Hüseyin’in üslubu Şia imamları arasında istisnai bir yere sahiptir. Fakat Şeriati gözle görülür biçimde bir tercihte bulundu ve Şia tarihini öyle bir biçimde kaleme aldı ki tarafsız hiçbir tarihçi bunu kabul edemez.
Caferi Şia tarihi “İmam Hüseyin’in hareketi” bakış açısıyla yazılamaz. Bu hareket şia tarihinde istisnai bir yere sahipti, bir kaide değildi. Elbette Şeriati ne yaptığını biliyordu. O inkılâpçı, devrimci bir İslam inşa etmek ya da İslam ile inkılâp düşüncesini yan yana getirmek için Kerbela hadisesine ihtiyacı vardı. Aynı zamanda o böyle bir ihtiyacı Ebuzer’in şahsiyeti üzerinde de duyuyordu. O bütün İslam tarihi içinde Ebuzer’i seviyordu ve tabii İmam Hüseyin’i, elbette Hz. Ali’ye de çok saygı duyuyordu. Onun yalnızlığından dolayı ağlıyordu. Kendi ismi de Ali’ydi zaten onda bir tür babalık hissi buluyordu. Ali Şeriati’nin düşüncelerindeki böyle bir yöneliş benim eleştirilerimin mahallini oluşturuyordu.
Yani siz Ali Şeriati hakkındaki bu düşüncelerinize İngiltere’de iken sahip miydiniz, bu düşünceler dikkatinizi çekmiş miydi?
Evet, ben bu eleştiriye sahiptim özellikle onun bu tür bir yönelişi ve tercihinin olmasına karşı.
Bu meseleyi daha iyi anlamamız için o zamanlar Şeriati’ye eleştiri yönelten farklı yelpazelerdeki kişilerin eleştirel yönlerine biraz değinebilir misiniz? O zamanlar bir tarafta Mutahhari Bey Şeriati’yi Kur’ani delillere ve hadislere dayanmadığını ileri sürerek tenkit ediyordu, diğer taraftan da Hakani medresesindeki Ayetullah Misbah Yezdi Bey Ali Şeriati’nin dini meselelerde Şia akidesine aykırı düşünceler ileri sürdüğünü beyan ederek eleştiriyordu. Bunların yanında Mühendis Mehdi Bazergan’a da değinmek gerek her ne kadar Mutahhari ve Yezdi’den farklı bir dini görüşe sahipse de Ali Şeriati’nin dini görüşlerinin meşruluğu konusunda pek iyimser değildi. Şeriati hakkında onun ve Mutahhari Bey tarafından eleştirel bir bildiri yayınlanması bu hoşnutsuzluklara şahitlik etmektedir. Siz o zamanlar Ali Şeriati’yi eleştiri hususunda kendinizi hangi güruha daha yakın hissediyordunuz? Misbah Yezdi Bey'e mi yoksa Mutahhari Bey'e mi ya da Mühendis Bazergan’a mı?
O zamanlar Misbah Yezdi Bey'in ve Mutahhari Bey’in sözleri kulağıma ulaşıyordu. Bu duyduklarım da çok etkili değildi. Merhum Bazergan’ın Şeriati’nin solculuk düşüncesi tesir altında kaldığı yolundaki eleştirisini duyuyordum. Ama ben Şeriati’nin Bazergan’ın gittiği yolu kemal eriştirdiğini düşünüyordum. Bazergan’ın yolunun bir takım güçlükleri vardı ama Ali Şeriati İslamı devrimcileştirerek bu zorlukları aşmaya çalışıyordu. Yine Misbah Yezdi Beyin sözlerini duyuyordum, kendisini kısa bir müddet Londra’da görmüştüm, onun sözleri çok farklıydı. Misbah Bey, Şeriati hususunda çok kötümserdi. Uygunsuz yakıştırmalarda bulunuyor hatta sözlerini küfürle niteliyordu. Daha sonraları açık ve sarih bir şekilde şahit olduğum Mutahhari Beyin eleştirileri ki o merhum Şeriati’nin İslami bilgisinin sağlam olmadığını iddia ediyordu. Ama Mutahhari Bey, daha sonraları Londra’da Şeriati’nin ilmi konumunu bahis konusu etmeyen sözler söyledi. O Ali Şeriati’nin açıkça SAVAK (Şah'ın istihbarat teşkilatı) ile işbirliği içinde olduğu hatta yurtdışı gezilerini de SAVAK’ın tasvip ve hoş görmesiyle gerçekleştirdiğini, fitne kastıyla diğer İslam ülkelerine gideceğini iddia ediyordu. Bunları ben bizzat Mutahhari Bey'den duydum. Daha sonraları gördüm ki Mutahhari Bey Şeriati’nin ölümünden önce İmam Humeyni'ye yazdığı bir mektupta bu iddiaları dile getirmiş ve Şeriati’nin fitneleri hususunda onu uyarmış. Hatta Mutahhari Şeriati’nin ölümünden dolayı mutluluğunu açıkça izhar etmiş ve bunu Allah’ın bir inayeti olarak görmüştü.
Ben gerek Mutahhari Beyin, gerekse de Misbah Beyin bu şekildeki eleştirilerini onaylamıyordum. Diğer taraftan da Ali Şeriati’nin öyle taraftarları ve bağlıları vardı ki ona yapılan herhangi bir eleştiriye kesinlikle izin vermiyor bu hususta olabildiğince mübalağada bulunuyorlardı. Bu mübalağaları Şeriati Bey de hoş görmüyordu. Bu sevgiler ve muhalefetlerin gürültüsü patırtısı içinde Şeriati’nin duruşu ve düşünceleri belirginlik kazanamadı. Elbette bu gün yine aynı atmosfer içindeyiz, umarım bir gün toz toprak diner, yere oturur da
Dr. Şeriati’nin düşünceleri yeni bir nur içerisinde kendini gösterir. Ben o zamanlar da Ayetullah Mutahhari'nin ve Ayetullah Misbah Yezdi'nin Şeriati hakkında radikal karar verdiklerinden emindim. Şeriati aleyhinde o gün ulemadan imza toplamaları, maalesef onlar arasında Allame Tabatabai de vardı, uygunsuz ve yakışıksız bir davranıştı.
Siz bu konu hakkında hiç merhum Tabatabai ile konuşmadınız mı?
Merhum Allame Tabatabai’nin Ali Şeriati’nin eserlerinden yola çıkarak ulaştığı düşünceler gerçekten hayret vericiydi. Ben Sayın Tabatabai’nin imzasını o imzalara arasında gördüğümde kendilerinin bu konu hakkındaki görüşlerini öğrenmek ve niçin Ali Şeriati’yi dışladıklarını, reddettiklerini çok merak ediyordum. Sayın Tabatabai, Ali Şeriati’nin Kevir adlı eserinde sanki peygamberlik iddiasında bulunan cümleler sarf ettiğini ileri sürüyordu. Bu düşünceye çok şaşırdım. Merhum Şeriati herkesin okuduğu, mecaz ve istiare yönü ağır basan şairane bir kitap yazmıştı, kitabın şiirsellik yönü öne çıkıyordu. Bu yazılardan yola çıkarak nasıl merhum Şeriati’ye yalancı peygamberlik yakıştırmasında bulunulabilirdi ki.
Gürültü patırtının, fitnenin her tarafı kuşattığı o günlerde her türlü değerlendirme ve yakıştırmada bulunma mümkündü, fakat şunu ifade edeyim, bence ölüye değil belki yaşayan canlıya ağlamak lazım. Merhum Şeriati hizmetlerini tamamladı ve dünyadan ayrıldı, onun şahsiyeti onun kişiliğinin büyüklüğünün nişanesidir.
Şeriati’nin ölümüne yakın bir zamanda Mutahhari Bey Londra’ya geliyor, acaba kendileri orada Şeriati için tertip edilen herhangi bir programa veya merasime katıldılar mı?
Merhum Mutahhari o merasim ve programlara katılmadılar. Allame Tabatabai Şeriati’nin ölümünden yaklaşık bir ay önce tedavi için Londra’ya gelmişlerdi. Ben de onun mütercimiydim, kendilerini hastaneye götürüp getiriyordum. Elbette o zamanlar benim için mutlu olduğum dönemlerdi. Çünkü kendileri ile az da olsa bir miktar sohbet etme ve birkaç soru sorma fırsatı yakalamıştım. Mutahhari de Tabatabai’nin Londra’daki ikametinin sonlarına doğru Londra’ya geldi. Geldiklerinde zaten Şeriati için Londra’da büyük bir merasim ve yürüyüş düzenleniyordu, boş bir tabut onu sevenler tarafından Londra sokaklarında dolaştırıldı. Tabutun arkasında Avrupa’da mukim Ali Şeriati’yi seven gençler yürüyordu, hakikaten görülmesi gereken ender tablolardan biriydi bu. Merhum Mutaharri o sıra bana bir telefon görüşmemizde ki kendisi o zaman bir dostun evinde kalıyordu, aynen şöyle dedi, “Ben şu günler pek evden dışarı çıkmıyorum” gerçekten de kaldığı yerden pek dışarı çıkmadı. Bu merasim bitti ve Lübnanlı Şiilerinin yüksek Meclisi’nin başkanı Şeyh Şemseddin, Ali Şeriati’nin dostları tarafından Hafız Esed’e yazılmış bir mektubu ona götürdü. Bu vesile ile de Şeriati’nin cenazesi Suriye’ye götürüldü, heyecanlar yatışırken kargaşa biraz dindi ve ondan sonra Mutaharri Bey kendi deyimi ile artık kaldığı yerden çıkıp ortalıkta görünür oldu.
Gençlerin merhum Mutahhari’ye olan tavırları nasıldı?
Mutahhari’nin evden çıkmadığı dönemden önce de Londra’nın ateşli atmosferi ondan istifade edilmesine izin vermedi. Gençler sadece onu iyi karşılamamakla kalmadılar, hatta ona bazen saygısızlık da ettiler. Bana göre merhum Mutahhari bu Londra seyahatinden pek memnun kalmadı, döndüğünde de sanırım pek hoşnut duygularla dönmedi.
O dönem, misal olarak bahsetmiş olduğunuz o telefon görüşmesinde Mutahhari Beye herhangi bir eleştiri veya itiraz getirdiniz mi?
Hayır, kendisiyle herhangi bir konuda araştırma ve tartışmaya girişmedim çünkü araştırma ve tartışmanın yeri ve zamanı değildi. Konuşmamızın ana konusu da niçin kaldığı yerden dışarı çıkmadığı konusundaydı. Merhum Mutahhari Londra’da inkılâpçı Müslümanların ve Müslüman öğrencilerin pek makbul görmedikleri bir meclisin toplantısına katıldılar. Ben de kendisiyle yaptığımız bir telefon görüşmesinde bu toplantıya iştiraklerinden dolayı kendilerini eleştirdim. Elbette bu dostane bir sitemdi sanki bu sitem onu bir miktar kederlendirmişti. Çünkü Londra’dan döndükten sonra benim sitemimi Haddad Adil Beye iletmişlerdi, Haddad Adil Bey daha sonra bana bunu aktardı ve ben de kendisine şu şiirle cevap vermiştim,
“Pir-i mugan bizim sözümüzden dolayı melül olmuş,
Söyleyin ona şarabı saflaştırsın özür için kalktık gelmekteyiz”
Mutahhari Bey, sizi ve üniversite öğrencilerini rahatsız eden hangi toplantıya katılmışlardı, bize bunu mümkünse açıklar mısınız?
Merhum Ayetullah Gulpeygani Londra’da bir merkez satın almıştı başına da ne âlim ne de inkılapçı olan birini geçirmişlerdi. Elbette şuan o kişinin adını vermek istemiyorum, bu merkez aynı zamanda İslami Öğrenci Konseyi'nin tam karşısında yer alıyordu ve alternatif olma görüntüsüyle faaliyetlerde bulunuyordu. Bazı öğrenciler o kişi hakkında Gulpeygani Beyin ofisine bilgiler ulaştırmak, olup biteni bildirmek için çalıştılar. Hatta hatırladığıma göre Ayetullah Gulpeygani’nin oğullarından biri söz konusu sorunları gidermek için Londra’ya gelmişti ama sorunlar halledilemedi. Öğrenciler tarafından bu merkez kabul görmüyor ve çalışmaları olumsuz karşılanıyordu. Yine öğrenciler, bu merkezin faaliyetlerine de katılmıyorlardı. O merkezin faaliyetlerine katılanlar önemli ölçüde eski şah rejiminin ordusunda görev almış emekli ordu mensuplarıydı ya da dindarlığı kendileri için bir meşguliyet aracı olarak gören kişilerdi. O dönemin gençleri mutlak surette böyle merkezleri veya meclisleri beğenmiyorlar ve çalışmalarına tahammül edemiyorlardı. Gençler bu merkezleri dindarlığa ve dine karşı bir ihanet olarak görüyorlardı.
Hatırlarsanız bu gençler genellikle Ali Şeriati’yi seven kişilerdi ve bu gibi merkezlerin kökten ortadan kaldırılmasına yönelik düşüncelere sahiptiler. Mutahhari Beyin böyle bir merkezin faaliyetine katılması onları için tahammül edilebilir bir şey değildi. Ben kendisine hafif bir eleştiride bulunarak o gençlerin mesajını ulaştırdım. Öğrencilerin bu tarz bir davranışını onaylamadığını ilettim. Merhum Mutahhari telefonda bana, “biliyorum o gençler yargılamalarında radikal ve ifratçı bir yaklaşımda bulunuyorlar, eğer ben İran’da Ayetullah Seyyid Ahmed Hansari ile bir görüşmede bulunsam Hansari’yi inkılâpçı olarak görmedikleri için yine bana itirazda bulunurlar. Hâlbuki her şahsın ve ya merkezin kendine has bir duruşu vardır.” dedi. Onun bu söylediklerini bazı arkadaşlara söyledim ama pek ikna edici bulmadılar. Daha önce de söylediğim gibi Merhum Mutahhari Beyin benim bu serzenişlerimden dolayı pek hoşnut olmadıklarını gördüm.
Eğer, bu dönemi geçecek olursak, Ali Şeriati’nin ölümünden sonra ve 80’lerin İslam İnkılâbının gerçekleştiği döneme doğru geldiğimizde, gerçi bu dönemde Ali Şeriati hakkında herhangi bir söz sarf edebilmek veya onun hakkında bir övgüde bulunmak pek öyle kolay değildi, Siz Şeriati’nin hicreti veya ölümünün yıldönümü münasebetiyle yaptığınız çeşitli konferanslarınızda onu övüyordunuz, hatırasını canlı tutuyordunuz. Ama sonra gitgide Şeriati hakkındaki sözlerinizin, değerlendirmelerinizin rengi değişti ve eleştiri görüntüsü almaya başladı. Ali Şeriati’yi ideolojik düşündüğünü ileri sürüp eleştirmeye başladınız. Bu da tam sizin “Şeytani ideoloji” adlı kitabınızda Marksizmi eleştirip İslam ideolojisinden bahsettiğiniz bir dönemde gerçekleşmeye başladı. Siz bu kitabınızda İslam ideolojisini savunuyordunuz. Sizdeki bu dönüşümün nasıl bir zeminde gerçekleştiğini merak ediyorum. Nasıl oldu da siz ideolojik düşünme faaliyetinden uzaklaştınız da Ali Şeriati’yi eleştirmeye başladınız?
Bunu açıklamak için uzun bir zamana ihtiyacımız var, ben daima Ali Şeriati’ye karşı derin bir saygı duymuştum ve duymaktayım da. Meşhed Üniversitesi’nde verdiğim bir konferansta, sizin de belirttiğiniz gibi gerçekten çok etkili bir konferanstı, dedim ki, Ali Şeriati, aynı zamanda başarısının sırrı da olan cesaret, dertdaşlık ve sanatçılıktan ibaret üç sıfata sahipti. Şimdi de aynı görüşüme sahibim hiçbir zaman bu görüşümü, bakışımı değişmedim. Ama merhum Şeriati de tıpkı diğer her insan gibi eleştirilebilir, eleştirilmelidir de. Çünkü put kırıcılık her zaman için bir vazifedir. Ama bu eleştirilerimi neden daha sonra gündeme getirdim? Bunun iki sebebi var, birincisi, bu konudaki düşüncelerime tedrici bir surette ulaştım. Düşünce ehli olan herkesin fikri dönüşüm devreleri vardır. Ben de kendi fikri dönüşüm devrelerimin birinde ideoloji meselesine ulaştım. Elbette şunu hemen belirteyim, ben o zamanlar dünya edebiyatında gelişen ideoloji karşıtlığı hakkında herhangi bir malumata sahip değildim. Tabi kastım, ideolojilerin sonu ismiyle dünyada sözü edilmeye başlayan edebiyattır. Daha sonraları bazıları falan kişinin sözleri dünyadaki ideolojilerin sonu tezi ile yakınlaştı dediler. Belki de böyleydi, ama benim bunlardan hiç haberim yoktu. Ardından hiç ara vermeden “kabz ve bast” nazariyesini yazdım ve yayınladım. Bazıları o zaman dediler ki falan kişinin ileri sürdüğü teoriler Gadamer’in teorilerine benziyor ya da ondan iktibas edilmiş. O sıralar ben, Gadamer’in düşünceleri hakkında da hiçbir bilgiye sahip değildim.