“ABD’deki vatandaşlarımız medya tarafından,
cehalet ve yalandan ibaret,
müthiş önyargılı bir diyetle beslenir…”
Edward Said
“Pravda'da İzvestiya yok, İzvestiya'da da Pravda yok.”
Rus Halk Sözü
“İyi ki bilmiyor kalabalıklar
Yağmura bakmayı cam arkasından
İnsandan insana şükür ki fark var
Birine cennetse birine zindan
İyi ki bilmiyor kalabalıklar”
Sezai Karakoç
Çağdaş olarak tabir edilen ilk gazete, 1605’te Anvers'de Fransızca ve Flaman dillerinde, 1609’da Strasbourg'da Alman dilinde yayınlanmış. 1795 yılı ortalarında İstanbul'daki Fransa elçiliğinin Fransız devriminin propagandası amacıyla kısa süre çıkartmış olduğu Bulletin Nouvelles [Haberler Bülteni] Osmanlı’da yayınlanan ilk gazete. İlk Türkçe gazete ise, padişah II.Mahmut döneminde, İstanbul'da yayınlanan Takvim-i Vekayi'dir. İlk baskı 11 Kasım 1831’de basılan bu gazete resmî bir gazeteydi. Amacı, devlet görevlileri ve aydınlar başta olmak üzere, Osmanlı yurttaşlarına olayların gelişimini resmi görüş doğrultusunda yansıtmak ve devlet işleriyle ilgili duyurularda bulunmaktı. Zaman içinde tam anlamıyla bir “resmî gazete” niteliğini kazanan Takvim-i Vekayi, Osmanlı Devleti'nin sona erdiği 4 Kasım 1922'ye kadar yayın hayatını sürdürdü. Günümüzdeki Resmî Gazete, bunun devamıdır.
İstanbul’da ilk Türkçe özel gazete, William Churchil adlı bir İngiliz tarafından çıkarıldı. 3 Temmuz 1840'tan itibaren yayımlanmaya başlanan bu gazetenin adı Ceride-i Havâdis'tir. Osmanlıda Müslüman teba tarafından yayımlanan ilk özel gazete ise Tercüman-ı Ahval’dir. 21 Ekim 1860'ta birinci sayısı çıkan bu gazetenin sahibi, Paris’te görevli memur olarak bulunduğu sırada, basının ne demek olduğunun farkına varan Agâh Efendi'dir.
Bu klasik bilgiler bize bu topraklarda basının geçmişine dair az da olsa bir bakış açısı vermektedir. Bâb-ı Âli’den İkitelli medyasına kadar çok kalemşör gördü bu millet. Tarihi serüvenin bize öğreteceği çok şey olmasına rağmen bu kısa yazının kapsamı dışında kalan bu mevzua değinmeyeceğiz.
Basın yada medya dediğimiz bu sektör artık iktisadi hayattan kültüre, siyasetten içtiami hayata kadar her bir sahayı şekillendirmeye, belirlemeye, yönlendirmeye, kurgulamaya yönelmiş durumdadır. Sermayenin kendi âli menfaatlerini muhafaza etmek için at oynattığı ‘medya sektörü’ artık en güvenilmez kurum olarak algılanmaktadır. Yalanın bini bir para.
Muharrir milletin vicdanı. Millet var mı? Hala millet olabilmenin sancısını çeken bir insan topluluğuyuz. Gazete sütunlarını ve ekranları işgal etmiş gulyabaniler hakikatin üzerine kara bir bulut gibi çöküyor. Son yüzyıldır kaç tane hakiki mütefekkir gördü bu millet? Hakikat uğruna mücadele eden kaç mücahit tanıdık?
Cemil Meriç’e kulak verelim:
“Yeniçeri kışlasını topa tutan II. Mahmud, ulemayı tarihî müttefikinden mahrum bırakarak, düşünceyi felce uğratır. Ülke mukadderatına, intelicansiya hükmedecektir artık: Avrupa'nın zâde-i melaneti olan ufuksuz ve köksüz intelicansiya. İslâmi tefekkür ciyadet ve hayatiyetini kaybeder; Batının ve Batıcıların taarruzu karşısında kalıplaşır, katılaşır. Yığınların vicdanında bir hatıra ve bir ümiddir artık. Vakayı Hayriye'den bu yana, ülkemizde tek büyük İslâm mütefekkiri yetişmemiştir. Bu acı hükmü tekrarlarken, ne Cevdet Paşa'yı unutuyoruz, ne Tunus'lu Hayreddin'i. Ama, bir kaç şimşek pırıltısı cehaletin kesif bulutlarını dağıtamaz. Zamanla küfür daha da koyulaşır, Mabedin bekçileri susarlar.. Küfrün amansız hücumları karşısında, İslâm'm ezeli hakikatlarını haykıracak insanlar korkak ve kararsız, fildişi kulelerine çekilirler. «Asrın idrâkine söyletmeliyiz Kur'an'ı». diyen Akif, en zehirli oklarını, milletlerarası küfrün boy hedefi II.Abdülhamid'e fırlattıktan sonra, Hidiv'in davetine koşar. Yakın tarihimiz tek mücahid tanımıştır: Said Nursî: 60 yıl her kahra, her cefaya göğüs gererek mücadele eden biricik dâva adamı. Söndürülmek istenen mukaddes ateş, onun güçlü nefesiyle meşaleleşir. Anadolu insanının gönlünde bir remiz olur, Said: Deccal'lere meydan okuyan imanın remzi. Karanlıkta bırakılan nesiller, Nur Risalelerini heceleyerek şuurlanırlar. Said'in kuvveti yalnız hafızasından, yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor: cesarete susayan insanımız, an'a-nevî irfanının bu pervasız temsilcisinde, asırlardır aradığı ihlâsı, feragati, bir dâva uğruna nefsini feda etmek celadetini de buldu. Genç nesilleri İslâm mefkuresi etrafında toplayan Necip Fazıl da tefekkür semamızın bir başka yıldızı. Şairimiz, öfkesiyle, hayâl kırıklığıyla, günâhları ve nedametleri, bilhassa coşkun ifade kabiliyetiyle genç aydınlara rehber oldu. Said'in kitapları tahkiki imanın birer kalesi: kendi gönlümüzden, kendi toprağımızdan fışkıran saf bir kaynak. Necip, çeşitli kollarla kabaran, gürleşen bir sel; zaman zaman coşkun, zaman zaman bulanık.
…hakikatlar üzerinde düşünmek, ne Arabın, ne İran'ın, ne Turan'ın imtiyazı. Avrupa'nın öteden beri Aryanlara karşı zaafı vardır. Yalnız, itiraf edelim ki, Ali Şeriati'de bulduğumuz engin tecessüse, çağdaş İslâm mütefekkirlerinden hiçbirinde rastlamadık. Engin bir tecessüs, geniş bir irfan, Doğu'yu ve Batı'yı kucaklayan bir terkip kabiliyeti ve hepsinin üstünde eşsiz bir mücadele azmi.”
Türkiye kapitalistleşme derdinde bir ülke. Toplumsal yapı buna müsait değil. Sonuç ise bir facia. Haberler insanları hazır hale getirmeye çalışıyor. Köşe başlarını tutmuş gulyabaniler insanlara bin bir kürsüden vaaz ediyor. Bir taraftan fikri bir kirlenme yaşayan insanlar diğer taraftan bu kirliliği yaymak gibi bir misyon üstleniyor. Gönüllü ajanlar bu kirliliği yaymaya çalışıyor. Kapitalist kültür acıları çoğaltarak duyarsızlıklar oluştururken, korkuları derinleştirerek şizofrenik bir kontrol toplumu kurguluyor. Medya denilen yazılı ve görüntülü araçlar her gün her saat büyük önyargılar ve yalanlarla toplumu yönlendiriyor.
Gazete yazarlarına aydın deniliyor. O kağıt tomarlarını yaksak ortalığı ne kadar aydınlatırsa bu gazeteciler de o kadar aydınlatabilir. Ahlakı sükut etmiş bu baronlar neyi aydınlatıyor acaba? Üç beş tane namuslu yazarı çıkarsak geri bir yığın müsvedde kalıyor. Gözümüze baka baka yalanlar söylüyorlar.
Medya sektörü dediğimiz nevzuhur yapılanmanın arkasında büyük sermayedarlar bulunuyor. Ülkenin bütün kaynaklarını pervasızca kullanan bu ayrıcalıklı zümre, sömürünün normalleştirilmesi, insanların magazinle uyutulması, asılsız haberlerle oyalanması, ajitasyonla duygusallaştırılması için yazılı ve görsel tüm araçlarıyla mevcut düzenin devamı için durmaksızın çalışıyor.
Cehalet ve yalandan ibaret bu diyet, aç ve yoksul halk için kimi zaman tahrif edilmiş bir dini film, kimi zaman üçüncü sınıf bir aile dramı, kimi zaman nostaljik bir Fatih’in Fedaisi oluyor. Ahlaken çökertilmiş bir toplum hangi değerle ayakta durabilir ki? Her gün ayrı bir yarışma icad ediliyor. Bir zamanlar Brezilya dizileri ile kandırılan halk yığınları artık evlatlarını da rezalete dahil ederek bir yandan duygusal bir bütünleşme yaşıyor bir yandan da ülkenin ve kendilerinin içinde bulundukları gerçeklikten uzaklaşmış/kurtulmuş oluyorlar.
Bir zamanların Rusya’sında meşhur olmuş o sözdeki gibi; “Pravda'da İzvestiya yok, İzvestiya'da da Pravda yok”. Pravda gerçek demek, İzvestiya haber. Gerçeklerden bahsettiğini söyleyenler haber vermiyor, haber verdiklerini söyleyenler gerçeklerden sözetmiyor. Bir toplumda yalan ve ahlaksızlık hükümferma olduğu zaman artık o toplum kokuşmaya başlamış demektir.
Pravdalar çoğalmış gerçekler saklanmıştır. Herkes kendi cephesinde muzaffer. İktidarlar kendi Pravdalarını yaratıyor. Muhalifler kendi Pravdalarıyla saldırıda. Resmi ağızların yalanları kutsal sözler gibi kabul görüyor. Geri kafalı aydınlar oratoryosu!
Medya’nın toplumların zihinlerini nasıl iğdiş ettiğini biz Edward Said’in “Haberlerin Ağında İslam” kitabında açıkça okuduk. Son yüzyılın en önemli simalarından birisi olan namus abidesi bu yaralı yürek, ‘iktidar yanlısı akademisyenlerin, uzmanların İslamiyeti ve Doğuyu nasıl tahrif ettiklerini satır satır, kelime kelime tahlil ederek gösterdi’ bize. O egemen medyaya konuşmayı dahi reddediyordu. Biliyordu ki insanın kendi beyanları bile tahrif edilerek sunuluyor. Ragıp Duran’ın güzel ifadesiyle; “Amerikan akademi geleneğinin aksine, Said, kurbağının sağ bacak kası uzmanı olmak gibi aşırı ve anlamsız bir iş bölümüne boyun eğmektense, insanı ilgilendiren neredeyse her konuya merak salmış, her konuda inceleme araştırma yapmış bir aydın”dı o. Fakat biz Bernard Lewis’i tanıdığımız kadar Said’i tanımayız. Yazarlar, gazeteciler, aydınlar bir milletin vicdanı. Tutan eli, yürüyen ayağı, gören gözü, işiten kulağı. Azalar ya kesilip atılmış, ya pazara dökülüp satılmış.
Sarahaten söylemek gerekir ki Said’in Aydın-İktidar-Toplum ilişkilerini çözümlemek için derinlemesine yaptığı çalışma, Antonio Gramsci’nin ‘Organik Aydın’ tanımlamasının izini sürmek ve o yolu genişletmekti. Gramsci’nin “organik aydın” dediği, fikir üreten ve fikir taşıyan aydınlar, burjuvazinin ya da proletaryanın hegemonyasını yığınlara yaymada ve onunla bütünleştirmede stratejik işlev görürler. Bu nedenle, Gramsci, hegemonyanın ele geçirilmesinde stratejik bir role sahip olan aydınların kazanılmasının hayati önemde olduğunu söyler. Mesut Yüce’den iktibasla söylersek “Antonio Gramsci’nin kavramsallaştırdığı ‘Organik Aydın’ tanımı, Türk aydını üzerine eleştirel bir yaklaşım sergileyen düşünüşlere temel çıkış noktası oluşturmuştur. Bu kavram, bilimsel bilginin yerine siyasal erkin, devletin, ve yönetici sermayenin ideolojisini taşıyan ve bu ideoloji doğrultusunda fikir üretip, halka mensubu olduğu bu kesimlerin çıkarına dayalı bilgi ileten, yayan, aydın tipini anlatmaktadır.”