Reza Khojasteh Rahimi- Bu arada şunu merak ediyorum, bazıları, İnkılâptan sonra ilk olarak Daryuş Şayegan Bey’in, Fransızca olarak kaleme aldığı ideolojik bakışı eleştiren bir kitap yazdığı, kitabının bir bölümünü de Ali Şeriati’yi ve onun ideolojik bakışını eleştirmeye tahsis ettiğini söylerken sizin, Şeriati eleştirilerinizde bu kitabın tesirinde kaldığınızı öne sürüyorlar. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyim?
Dr. Abdulkerim Suruş- Bu meselenin ortaya atılmasında herhangi bir lütuf veya güzellik görmüyorum. İdeolojik bakışı eleştirenlerin ilki veya sonuncusu olma düşüncesini ispat makamında değilim. Böyle bir mebdeiyet ve hatemiyet iddiam yok. Benden önce onlarca kişinin bu görüşleri ileri sürdüğünü farz edin, ne önemi var bunun. Ama meselenin aydınlanması için şunu söyleyebilirim, dünyadaki ideolojinin sonu tezinin tesirinde kalan kişi büyük ihtimalle Şayegan Beydi ve bu kitabı Avrupa’da kaleme almıştı. O düşüncelerden de haberdardı. İkincisi ben o dönem Sayın Şayegan’ın düşüncelerinden kesinlikle haberdar değildim. Aslına bakarsanız daha önemli olan şey Şayegan Bey ideolojiyi kendince bir anlam vererek kullanırken ben daha farklı bir anlamda kullanıyorum. Ben ideoloji ile ne kastettiğimi kitabımda gösteriyorum. Büyük ihtimal bazı ortak noktalarımız da var fakat ben “ideolojinin sonu” tezinden yararlanmıyorum kendi görüşümü, tercihimi ortaya koyuyorum. Benim amacım daha iyi bir şey yaptığımı söylemek ya da ilk önce ben yaptım demek değil. Ben kendi düşünsel seyrimde Ali Şeriati’nin açıkladığı, ortaya koyduğu yere ulaştım, bu dinin ideolojik hale getirilmesidir, bana göre dini ideolojik hale getirmenin önemli bir umdesi hakikati aramak değil, hareketin ortaya konulmasıdır. Daha önce işaret ettiğim gibi eğer Şeriati Ebu Ali (İbn-i Sina)ye sırtını dönüp Ebuzer’e yöneliyorsa bu gerçek anlamda hakikate sırtını dönüp harekete yönelmektir. İşte tam burada felsefi kazanımlarım, pratik tecrübelerim bana, dinin ideolojik bir hale sokulmasının iyi bir iş olmadığını söylüyordu. Benim pratik tecrübem İslam inkılâbından sonra toplum içerisinde var olan ideolojik dinin fonksiyonudur. Benim düşünce ve yönelimlerimde, özellikle İslam İnkılabından sonra, iki unsur açıkça göze çarpar. Bu unsurlardan biri İran toplumunda İnkilabi dinin fonksiyonu, diğeri ise felsefi birikimimdir ki bunlar İslam felsefesi, batı felsefesi ve Analitik felsefedir. Ali Şeriati karşısında da işte bu iki unsur pratik tecrübe ve nazari arka plan, Ali Şeriati’nin düşünce sarayındaki çatlakları ve yarıkları görmemde bir araya gelip yardımcı oldular.
Kısa bir süre önce bir konferansınızda dini aydınlanma geleneği başlığı altında dini bir aydının vasıflarını sayarak dini aydının din üzerine çok fazla yük yüklememesini öne sürdünüz. Bu arada da din aydınının dini okumalarının birkaç şekilde olabileceğini söylediniz. Ve bugün artık bu aydınlar dini metinlerden modern düşünceler istihraç etme yoluna gitmiyorlar. Şimdi sormak istiyorum, o konferansınızda yaptığınız tarife göre Ali Şeriati dini bir aydın mıdır?
Neden Ali Şeriati’yi dini bir aydın olarak kabul etmeyelim? Dini aydınlar kendi aralarında faklı projelere ve yöntemlere sahip olabilirler. Hatta bir suale karşı farklı cevapları olabilir, ama bu onları dini aydınlanmanın şemsiyesi altından çıkarmaz. Şeriati'nin din derdi vardı, dini tanıyordu ve modern dünyada Müslümanca yaşama talebi vardı. Şecaat sahibiydi, aydın olmanın yanında aydınlatıcıydı da. Şüphesiz o dini bir aydındı. Ama onun zamanının dini aydınlanması İslam'la inkılabın (devrim) barıştırılması, bir araya getirilmesi çabası içindeydi. Bizim zamanımızın dini aydınlanması ise İslam'la demokrasiyi barıştırmak ve bir araya getirmek çabasıdır. İslam ile demokrasinin yan yana getirilmesi de demokratik bir sistemde Müslümanca yaşamanın yollarını ortaya koymak ve onun kuramsal açılımlarını yapmak demektir.
Merhum Şeriati kuramsal açılımları ortaya koymak için fazla çabalamamıştır, o daha çok aksiyon ve hareket peşinde idi. Ama unutmayın ki biz Ali Şeriati’yi eleştirdiğimiz zaman kastımız onu tezyif ve tahfif etmek değildir. Her halükarda o dünyadan ayrıldığında sadece 44 yaşında idi. Ve çalışmalarının çoğunu da 40 yaşın altında iken yapmıştır. Onun zahmetlerini Allah göstermesin küçümsememiz insafa sığmaz. Fakat kendi yolumuzu bulmak için dünkülerin yolunu çok iyi tanımalıyız, çıkmaz sokakları da teşhis etmeliyiz.
Ali Şeriati’nin yaşına ve gençliğine işaret ettiniz, Şeriati’nin bazı dostları ona eleştiri getiren bazı kişilerin bu eleştirileri yaparken Ali Şeriati’nin düşünce evrelerini pek dikkate almadıklarını ileri sürüyorlar. Bu görüşe uygun olarak Ali Şeriati en son hapis cezasını tamamlayıp çıktığında düşüncelerinde bir takım dönüşümler yaşamıştı. Ama onu eleştirenler genellikle hapis öncesi gençlik dönemini eleştirilerinin odağı haline getiriyorlar.
Ben hiçbir zaman böyle bir şekilde eleştirmedim. Konuşmalarımın konusu da asla Şeriati’nin mücahitlere yaklaştığı ya da uzaklaştığı bağlamında olmadı. Şeriati’nin düşüncelerinin ana başlıklarını tespit etmek zor değil. Merhum Şeriati düşüncelerinde bir dönüşüm fırsatına sahip olsaydı bile, böyle bir tevfike mazhar değildi, çünkü ömrü çok kısaydı. Nizami’nin sözüyle:
“Şu kısacık ömür, gül gibi sararıp soldu” gençti öldüğünde ve değişim için fırsatı olmadı. Gençliğinde toplumsal sorunlarımızla tanıştı, ardından zaten Fransa’ya gitti, oranın serbest ortamında Cezayir mücahitleriyle tanıştı ve sol düşüncenin ve Sartre’ın Egzistansiyalist düşüncelerinin tesirinde kaldı. Buna ek olarak dini tesiri de ailesinden almıştı. İslam ve İslam tarihi hakkında da bilgileri meczetmişti. Bunlar onun fikri birikimi ve tecrübesiydi. Fikri dönüşümünde bunların izini sürmek mümkündür.
O bu çerçevenin dışına çıkmamıştır. Evet, doğru Şeriati de tıpkı diğerleri gibi yaşadığı muhiti tanıyor, tecrübelerden dersler çıkarıyordu. Doğal olarak da belli bir konumda taşlaşmış gibi durmuyordu. Fakat benim eleştirimin bu dönüşümlerle bir bağı yoktu. Misal olarak Aşura’ya ve Kerbela kıyamına karşı tutumu onun düşüncelerinin sabit değişmeyen yanlarıydı. O hiçbir zaman dini ideolojileştirme bakış açısını değiştirmedi, ben her zaman söylerim şimdi de söylüyorum, Ali Şeriati’nin yolu takip edilmelidir fakat bu mutaassıp bir takipçilik olmamalıdır. Onun çalışmalarının mantığını bilmek lazım, hem mantığının zayıflığını hem de gücünü. Büyükleri takip etmek onların zaaflarını takip etmek değildir.
Eğer size kendinizle Şeriati arasındaki farklar sorulsaydı neler söylerdiniz?
Bu uzun bir hikâyedir. Ben bir yerde açık ve hülasa bir şekilde merhum Ali Şeriati’nin dini semizleştirdiğini, şişmanlaştırdığını benimse dini zayıflaştırdığımı söyledim. Dini semizleştirmek işte o dini, ideolojik hale getirmek ve dinden beklentinin ölçüsünü ziyadeleştirmektir. Fakat ben gerçekten dinden beklenilen şeyleri, yani beklentileri azaltmak istiyorum. Merhum Şeriati dini çokça dünyevi hale getiriyor ve dünyada işe yaramayan din öteki dünyada işe yaramaz diyordu. Bense sanıyorum din asıl ve esas olarak ahiret işlerinin ıslahı içindir, eğer insan dünya ve ahiret ile yüz yüze gelmeseydi din sahibi olmazdı ve Allah da ona bir peygamber göndermezdi. Dinin en asli öğretisi insanı öteki hayata hazırlamaktır.
Merhum Şeriati dini müesses bir makama oturtmaya çalışıyordu, yani dinin kalbinden yeni bir nizam çıkarmak istiyordu. Şeriati tıpkı Seyyid Kutub gibi bütün dünyayı cahili bir nizam olarak görüyordu ve İslam’dan cahiliye karşıtı bir nizam çıkarmak istiyordu. Ben böyle bir görüşe sahip değilim, din ile yaşanabileceğine inanıyorum fakat dinin yaşam için bir memba ve mahzen olarak kullanılamayacağına inanıyorum. Dinden bir görüş elde edilebilir ve o görüşle hayata ruh bahşedilebilir; ama o görüşle yaşama şekil verilebileceğini kabul etmiyorum. Elbette başka farklılıklar da var. Merhum Şeriati’nin dinin kelami ve felsefi temellerine pek itinası yoktu. Hatta bazen felsefeyi tahkir ediyordu; belki de bu onun fikri hayat tefekkürünün ilk evrelerine aitti. Şeriati İslam irfanı hakkında pek aşinalığa sahip değildi, bu onun eserlerinde de görülür. Mevlana’yı sevdiğini biliyorum hatta bir defasında Mevlana olmasaydı şimdiye kadar çok defa intihar etmiştim demişti. Mevlana ile bir ünsiyeti vardı ve ona karşı şiddetli bir sevgi duyuyordu. Fakat eserlerinde Mevlana’nın pek izine rastlamıyorum. Benim bu temellere karşı büyük bir hassasiyetim vardır. Yine söylüyorum burada şeraitinin ne bir suçu vardır ne de bu yüzden kınanır. Ali Şeriati döneminin dertleriyle uğraştı ömrü de kısaydı zaten.
Buna Şeriati’nin sosyalistliği ve sizin liberalliğiniz de eklenebilir mi?
Evet, ekleyebilirsiniz. Elbette ben liberalizm ile sosyalizmin birbirlerine aykırı olduklarına inanmıyorum. Bu meselenin tartışma yeri burası değil. Liberalizm menfi bir özgürlüktür. Sosyalizm ise olumlu bir özgürlüktür. Bildiğiniz gibi menfi özgürlükle müspet özgürlük arasında bir tezat yok. Liberalizm bizi özgürleştirmek, özgürlüğümüzün önündeki engelleri kaldırmak istiyor. Sosyalizm de tamam, bizi özgürleştirdiniz engellerimizi ortadan kaldırdınız, ama izin verin, özgürlüğümüzden istifade edelim ve sosyalist bir toplum kuralım diyor. Sosyalizm müspet özgürlüğün heykeli olan yeni bir sistemin kurulması için menfi özgürlükten istifade etme şeklidir. Sosyalizm hakkında iyi bir düşünceye sahip değilim. Hem kapitalizm hem de sosyalizm az çok kendi imtihanlarını verdiler. Sosyalizm taş kalpli ve kötü bir merkezcilikle sonuçlandığını gösterdi. Sosyalizm ile demokrasiyi bir araya getirmek çok zordur. Bu bir araya getirme yolunu sadece ben değil takriben hiç kimse bilmiyor. Yaklaşık on beş yıl önce Çekoslovakya’daki demokrasi konusunda bir seminere katılmıştım.
Meşhur İngiliz Antropolog Ernest Gellner ile karşılaştım. Onun da İslam ile bir aşinalığı vardır, Felsefi tahlilleri ve sosyoloji bilgisi vardır. Demokrasi ve Sosyalizm hakkında konuştuk. O bana çok güzel sözler söyledi ve teorilerini beğenmesem de İmam Humeyni’yi seviyorum, onun şahsiyetine ve şecaatine hayranlık duyuyorum dedi. İkinci olarak da demokrasi ve sosyalizm hakkında bana, ben her ikisini de seviyorum, ama ikisini uzlaştırmanın yolunu bilmiyorum henüz böyle bir teori yok dedi. Ben de araştırabildiğim kadarıyla bu ikisinin uzlaştırması için parlak bir yöntem bulamadım. Gerçi birçok kişi ideal olarak sosyal demokrasiyi Kapitalizme tercih ediyor.
Elbette unutmayın ki merhum Şeriati’nin yazdığı eserlerde biraz da demokrasiyi tahkir kokusu gelmektedir. Biliyorum, bazı öğrencileri, benim bu sözlerimden rahatsızlık duyuyorlar, ama ben bugün, özellikle İran’da hiçbir şarta bağlı olmayan bir demokrasiye ihtiyacımız olduğunu söylüyorum. Eğer siz onu bir şarta bağlarsanız her halükarda onu kökünden söküp atmak istemiş olursunuz. Bununla birlikte ben merhum Şeriati’nin demokrasiye karşı takındığı tavrı kesinlikle onaylamıyorum ve onun yerine demokrasinin bir zorunluluk olarak kabul edilmesini istiyorum. Demokrasi savulmalıdır ve hiçbir şarta ve kayda bağlanmamalıdır. Şunu da bilelim ki demokrasi ile beraber insan hakları ve adalette gelecektir.
Ama siz birkaç yıl önce asgari ve ekseri demokrasiden bahsetmiştiniz. İran şartlarında asgari demokrasiyi savunmuştunuz. Bu gün artık o taksimlerin faydasız olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Hayır, o taksimler başka bir şey. Ben fiilen bizim toplumumuzda asgari demokrasiden bahsedebileceğimizi söylemiştim; yani her yönüyle beraberinde liberalizmi getirmese de en azından yöneticilerin tayin ve azlini içinde barındıran ve yine kendi içerisinde potansiyel bir istibdat karşıtlığı barındıran, insan haklarını temin eden hatta İslami düşünce ile uzlaşabilen, hiçbir dindara eziyet olmayan, bir demokrasiden bahsetmiştim. Yine ben bizim taktik olarak buradan başlamamız gerektiğini, daha sonra da daha ileri adımlar atabileceğimizi söylemiştim.
Bu söyleşinin sonunda yine mevzuumuzun başındaki konuya, Ali Şeriati’nin vefatına dönmek istiyorum. Acaba bizim için merhum Şeriati’nin cenazesiyle karşılaştığınız günü anlatabilir misiniz?
Bir başka yerde söyledim, burada da kısaca anlatayım; Ali Şeriati’yi görmek için Londra’dan onun kaldığı mekâna doğru yola çıktığımız günün sabahı yanımızda Minaçi Bey ve bir başka dost daha vardı. Merhum Şeriati’nin bir gece önce kaldığı eve vardık. Merhum Şeriati’nin küçük kızlarının siyah elbiseler giymiş halde, ürkmüş serçeler gibi evin duvarının kenarında oturduklarını gördük. Evin sahibi Fakuhi adında bir beydi. Fakuhi Beyle beraber hastaneye gittik, ben ve Minaçi Bey ile beraber morga girdik, merhum doktorun cesedini ölüleri koydukları morg çekmecelerinin birinde gördük. Çok sakin yatıyordu. Çehresinde veya bedeninin herhangi bir yerinde hiçbir yaralanma izi yoktu. Saçları uzamıştı, hatta omuzlarına dökülüyordu. O güne kadar Şeriati’yi öyle bir heybet içinde görmemiştim. Çok sakin yatıyordu. Ben dayanabildim ama Minaçi Bey dayanamadı gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Morgtan beraber çıkıp Londra’ya döndük. Otopsiden sonra merhum Şeriati’nin cenazesini Londra’ya getirdiler. Hamburg mescidinin Cuma imamı Müctehid Şebusteri kardeş Şeriati’nin vefatından habersiz olarak Londra’ya gelmişti. Orada haberleri oldu ve orada beraber merhum Şeriati’nin cenazesini yıkama işini kararlaştırdık. Doktorun cenazesini Londra’nın mescitlerinden birine götürmüşlerdi. Ben ve Şebusteri Bey oraya gittik. Yezdi Bey ve Kutubzade Bey de geldiler. Dört kişi beraber cenazenin yıkanmasına yardım ettik, cesedi kefenledik ve tabuta koyduk. Daha sonra da yas tutanların tevhid halkasına katıldık.
Şeriati’nin cesedi üzerinde herhangi bir şüpheli ize rastlamadınız mı?
Bizim görebildiğimiz kadarıyla onun ölümünü şüpheli hale getirecek bir emare yoktu. Elbette bizim görüşümüz bir mesnet olamaz. Cesedini bütünüyle otopsiye tabi tutmuşlardı, hastanenin de verdiği bilgiye göre şüphe uyandıran herhangi bir ize rastlamamışlardı. Elbette kalp krizleri genelde geri de iz bırakmazlar. South Hampton’da bulunduğu kısa süre içinde de herhangi bir şüpheli şey meydana gelmemişti. Ne şüpheli bir telefon, ne de şüpheli gidip gelmeler. Bu yüzden ben daha sonraları merhum Şeriati’nin ölümünü tıpkı Samed Behrengi’nin, Celal Ali Ahmed’in ve İmam'ın oğlu Mustafa Humeyni'nin vefatlarına benzeterek, bunların o zamanının İnkılab ortamında vuku bulan şayialar olduğunu söyledim. O dönem herkes her hatayı ve suçu Şah'ın rejiminin üstüne atma temayülündeydi. Hatta o zaman hatırlayabildiğim kadarıyla merhum Ayetullah Humeyni, Mustafa Humeyni’nin ölümü hakkında onun doğal ölümü üzerinde beni kuşkulandıracak hiçbir şey olmadı demişti. Ben de öyle sanıyorum ki Ali Şeriati’nin ölümü tabii bir hadiseydi. O çok sıkıntı çekmişti, aynı zaman da çok sigara içiyordu. Ve ülke dışına yaptığı yolculukta da birçok asabi baskıyı beraberinde götürmüştü. Büyük ihtimal bu olumsuzlukların hepsi bir araya gelerek onda bir kalp krizine yol açmıştı. En doğrusunu Allah bilir. Ama her şeye rağmen tarih yapan bir şahsiyetin, tarihin öznesinin dünya dosyası böylece kapandı, Muhammed İkbal'in deyişiyle:
“Nice şairler ölümden sonra dirilmiştir.
Onlar kendi gözlerini kapadılar ama bizim gözlerimizi açtılar.”
Kaynak: www.timeturk.com