İlkin, burada tarih ve dinlerle ilgili olarak ders programı duyurulduğunda, üç yıl içerisinde tamamlanması gereken kapsamlı bir program düşünülmüştü. Program üç dönemden oluşuyordu; Birinci dönem, tarih ve dinlerin tanınması; ikinci dönem, dinî toplumbilim; üçüncü dönem, İslam bilim.
Tarih ve dinlerin tanınması 20 Ferverdin 1350 [1971] tarihinden başlayıp oldukça daraltarak hızla geçtiğimiz dönemdi. Bunun nedeni de her on beş günde bir toplanmamız ve bu konuyu kapsamlı olarak ele alacak yeterli fırsatımızın bulunmayışıydı. İkinci dönem, ikinci yıldan itibaren başlanması gereken dinî toplumbilim konusuna ayrılmıştı. Üçüncü dönem [İslam-bilim] de üçüncü yılda yer alacaktı. İki nedenden, bu programı değiştiriyoruz. Şimdi başlayıp öğrenim yılının sonuna değin, İslam-bilim konusunu kapsayan son programı ele alıyoruz.
İkinci nedense şu ki öğrenimlerinin son yılında bulunan öğrenci hanım ve beylerden kimileri, bana bu yıl öğrenimlerinin sona ereceğini, öğrenimin bitişinden sonra zorunlu olarak askere gideceklerini ya da iş arayacaklarını, dolayısıyla her birinin bir yana gideceğini ve artık derslere katılma olanaklarının bulunmayacağını defalarca söylediler. Bu iki nedenden, programı değiştirme kararı aldım. Öğrenim yılının sonuna kadarki kalan sürede, başarabilirsem İslam-bilim dersine başlayacağım, sonunda yine oldukça daraltarak. Açıklanıp yorumlanmasını size bırakıp ele almakta olduğum farklı konuşma ve derslere dönmek istiyorum. Böylece, fırsatı bulunmayan kimseler, en azından öğrenimlerinin bir döneminde yılsonuna dek, benim anladığım anlamda İslamî toplumbilimi ya da İslam-bilimi ders biçiminde görmüş olacaklar. Dinî toplumbilim dönemine ise olanak bulursak daha sonra başlayacağız.
İslam-bilim, yalın olarak, zihnimizde İslam-bilim [İslam-Şinasi] kitabını çağrıştırmaktadır. İslam-Şinasi, beş yıl önce Meşhed Üniversitesi’nde verdiğim şifahî derslerden ibarettir. Hâlbuki bu dört ya da beş yıl içinde ben düşündüm, çalıştım; yeni konular geldi aklıma. Dolayısıyla şimdiden başlayarak İslam-bilim konusunda söylediklerim, İslam-Şinasi kitabının tamamlanması yönünde olacaktır. Tamamlama derken de, İslam-Şinasi kitabında ortaya koyduklarımı daha çok açıklayacağım ya da yorumlayacağım ve böylece İslam-Şinasi kitabına yoğun bir muhalefet gösteren birtakım kimseler benim bu kitaba inancımın kalmadığı yolunda benden bir itiraf duyup mutlu olacaklar anlamında söylemiyorum bunu. Her geçen gün, eleştiriler arttıkça, bu kitaba inancım daha bir sağlamlaşmaktadır. Şu anda başlayan dönemin ders yönü ve dershane niteliği oldukça fazladır. Şimdiye değin, kalabalık olması ve dershanede iki üç bin kişi bulunması nedeniyle gerçek anlamda ders verilemiyordu. Kaçınılmaz olarak şimdiye değin, herkesçe anlaşılabilir olması için ders ve konferans arası bir karışım yapıyordum. Ama şimdi hem öğrenciler doğal bir biçimde seçildiler, hem de önceden ders için daha çok hazırlık yapıldı. Dolayısıyla dakik, yorucu ve yoğun bir çalışma yapılabilir. Bu yüzden, şimdiden başlayarak bizim ders ortamımız gerçekten resmi bir dershane şeklinde, dershanede var olduğunu bildiğimiz şekilde olacaktır. Sizden, derslere bu gözle bakmanızı ve onu bütünüyle bir dershane olarak algılamanızı rica ediyorum. Ek olarak, dershanede açıklanamayan bir şey bulunursa, burada gündeme getirilen konular çevresinde etraflıca irdeleyerek, dershanede başlı başına var olan eksikliği tamamlayınız. Çünkü dersin bitiminde tartışma ve eleştiri oturumunda, burada ders olarak anlatılanların tamamlanması için incelenmesi gereken birtakım kitapları belirteceğim.
Şimdi, kendi inancıma göre, çağının bilincinde olan İslam-bilimci bir Müslüman [aradığım niteliklerin hiçbiri rasgele değildir, çünkü bir insan Müslüman olabilir ama İslam-bilimci olmayabilir; ya da İslam-bilimcidir ama bu çağın adamı değildir; taş devrinin adamıdır.] İslam’dan yalnızca dinî bir inanç olarak değil, hatta aynı durumda bir düşünsel öğreti olarak, bir ideoloji olarak taşıdığı düşünce ve inanç yapısının geometrik şeklini, inançsal-zihinsel betimlemesini ortaya koyuyorum. Bachelard [Çağımızın büyük düşünürlerinden olup birkaç yıl önce ölmüştür. O, gazetelere, söyleşilere, fotoğraflara ve magazine konu olmadığı için değeri bilinememiş derin düşünceli büyüklerden olup en önemlisi de bu yüzyılın büyük simalarındandır] bütünüyle Descartes ve Eflatun benzeri düşünürler gibi, bir idenin, bir inancın, geometrik şekil kazandığında kendisinin doğru anlatımını bulduğuna inanır. Bunu bir kez daha yineliyorum; çünkü bu söz oldukça derindir; Bir inanç geometrik şekil kazandığında, kendisinin en iyi anlatımını ya da anlatım dilini bulmuş olur. Bir geometrik şekil içerisinde anlatılıp betimlenebilen her inanç, mantıklı ve doğru olduğunu kanıtlamış olur. Çünkü dünyadaki en kesin bilimsel kavramlar, matematiksel kavramlardır. Felsefî ya da dinî inançlarımızı geometri ya da matematik diliyle anlatabilirsek, hem kendi inancımızı anlatmada en iyi dili bulmuş, hem de inancımızın aklî, bilimsel ve mantıklı olduğuna ilişkin en iyi dayanağı elde etmiş oluruz. Tartışmayı, cedelleşmeyi, asılsız kanıtlar ileri sürmeyi, zihin yormayı, benzetmelere girişmeyi vs. -ki bunlar kanıtlama ve mantık bakımından güçsüzlüğün dilidir- gerektiren felsefe ve dinlerin tersine bunların yerine bu düşünsel, felsefî ya da dinî, hatta edebi ve sanatsal öğreti için anlatım dili olarak matematikten yararlanılabilirse, o zaman bir öğreti hem anlatım bakımından başarılı, hem mantıksal kanıtlama ve mantıklı olma açısından başarılı olacaktır. Böylelikle o öğreti, bilimsel temellerinin bulunduğunu gösterir. Bir şey daha eklemek istiyorum; Bir öğretinin anlatıldığı geometrik şekil, kendisinin doğal bir şekil olup olmadığını, normal ya da anormal bir şey olduğunu, uyumlu ve sağlıklı ya da birbirine girmiş uyumsuz bir yapıda bulunduğunu gösterir. Bir öğretinin bu geometrik yapısından, o öğretinin doğallık ve sağlık ölçüsü belirlenebilir.
Tanıma ve anlama meselesi, bilme meselesinden ayrı bir şeydir. Tanıma ve bilme arasındaki ayrımı bilmeyen biri, ne bir şeyi tanıyabilir, ne de bir şeyi bilebilir; isterse tanınmış bir bilgin, büyük bir allame olsun. Bir kişi, bir kitap ya da bir öğreti ile ilgili olarak pek çok şey bilen, ama ne o kişiyi, ne o öğretiyi, ne de o eseri tanıyan bir sürü insan vardır. Bu ikisi arasında ne gibi bir ayrım bulunmaktadır? Bu ikisi arasındaki ayrımı açıklayabilirsem İslam âliminin, İslam’ı tanıyan kimseden apayrı olduğunu açıklayabilirim. İslam âlimlerinden kimileri, İslam’ı tanımaktadırlar. Kimileri ise İslam âlimidirler -oldukça da âlimdirler!- ama İslam’ı tanımıyor olabilirler. Bunun tersine kimileriyse İslam’ı tanımakla birlikte İslam âlimleri arasında yer almazlar. Öyle ki bu ayrım, edebiyat konusunda da, bir kitap ya da bir kişi ile ilgili olarak da vardır. Bu edebiyat fakültesi içerisinde ‘esatid-i giram’dan [değerli üstatlar] [Herkesçe bilinen radyogram gibi. Çünkü ‘gram’, Avrupa kökenlidir, Arapçası ‘kiram’, Farsçası da ‘girami’dir. Bu ikisi birbirine montaj edilmiş, olmuş giram] birçok kimse bulunduğu açıktır. Bunlar, örneğin Hâfız divanından ya da Şahname’den veya Mesnevi’den kaç bin nüsha bulunduğunu, her bir nüshanın nerede olduğunu, her nüshanın ağırlığının ne olduğunu, eni ve boyunun ne kadar olduğunu bilirler, bunlar bilgidir. Bu kişiler, her nüshada falan gazelin ne gibi değişikliklerle kaydedildiğini, Hâfız’ın divanında örneğin, adları geçen ve şairin memduhu olan kimselerin kimler olduklarını, nasıl yaşadıklarını, nasıl bir dönemin adamı olduklarını, durumlarının ne olduğunu bilirler. Hatta Hâfız’ın memduhu olan falan hanın bıyığının uzunluğunun kaç milimetre olduğunu bile bilirler bu kimseler. Tüm bu özellikleri bilirler bunlar. Bunlar, Hâfız’ın divanında kaç Farsça, kaç Arapça kelime bulunduğunu, Hâfız’ın ayetlere, rivayetlere ve tarihsel olaylara yaptığı işaretleri, bu rivayetlerin, bu tarihsel göndermelerin hangileri olduklarını bilirler. Oysa Hâfız’ı hiçbir şekilde tanımazlar, bir gazeli bile anlayamazlar. Güzel bir anlatımı, Hâfız’ın duygularının zarifliğini duyumsayamazlar. Hâfız’ı tanımak ayrı bir şeydir.
Aslında bu Hâfız bilicilerin, Hâfız gibi bir tiple ruhsal ve düşünsel bir uyumları yoktur. Dolayısıyla Hâfız’ı tanımak, Hâfız konusunda geniş ve derin bilgiler edinmekten başka bir şeydir; kişi de böyledir. Bir düşünürü göz önüne alın ya da büyük bir sanatçıyı; Biri gelip bu kişinin tüm vücut özelliklerini, kanındaki globülin sayısını, vücudunda bulunan üre miktarını ve vücudunun tümünü hücre hücre açıklar, fizyolojisini bilir. Bu bireyin yaşını başını, yaşamıyla ilgili bilgileri kendinde barındırır, ama o bireyi bir düşünür ya da bir ruh olarak en küçük bir ölçüde bile duyumsamaz, tanımaz, anlamaz. Oysa başka biri, bir görüşmeyle, bir temasla, basit ve kısa bir söyleşiyle, hatta suskun bir bakışla, bu bireyle ilgili olarak birkaç eşek yükü bilgiyi kafasında taşıyan o kimseden daha fazla, daha iyi ve daha derinlemesine tanır.
Öğreti de böyledir. Öğretiyi tanımak, öğretiye ait kültür ve bilimlerde uzman olan kişilere özgü bilimsel ve dakik bilgiler taşımak anlamında değildir. Bu öğretinin yönünü ve tümel tasvirini duyumsama anlamındadır tanımak [öğretiyi parça parça, tike tike, öğe öğe anlamak ya da bir parçasında uzman olmak ve öteki parçalarını algılamamak, anlamamak ve görmemek değil]. Öğretiyi tanımak, bir öğretide ya da bir dinde ya da bir ideolojide gizli bulunan anlam ve ruhu, insanın etiyle, kemiğiyle, duyularıyla duyumsamasıdır.
Büyük yazar ve şairlerimize bir bakın. Yaşadığımız bu çağda bunlardan hiçbirinin edebiyat fakültesi mezunu olmadığını söyleyebiliriz. Çağdaş şairlerimizin listesine bir göz atın; Nima’dan tutun da Umid’e varıncaya değin, hatta Umid’den sonrasına, yeni nesle varıncaya değin [ki şiirin yeni dalgası onlardan gelmektedir] hiçbir şair edebiyat fakültesinde resmi olarak öğrenci olmamış, bu fakülteyi bitirmemiştir. Biri güzel sanatlar okulundan gelmiş, biri tıp fakültesinden gelmiş, biri iktisat okumuş, biriyse kesinlikle hiçbir şey okumamıştır. Günümüzün şiirinin ruhunu anlayanlar, edebiyatın devinim yönünü duyumsayanlar işte bu kimselerdir. Merhum Celal’in söyleyişiyle; “Benim büyük başarılarımdan biri, Allah’ın benim kalbimden edebiyat fakültesinden doktora alma vesvesesini yok etmesidir. Bu yüzden, edebiyat kalbimde diri kalmıştır.”
İslam-bilim bu anlamdadır; tahsil edilmesi gereken bir kültür ve bilimler dizgesi anlamında değildir. Elbette İslam ilimleri ve İslam kültürü, oldukça değerli ve zengin olup İslam uygarlığının övünç kaynağıdır. Ama İslam-bilim, İslam ideolojisi anlamındadır; İslam ilimleri anlamında değil. Edebiyat fakültesinde okumamış şair ve yazarlar sanat ve edebiyatı anlarlar anlamındadır, resmi edebiyat hocalarından ders alırlar anlamında değil. Fransa’da 19. ve 20. yüzyıl edebiyat ekollerinin tümü Sorbon Üniversitesi dershanelerinde değil, kafelerde oluşmuştur. İlkin kitle arasında, fikir gücü, duygusu, hareketi, heyecanı ve cesareti bulunan kişiler arasında müzikte, resim sanatında, edebiyatta ve şiirde yeni bir ekol oluşur; gruplar içinde, topluluklar arasında, sokaklarda, kişiler arasında var olan ilişkiler yoluyla bir ekol şekillenir. Sonra, üniversite, bu yeni akımla savaşır, bu yeni akımı bozgunculuk olarak niteler. Bunlar edebiyatı yıkmak istiyorlar, sanatı yıkmak istiyorlar, bunlar kültürel ve edebi özgürlüğün düşmanıdırlar, diyerek bu akıma karşı koyar. Kavga ve savaş başlar. Ne var ki zamanın ve mantığın gerekliliği, bu yeni akımı güçlü kılıp yeni mantıkla silahlandırır ve eski direnişi güçsüzleştirip altüst eder. Sonra, birkaç yıl geçer, bu kaçak mahkûm ekol, resmi bir kişilik kazanır. Sonundaysa üniversiteye yüklenir, üniversiteye girer. O zaman, üniversitenin resmi hocası, yeni bir kürsünün başkanlığını, yeni şiirin ya da falanca sanat ekolünün üniversitede öğretimini üstlenmekle övünç duyar. Şairimiz Nima’yı düşünün; otuz yıl boyunca bütün çocukların ve büyüklerin oklarının değişmez ve sabırlı bir nişan tahtası olmuş, her türlü sövgü ve saldırı iğnesinin iğneliği haline gelmişti. Ne var ki dünyaya egemen olan ilahi yasa gereği, yeni bir yol [her türlü alanda] açma durumunda olan kimselerin özelliklerinden biri, Allah’ın onlara, sövgüler karşısında büyük bir dayanma gücü bağışlamasıdır. Otuz yıl boyunca bu adam, karşılaştığı herkesin sövgüsüne uğruyordu. Herkes, bir yerde kendisini göstermek istiyor; ben burada oturuyorum, bana da dikkat edin, dercesine Nima’ya bir sövgü yolluyordu. Ona yapılan sövgünün uzaması, söven kişinin eski hocalardan ve fazıllardan olmasına alametti.
Yavaş yavaş iş öyle bir yere vardı ki, şimdi aynı hocalar “Bir gece rahmetli Nima ile bir toplantıya katıldık. Orada oturup rahmetliyle sigara içtik!” der oldular. Neden? Çünkü onun kişiliği artık kayıtlara geçmiştir. Kendisini üniversiteye kabul ettirmiştir. Artık onun ekolü resmilik kazanmıştır. Ona saldırdıkları için övünenler, şimdi, onunla tanışıp görüştüklerini savlayarak övünmekteler bununla. Belli oluyor ki artık onun kişiliği, çalışması, zamanın kayıtlarına geçmiştir. Yeni akımın, yeni hareketin, yeni gücün ve yeni düşüncenin böylece zamanda yer bulduğunu, o şekliyle zamanla savaşıp sonra onu fethettiğini görmekteyiz. Bu yaratışlar, tüm dünyada sanat ve edebiyatın resmi duvarlarının dışında baş göstermekte ve filizlenmektedir sürekli. Sonra da bu resmi oturumları, resmi kurumları fethetmektedir.
Çıkarmak istediğim sonuç, buna göre iki tür anlama ve bilmenin bulunduğudur. Birincisi, bir ekole ya da kültüre bağlı bir bilim dalında çalışan, bir ekolün bilim adamı olan, bilimsel ve kültürel bir dizge olarak bu ekolde uzmanlaşan, bu alanda öğrenim görüp doktor olan kimselerin anlama ve bilmeleridir. Öteki grupsa, özel bilimlerle ilgili ve bu ekole bağlı bilimsel uzmanlık alanlarında uzmanlaşsın ya da uzmanlaşmasın, onu birinci gruptan önce duyumsayan ve onlardan daha iyi tanıyan kimselerdir.
Neyi tanırlar onlar? Ne bu ekolün bilimlerini, ne de bu ekolün kültürünü. Tersine, bu ekolün ruhunu, bu hareketin devinim yönünü tanırlar. Bunlar, bu ekolü tanıyıp anlayanlardır. Onlarsa, bu ekolün uzman ve bilginleridir. İslam kültürü olarak İslam, Müslümanların bilimleri olarak İslam, tarih boyunca İslam medeniyeti, zihin, felsefe, kelam, lügat, tefsir ve tarih stoklarından oluşmuş bir dizge olup hep birlikte bunlar İslam maarifini oluştururlar. Bu maarifin özel bölümleri vardır.
Bu bilgileri edinmenin yolu; İnsan gidip talebe olmalı, bilimsel bir öğrenim görmelidir. Sizin okuduğunuz öteki bölümler gibi, o kişi de o bölümün uzmanı olur böylece. Oysa bir ideoloji olarak İslam başka bir şekilde tanınır, başka bir şekilde anlaşılır. İslam’da ideoloji olarak bilimsel bir uzmanlaşma söz konusu değildir. Tersine, öğretinin bir iman olarak duyumsanması söz konusudur; bir kültür olarak değil. İslam’ı tanıma duygusu, bilimlerden bir dizge olarak değil, bir inanç olarak söz konusudur. İslam’ın kavranması, teknik ve bilimsel bilgilerden oluşan bir stok ve yığın olarak değil, düşünsel, tarihsel, insanî bir hareket olarak söz konusudur. Sonuç olarak, burada bir aydının zihninde bulunan bir ideoloji olarak İslam söz konusudur; bir âlimin zihnindeki eski dinî ilimler olarak değil. Şimdi İslam-bilim, bu şekliyle okutulmalıdır. Bu iş için ilkin aslında öğretinin ne olduğuna açıklık kazandıracak olan bütünsel ve kapsamlı bir öğreti tasviri ortaya koyuyorum.
İslam, ne kültür, ne de ilimdir; İslam bir inanç öğretisidir dediğimde neyi amaçladığım aydınlanacaktır böylece. Sonra da bir inanç öğretisi olarak İslam nedir, sorusu gündeme gelmektedir. Daha sonraysa iki soru çıkmaktadır karşımıza; Birincisi, öğreti ne demektir? Doktrin nedir? İkincisi, öğreti olarak İslam nedir? Sonuna değin benim işim, bu inanç tasvirlerinin yorumlanması olacaktır. Öğretiyi öncelikle bir ide olarak açıklıyorum; sonra tasvir olarak ortaya koyuyorum. Öğreti dediğimde, öğreti, felsefî görüşten, dinî inançlardan, ahlâkî değerlerden, bilimsel yöntemlerden oluşan uyumlu bir dizgeden ibarettir ki bunlar birbirleriyle ilintili bir iletişim içerisinde olup anlamlı ve yönlü harekete geçirici bir gövdeyi oluştururlar. Bu gövde diridir; çeşitli uzuvları bir kandan beslenmektedir ve tek bir ruhla diridir.
Uzman bir ilim, bir öğretiye bağlı olabilir ya da olmayabilir. Öğretiye bağlı bir uzman, fizik uzmanı da olsa, onun iktisat ve sınıflar konusundaki görüşünün ne olduğunu, o söylemeden kestirebilirsiniz. İktisatçı olup da bir öğretiye bağlıysa, bu iktisatçının tabiat âlemi konusundaki felsefî inancının ne olduğunu kestirebilirsiniz. Neden? Çünkü bir öğretiye bağlı bir kimsenin iktisadî, toplumsal, dinî, felsefî görüşü, hatta siyasal cephe alışı, sanatsal ve edebi duyumsayışı uyumlu bir doku ve bir ilgi bağı içerisinde yer alır. Onun boyutlarından birini tanımakla onun öteki düşünce ve zevk boyutlarını belirtebilirsiniz. Çünkü öğretiye bağlı bir kimsenin inançları, duyguları, ameli yaşayışı, siyasal ve toplumsal yaşayışı, aynı biçimde düşünsel, dinî ve ahlâkî yaşayışı, birbirinden ayrı, rasgele dağınık ve birbiriyle ilintisiz değildir. Görünüşte birbiriyle ilintisiz olan boyutlar dizgesi, tek bir ruhla yaşamaktadır ve aynı gövdede uyumlu bir şekil taşımaktadır.
Faşist olan bir kimse öğreti sahibidir, varoluşçu olan bir kimse öğreti sahibidir; Marksist olan bir kimse de öğreti sahibidir. Siz, fizikçi olan bir Marksist ya da bir varoluşçu veya bir faşist tanırsınız; örneğin öğretisi faşizm olan bu fizikçinin, bu durumda ruhbilim bakımından soyperest bir ruhbilime inanç beslediğini, soyperestlerin inançlarına inandığını, toplumsal bakımdan nasyonalizm ve realizme inandığını söyleyebilirsiniz. Fizikçi de olsa, nasyonalizmle ilgili bir tek söz bile söylememiş olsa toplumsal bakımdan ailenin ve aile eğitiminin esas olduğuna inanır; çünkü faşisttir.
Şimdiye değin bu tür sözler etmediği halde, öğretiye sahip olduğundan, kültürel inançları, siyasal inançları, iktisadî ve hatta edebi inançları gibi hep birlikte tek bir uyum içindedirler ki toplam olarak inanç öğretisi adını taşıyan bir gövde oluştururlar. Öğreti sahibi olmayan biri ise, büyük bir uzman, büyük bir fizik buluşçusu olabilir, ama siyasal bakımdan cephe alışının ne olduğunu kesinlikle bilemezsiniz, iktisadî bakımdan onun bir görüşü olup olmadığını ya da bir görüşü varsa bunun ne olduğunu bilemezsiniz. Sağa mı, Sola mı ya da merkeze mi eğilimi olduğunu bilemezsiniz. Kendisine sorulmalıdır. Bu adam, her konu üzerine, her ortamda konuşur. Önce konuşmasını dinleyip görüşünün ne olduğunu öğrendikten sonra, görüşü şudur, diye yargıda bulunmamız gerekecektir. Çünkü öğretisi olmadığından, her konuda özel bir cephe alabilir, özel bir inanç taşıyabilir. Oysa öğretisi olan insan, bütün yaşayış, inanç, edebiyat, sanat ve tarih konularında düşünür ve hepsi hakkında, sahip olduğu ideolojiyle uyumlu ve çelişmez bir yargıya varır. Örneğin, belirli bir öğretiye bağlı bir insan görüyoruz, ama bu insan edebiyat ve sanatla ilgili görüşlerini söylememiştir. Bununla birlikte belirli bir toplumsal öğretisi olduğundan kesin olarak edebiyata edebiyat için, şiire şiir için, sanata sanat için ya da edebiyata kişisel duyguların dili olarak inanmaz. Tam olarak, sanat ve edebiyatın, toplumsal savaşımın hizmetinde olması gerektiğine inanır; çünkü belirli bir toplumsal öğretisi vardır. Öyleyse öğreti, içerisinde bireysel duyguları, toplumsal tavrı, ahlâkî özellikleri, özellikle insanın felsefî, dinî ve toplumsal inançlarını barındıran bir manzumeden ibarettir. Bu öğelerin her biri bir güneş çevresinde dönen bir küre olup bunlar uyumlu, anlamlı bir sistem oluştururlar ve topluca bir yön ve uyuma doğru devinim içindedirler. Bu, devinim ortaya çıkaran, yapıcılık ortaya çıkaran, toplumsal güç ortaya çıkaran, insana insanî yükümlülük ve sorumluluk veren bir öğretidir. Oysa uzmanlık ve bilimin bu tür etkileri yoktur. İslam, inanış öğretisi şeklinden kültür, bilgi ve bilimlerden bir dizge şekline dönüştürüleli beri hareketten, sorumluluktan, toplumsal bilinçten, toplumun yazgısı üzerinde etkili ve iz bırakıcı olmaktan uzaklaşmıştır. Şimdi öğreti dediğimde; “Öğreti, inanç sahibi bir insanın yetkin düşünsel yapısıdır.” Bu yapı nedir?
TABLO-I
TABLO-II
Sıradan bir görünümü olan bu betimlemeyi herhangi bir yerden almadım, ama toplam olarak büyük bir duyarlılık gösterdiğim ideolojiler üzerindeki çalışmalarımdan çıkardım. İnançları, dinsel, toplumsal inanç öğretilerini vs. inceleyerek böyle bir betimlemeyi [yalnız şekil bakımından değil ki, şekil sıradan bir şey olup bir anlatım aracıdır, öğreti konusunda başlı başına bir kuram olan içeriği açısından] ortaya koydum. İnanç öğretisi adını taşıyan şeyin öğretilmesi ve açıklanması olarak ve tam bir inanç öğretisinin [ki bir öğretinin bütün düşünsel yapılarını kendisinde barındırır] böyle tam bir şekil ve gövdeyi içerdiğini belirten bir kuram olarak ortaya koydum.
Altyapı dediğimde bu itikadî altyapı anlamındadır. Üstyapı dediğimde, bu inanç esasından kaynaklanan bütün inançlardan söz ediyorum demektir.[1] Her inanç öğretisinin temel bir altyapısı, bir yapı taşı ve tüm inançların kurulduğu bir sütunu olmalıdır. O da itikadî altyapıdan ibaret olup istisnasız her öğretinin, ister ilahî bir öğreti olsun, ister maddî bir öğreti, ister natüralizm ve materyalizm olsun, ister idealizm ve faşizm olsun, isterse Marksizm olsun bir altyapısı ya da yapı taşı olmalıdır. Her öğretinin altyapı taşı dünya görüşünden ibarettir.
Bir kimsenin dünya görüşü yoksa bütün görüş ve bilgileri bakımından o, tam olarak, bol eşya alan bir kişiye benzer. Yani o kimsenin fazlaca mobilyası vardır, oldukça fazla ev eşyası vardır, ama onları üst üste yığmıştır; salonun ortasına dökmüştür. İbrik, tarak, kitap, sandalye, korse, kazan, elbise dolabı, kömür, yağ, çerez, çöp tenekesi karman çorman rasgele yerlerde durmaktadır.
Bir öğretmenim vardı; eski yeni her bilimden haberdardı. Her fenden, her sanattan, her bilimden, her edebiyattan ve kültürden, ölünün talkınından tutun da twist dansına, sevgi ve muhabbet büyüsünden tutun da petrokimya endüstrisine varıncaya değin bir şeyler bilirdi. Bizim yazı öğretmenimizdi ve bu farklı farklı bilgileri onun sırtına yük olmuştu, onu zahmete sokmuş, bizi de tutsak etmişti. Eğer gerçekten zihni temizleyen bir bilim olsaydı onu rahatlatırdı.
Birçok bilgiye ve farklı malumata sahip olmak, ama dünya görüşü altyapısına sahip olmamak, inşaat için gereken bütün araç ve gereçlere sahip olup ne yapacağımızla ilgili bir plan ve hedefimiz bulunmamak gibidir.
Zihninde bir yapı planı ve inşaat için bir hedefi olmayan bir kimsenin bu inşaat için gerekli malzeme ve stoku yoksa o daha rahattır. Bu yüzden imansız, amaçsız ve özbilinçsiz bir bilgin ve uzmanın sıradan bir insandan, bir ümmiden daha aşağı olduğunu görüyoruz. Saf bir köylü, özgür bir çoban, saf ve sıradan bir göçebe, kendini beğenmiş, kibirli, amaçsız, sorumluluk üstlenmeyen ve dermansız bir dert demek olan dertsiz bir allameden daha katlanılabilirdir, hatta daha insandır. Budur Ebu Zer ve İbn-i Sina arasındaki fark. İnançlı mücahit ile müçtehit âlim; yükümlü aydın ile araştırmacı bilgin; bilinçli, sorumlu ve amaçlı ile amaçsız, inançsız bir uzman; inanç ile bilgi, ideoloji ile kültür farkı.
İlim, sanat, edebiyat, felsefe, insan, yaşam, ahlak, hatta varlık, bir iman içerisinde yer alarak anlam kazandığında, ruha kavuştuğunda, yön bulduğunda bir öğretinin inanç sisteminde yer almış olur.
Bu durumda bunların tümü bir dünya görüşü temeline dayanabilir ve bu temele göre açıklanıp yorumlanabilir.
Öğreti sahibi olan her düşünür, kendisi için böyle bir şekli çizmeli ve o zaman “senin dünya görüşün nedir?” sorusuna cevap vermelidir. Dünya görüşü olan, cevap olarak şöyle diyebilir;
“Benim dünya görüşüm materyalizm, realizm, şüphecilik [septisizm], Taoizm, şirk [politeizm], ikicilik [düalizm], tevhid, vahdet-i vücud, idealizm, tanrı tanımazlık [ateizm] ya da varoluşçuluk vs. dir.”
Dünya görüşü, insanın kendi varoluşuyla ilgili sahip olduğu bir algılama çeşididir. Hâfız ile Mevlana’nın farkı, dünya görüşü ayrılığındadır.
Hayyam şöyle der;
“Bu dünyadan gidip de geri gelen biri olmadığına ve o dünyadan, kimsenin haberi bulunmadığına [dünya görüşü] göre yaşadığın anı ganimet say [ideoloji].” İdeolojinin dünya görüşünün içerisinden çıkarıldığını, bu ikisinin birbiriyle ilişkili olduğunu görüyoruz.
Hâfız şöyle der;
“Biz yokken ezeli kısmeti verdiklerine göre [yani dünyanın yaratılışında bize ne istediğimizi sormadan herkese bir rızık verdiler.] -Hâfız’ın cebrî dünya görüşü- biraz olsun rıza uygun değilse ayıplama.” [Hâfız’ın ideolojisi][2]
Dolayısıyla; “Dünyanın bir rabbi, bilinci, iradesi, duyuları, dakik bir hesabı kitabı vardır ve insan, yarın bugünkü yazgısını görür, amelinin karşılığını görür.” diye inanan dinin, bir dünya görüşü vardır ve bu dünya görüşüne dayanarak şöyle söyler; “Öyleyse hayat böyle, insan şöyle olmalı, şöyle yapılmalı, böyle olmalı; sen böyle, ötekiler öyle olmalı, hayatın, toplumun, ahlakın, kötünün, iyinin, gerçeğin yalanın anlamı bu olmalı vs.” Bu ise dinin ideolojisidir.
Hegel’in idealizmi, Marx’ın diyalektik materyalizmi, Heidegger’in, Jaspers’in ve Sartre’ın egzistansiyalizmi, Albert Camus ve Becket’in abesliği [absurdite], Katolik Mezhebi ya da İslam Dini, Lao Tzu’nun Taoizm’i, Hindu Karma ve Samsarası, Budha’nın çile ve nirvanası, Hallac’ın vahdet-i vücûdu, Hayyam’ın, Ebu’l-Alâ [Ma’arri] nın, Schopenhauer’in ve Maeterlinck’in kötümser şüpheciliği vs. hep dünya görüşüdür.[3]
İnsanbilim ya da hümanizm, öğreti sahibinin [dünya görüşüne göre] insan denen varlığın ne olduğu ve ne olması gerektiği konusundaki algılama biçimidir. [Burada insanbilimden amacım, bir öğretide var olan insanı tanıma biçimidir; bilinen anlamıyla insanbilim değil. Hümanizmden de genel anlamda amacım bu terimin özel anlamı değil, kendi öğretimizde insanlık için inandığımız gerçeğin, yükümlülüğün ve anlamın değeridir. Çünkü insanın asıllığı, eski Yunan’da, Rönesans döneminde ve ayrıca 18. yüzyıl sonlarının ve 19. yüzyılın başlarının radikalizmi ile 20. yüzyılın egzistansiyalizminde kullanılan bir terimdir.]
Herkesin, insanı kendi dünya görüşü esasına göre tanıdığı ve her öğretinin, insanı bir başka biçimde algıladığı açıktır. Biri, insanı maddî bir hayvan olarak görürken, öteki onu tanrısal bir hayvan olarak görür. Her öğreti ona bir nitelik vermektedir; İdealist, konuşan, iktisadî, üretici, özgür, seçebilen, mahiyetsiz, bekleyen, reddedici, tutucu, tanrımsı, doğal, toplumsal, kültür yaratan, uygar, özbilinçli vs.
Burada yeniden anımsatmalıyım ki bir öğreti insandan söz ettiğinde ve insanbilimi tanımladığında, felsefî ve itikadî algılamada insanın anlam ve gerçeğinin tanımını amaçlamaktadır; fizyoloji, psikoloji, biyoloji, etnoloji, antropoloji ve sosyoloji gibi bilimlerde var olan gerçekliğini değil. Kuru bilimsel gözde değil, onun inancında, hedeflediği öğretinin ve itikadî bakış açısının gözünde ‘insanın tür olarak gerçeği’dir amaçlanan.
İnsanın gerçeği, insan olgusu değil, felsefe, din ve sanatın sözünü ettiği insanın gerçeği. Örneğin Claude Bernard’ın, Darwin’in, Freud’un değil, Budha’nın, Konfüçyüs’ün, Sokrat’ın, Eflatun’un, Voltaire’in, Rousseau’nun, Hegel’in, Tolstoy’un, Sartre’ın ya da İbrahim’in, İsa’nın, Muhammed’in, Ali’nin ya da Homer’in, Goethe’nin, Hâfız’ın, Mevlana’nın, Tagore’un, George Sand’ın, Van Gogh’un sözünü ettiği insan.
Tarih de böyledir. Tarih felsefesinin amacı, yani filozofların ya da peygamberlerin tarih için [anlam ve yönü bulunan tek bir gerçeklik olarak] benimsedikleri algılayış, kavrayış, gerçek, hareket ve hedef budur.
Yani İbn Haldun’un, Vico’nun, Hegel’in, Marx’ın, Emerson’un, Sartre’ın ve Toynbee’nin anladıkları tarihtir. Heredot, Tusidid, Gibbon, Taberi ve Beyhaki gibi tarihçilerin anladıkları değil.
Toplumbilim de böyledir. Amacım, bir öğretide bulunan toplumbilimdir; bir ilim, bir üniversite hocasının düşündüğü şey değil.
Bu bakış açısıyla, benim inancıma göre öğretinin üç esas temelini insan, tarih ve toplum oluşturmaktadır.
Bu şekilde [1 nolu şekil] gösterilen, her üçü de dünya görüşünden kaynaklanan ve onunla mantıksal ve nedensel bağı bulunan bu üç sütun, dünya görüşü temeline kurulu bulunan öğreti yapısı içerisinde bulunmaktadır.
Gerçekte dünya görüşünden üç ağaç gibi filizlenip dallanmış, ideolojik üstyapı bütünü onun üzerine kurulmuştur. Kendi başı ve eliyle ağır bir emanet yükünü omuzlayan bir insandır sanki.
Gerçekte de böyledir. Bilince erişmiş, insanlık yükümlülüğünü kendisinde duyumsamış her insan, kendisini dünyanın ağır yükünü omuzlamış ve iki eliyle tutmuş Atlas [mitolojik Yunan tanrısı] gibi görür.
Bu tasvir, inanç öğretisinin tasviri olup gerçekte inanç ve savaşım insanından başka bir şey olmayan insan gerçeğinin tasviridir.
Burada, öğretisinin esas ve gereğince, benimsediği toplum ve sisteme duyulan insana özgü inanç amaçlanmaktadır. Bir öğretide toplumbilim, [burada ‘toplum görüşü’] öncelikle toplumu nasıl bir gerçeklik olarak bildiğini, onu düşünce ve inanç açısından nasıl tanıdığını belirginleştirir. Çünkü bir öğretideki toplumbilim, yükümlü bir bilimdir, meslekî ve itikadî bir toplumbilimdir. Sadece amaçsız ve özgür bir çözümleme, günümüz akademik terimiyle toplumbilim için toplumbilim değil.
Bir öğretide toplumbilim; yöneliş, amaç ve öğretiye özgü bakışla uyum içindedir. Bu yüzden, yargılamaya, eleştirmeye ve değerlendirmeye yönelir, yön ve yükümlülük taşır. Hedefi yalnızca ilişki ve görüngüleri çözümleme ve tanıma, var olan her şeyi olduğu gibi inceleme olan bağımsız akademik toplumbilimin karşıtı bir toplumbilimdir bu.
Saint Simon, Proudhon, Marx ve Lucaks’ın toplumbilimiyle Pareto, Durkheim ve Gurvitch’in toplumbilimi arasındaki fark budur işte.
19. yüzyıl toplumbilimi, daha çok inanç toplumbilimi idi ve bu söyleyişle, Avrupalıların yükümlü toplumbilim dedikleri şeyi amaçlıyorum. Oysa bugün, öteki bilimlerin ideolojiden uzaklaşma ve hatta omuzları yükümlülük yükünden kurtarma, iyiyi kötüyü belirlemekten ve değerler konusunda yargıda bulunmaktan [Jugement des valeurs] sakınma edimleriyle uyumlu olarak toplumbilimde yalnızca gerçeklikler konusunda yargıda bulunmaya [Jugement de realite] yönelir. Açıkça iyi ve kötüye el atmaktan, çözüm yolu sunmaktan, yol göstericilikten, sorumluluk kabul etmekten, toplumsal, ahlâkî ve insanî yükümlülükten ve genel olarak bir inancı kabul etmekten, uygulama ve inançta somut bir yön ve hedef edinmekten kaçınır. Değerlendirme ve doğruya yöneltme yerine olguları ortaya koyma, bölümleme ve çözümlemeye yönelir sadece. Bu doğrultuda şu kuramı ortaya atmıştır; Yükümlülük, inanç ve hedef, bilime zarar verir ve inanç çerçeveleriyle ve belirli ideolojik değerlerle sınırlar. Özel inanç, araştırmanın dizginini kendiliğinden ele geçirir ve onu ve istediği ve inandığı mecraya çeker. Sonuçta bilim, gerçek olan her şeyi, var olan herşeyin gerçeğini bulmak için yansız araştırmalarda bulunma yerine inancın işine gelen belirli sonuçları arar duruma gelir; inancın doğruluğunu kanıtlayan gerçeklikleri elde eder. Çünkü bir inançlı araştırmacı [dine ya da küfre, ruha ya da maddeye, sosyalizme ya da kapitalizme, özgürlüğe ya da diktatörlüğe vb. inanıyor olabilir], doğal olarak bağımsız olamaz. Garazsız ve bağlantısızlığı amaçlayan bir araştırmacıyı ise inceleme araştırma özü yönlendirir. O, ulaştığı her sonuca inanıp güvenir. Örneğin bir sosyalist, yansız ve bağımsız bir tarih araştırmacısı olamaz. Çünkü o, tarihte yalnızca sınıf çatışması arar. Sınıf çatışmasından bir iz bulduğu her yerde onu genelleştirir. Bulamadığı yerdeyse tevil edip yorumlar. Sınıf çatışmasına karşıt gerçeklikler gördüğü her yerde bu gerçeklikleri görmezden gelir. Kimi zaman görmez, göremez bile. Çünkü onun gözünde kendisine özgü inancının rengini taşıyan gözlük bulunmaktadır.
Öyle ki bir Tanrı tanır fizisyen, bilimsel araştırmalarında her yerde Tanrı’yı bulur. Maddeci fizisyen ise hiçbir yerde bulamaz Tanrı’yı. Öyleyse, bu önceki iki bağdan bağımsız olan ve yansız bakıp düşünen bir araştırmacı, fizik dünyayı olduğu gibi tanıyabilir.
Bu kanıtlamanın ne ölçüde sağlam olduğunu ve doğru gibi göründüğünü görüyoruz. Çünkü ortaçağda bilim ve araştırmanın, sahip olduğu dinî yükümlülük nedeniyle zorunlu olarak sadece, önceden ruhanilerce sipariş verilen gerçekleri kanıtladığını, Hıristiyanlığın önceden belirlediği ve müminlerin bildiği sonuçlara ulaştığını gördük. 19. yüzyılda da bilimler, özellikle insanî bilimler, daha özele indirgeyecek olursak tarih ve toplumbilim, somut ve belirgin hizipsel inanç ve sloganların kıskacında ve sınıfsal, sınıf karşıtı, ırkçı ve ulusal ideolojilerin sınırlamalarında kalmıştı. Öyle ki bir tür yeni skolâstik ortaya çıkmıştı. Ortaçağ’da dine yaptığı hizmetçilikten ve uşaklıktan kurtulan bilim, yeniçağda öğretinin hizmetine girmişti.
Bilimin bu dar ideolojik duvarlardan ve hizipsel söylemlerin kanıtlanması ve ırkçı, ulusal, siyasal, iktisadî ve benzeri akide üreticilerinin ve felsefe türeticilerinin isteklerinin açıklanması yükümlülüğünden kurtulması zorunluluğu, ustalıklı bir yanlış ile bilimi insana hizmet etmesi ve halkın bilinçlendirilip iyiye yönlendirilmesi ödevinden uzaklaştırabilecekleri ve bilim için bilim, yansız gerçekçilik, bağımsız araştırma, bilimsel tarafsızlık, araştırmacının taassuptan uzaklığı, peşin kabuller [prejugement] den sakınma, olay ve gerçeği araştırmada peşin yargı ve öncel inançlar taşımamak adına [ki son derece güvendirici ve akla uygun sloganlardır] bilimi, özellikle insanî bilimleri, özellikle de tarihi, toplumbilimi ve edebiyatı [ki dünya halk kitlelerinin aydınlatılması ve yönlendirilmesi gücünü, bütün bilim dallarından daha çok taşımaktaydılar] inziva ve uzlete çekebilecekleri çok uygun bir ortam oluşturdular. Bugünkü bilimin, artık fetva vermekten, çözüm yolu sunmaktan, değerler konusunda yargıda bulunmaktan, yön ve amaçları açıklayıp belirlemekten, inançları kanıtlamak ya da olumsuzlamaktan, çalışma planı yapmaktan, yol göstermekten, mevcut olguları eleştirmekten, istenilen durumu önermekten ya da öngörmekten sakındığını ve sadece olayları araştırıp çözümlemeyi, bilimsel bilinmezleri açığa çıkarmayı ve olgular arasındaki mantıksal ve neden-sonuç ilişkisini iş edindiğini söyleyerek bilimi toplum içinden ve insanların düşüncelerine ulaşmaktan uzaklaştırmışlar, mevcut durumun eleştirisine yardımcı olmaktan, hayatın güçlüklerinin giderilmesinden, gerektiği yönde toplumun yönlendirilmesinden, kara günlerin, gerilemenin ve genel cehaletin nedenlerini ortaya çıkarmada, geçmişteki ve şu anki bahtsızlıklarının nedenlerini ve toplumlarının yazgısını tanımada, ideal yargılarını yaratmada ve kendilerini biçimlendirmede insanlara yardımcı olmaktan aciz duruma getirmişlerdir. Böylece bilimi, amaçsızlık ve yansızlık adına [inzivalarında eylemsiz kalan ve sonuçta eylemsel olarak kötülerin, yağmacıların ve halkı aldatanların ekmeğine yağ süren derviş ve zâhitler gibi], hedefine ulaşmada insanı bilinçlendirme, aydınlatma, ona yol gösterip yardım etme yükümlülük ve sorumluluğundan uzaklaştırdılar. O zaman, insanın başından neler geçtiğini ve neler geçmekte olduğunu söylemeyen, ne yapması gerektiğinden, nasıl kurtulması gerektiğinden söz etmeyen bir toplumbilim ve tarih ortaya çıktı. [Tarafsız tarihçi ve sorumsuz toplumbilimci!] Bu ikisi, bilimsel ve insanı yükümlülüklerini bir yana atarak kayıtsız ve hedefsiz duruma geldiklerinde tarih oyuncularının oyuncağı, toplum zorbalarının aracı olduklarının bilincinde değildirler. Bilim, halka hizmetten ve insana olgunluk, bilinç ve kurtuluş bağışlama sorumluluğundan yan çizerse, ister istemez, halkın düşmanlarının hizmetine girer ve insanın gerilemesi, cehaleti, düşünsel ve toplumsal tutsaklığı yolunda koşuşturmaya başlar.
Gördüğümüz gibi günümüzün tabiî bilimleri, dünya gerçeğini araştırma yükümlülüğünü göz ardı etmiş ve Tanrı’yı ispat ya da inkârda bağımsız duruma gelmiştir, ama pratikte vahşilerin sermayedarlık ve zorbalık tasmasını boynuna takmıştır. Toplumbilimde artık ortaçağdaki imanın ve yeniçağdaki ideolojinin gürültü patırtısı yoktur, ama kapısı kapalı ders ve araştırma salonlarında hocaların ben duygularını doyurmakta ve öğrencilerin bilimsel uğraş zevklerini tatmin etmekte ya da gizli ve kara sömürü kurumlarında Batı halk kitlelerinin ve Doğu’nun yoksun uluslarının zillet, sapma ve yağmalanma yolunu yordamını göstermekte, sermaye ve güç sisteminde ruhun kirletilip öldürülmesi ve insanın gerilemesi için bilimsel planlar hazırlamakta olup bilimsel bir hal almıştır. Peşin kabulün ya da inanç taassubunun bilimsel araştırmaya zarar verdiğini kabul ediyorum. Çünkü önceden, gerçeğin ne olduğuna inanan bir bilim adamı araştırmacı olamaz. Araştırma, konuların gerçeği bulmak için incelenmesi, ayrıştırılması, çözümlenip ölçülmesi demektir çünkü. Araştırmaya başlamadan önce ruhun var ya da yok olduğuna inanan bir fizyolojist, gerçeğin hangisi olduğunu tam olarak anlayamaz. Bir kapitalist ya da komünist, tarihin gerçeği ve bilimsel devinimini ortaya çıkarmak için tarihin içine girdiğinde her ikisi de daha önceden taraf olduğu gerçeği keşfeder sonuçta.
Şu mantıklı hadis, aynı esası hem de çok şiddetli ve aşağılayıcı bir üslupla anlatmaktadır; “Kur’an’ı kendi reyince yorumlayan kişi, makatını ateşle doldurur.” Burada rey, peşin kabul [prejugement]ün ta kendisidir. Önsel inanç, araştırmacıyı bilinçli ya da bilinçsiz olarak Kur’an’ı yorumlama yerine değiştirmeye ve kendi inancıyla uyumlu kılmaya zorlar. Öyle ki Sünni olsun Şii olsun, filozof olsun, sufi olsun hepsinin nasıl başlamışlarsa öylece çıktıklarını görüyoruz Kur’an araştırmasından. İnançlarını Kur’an’dan alacakları yerde Kur’an onların inançlarının kanıtlanmasına araç olur böylelikle. Ama gülünç ve aynı zamanda da feci olan ise, inanç ve kişisel kanı demek olan rey’e akıl şeklinde anlam verilmesi ve kimsenin Kur’an’ı kendi aklıyla yorumlamaya hakkı olmadığı şeklinde bir sonuca varılmasıdır; sanki akıl dışında, anlamak için başka araç varmış gibi.
Bu nâkili de akıl aracılığıyla anlıyoruz biz. Bunlar, insanların Kur’an’ı anlamadığı şeklinde bir anlam çıkardılar ya da keşişlerin, İncil ve Tevrat’ı okuyup anlamayı kendi tekellerine aldıkları ve kutsal kitabın resmi ve ruhanî makamların yetkisi altında olması için çevrilmesini, yayımlanmasını ve başkalarının başvurmalarını engelledikleri ortaçağda olduğu gibi, bununla da Kur’an üzerinde düşünüp akletmeyi yasaklamakla Kur’an’ı, insanlar arasında sadece cismi bulunan, ruhu ve sesi ise bilinmez kalan kutsal, mübarek, gizemli, muammalı ve anlaşılmaz sözler, dualar ve sesler haline getirdiler. Sonuçtaysa şimdi bu mantıklı, bilimsel ve gerçekçi hadiste söylenilenin tam tersine Kur’an’ı akılla değil, rey ile yorumlamaktadırlar. “Bilim, inancın hizmetinde olmalıdır” ya da “inançtan bağımsız ve arı olmalıdır” [bilim inancın hizmetinde ya da bilim için bilim] şeklindeki iki görüşten birincisi, bilimi önceden var olan inançların açıklanıp te’vil edilmesine araç kılarken, ikincisi bilimi etkisiz ve değersiz kılmakta, tarafsızlık adına bir hedefe sürüklemekte, sonuçta bilimi halka ve topluma hizmetten azletmekte ve eylem açısından ya nötr duruma getirmekte ya da baskının, paranın ya da aldatmacaların hizmetine sokmaktadır. Ben, bu iki görüş arasında, hem onu köleliğe ve önceden sabit olan ya da sabit olması gerekli görülen şeyin ispatına sürüklemeyen, hem de onu kısırlaştırmayan, halkın yönlendirilmesi ve kurtuluşu, insanın gereksinimi, insan toplumuna hizmet, eleştiri, çözüm yolu sunma ve doğruyu yanlışı gösterme hedefinden uzaklaştırmayan ve üniversite köşelerine ya da güç sahiplerinin komplo ve çıkarlarının hizmetine sürmeyen üçüncü bir yol düşünüyorum. Bu yolu şöyle açıklayabilirim; Bilgin, araştırmadan önce inançtan bağımsız olmalı ve araştırmadan sonra inanca bağlanmalıdır. Araştırıcı, önceden kendini önsel inancının doğruluğunu kanıtlamayla kayıtlı kılmamalı, tersine araştırmacı değil, araştırma ona gerçeği göstermeli, sonra da kanıtlanmış bu gerçek, araştırıcı için inanç haline gelmelidir.
Gerçeği tanıdıktan sonra ona inanmalı ve kendisini kendi bilimsel bilincinin [araştırmacının, kendisi için kanıtladığı inancının] karşısında ve ayrıca halkın ve zamanın önünde sorumlu bilmelidir. Toplumbilimci, tarihçi ve insanbilimci, bu bilinecekleri kendisinin ve aynı inancı paylaşanların bilimsel olmayan, yüklenilmiş önsel inançlarını açıklamak ve ispat için araç kılmamalıdır. Ayrıca bu bilineceklerin kendilerini yeterli görmemeli, yani mevcut tarih, toplum ve insanın mantıksal irdeleme ve çözümlemesiyle, bilimsel açıklama ve nedensel anlatımıyla da yetinmemeli, gerçeği bulduktan sonra, yansız ve taassupsuz araştırmadan sonra olumlu ve olumsuz neden ve etkenleri de göstermelidir. Peygambercesine halka doğru yolu göstermeli, toplumun ya da sınıfın ya da insan türünün sefilliğinin, bahtsızlığının ve gerilemesinin nedenlerini -ki tarafsız araştırmayla bulmuştur- açıklamalı, irdeleme yolunu ve kurtuluş çaresini göstermelidir. Bilim adamı, bu yolda çabalayıp şu konuda mutaassıp olmalıdır; Ne inanç için bilim, ne de bilim için bilim. Tersine, doğruyu iletmek için gerçekle yükümlü olan bilim. Araştırmadan önce inanma, bilimin afeti ve halkın aldatıcısıdır. Araştırmadan sonraki inanmaysa; Budur bilim adamının yükümlülüğü ve peygamberce risaleti.
Kimileri tarihi hiç olarak bilirler. Bunlardan biriyse -ki tarihe asla inanmaz- Bay Napolyon’dur. Napolyon şöyle der; “Tarih, herkesin ittifak ettiği yalanlardan başka bir şey değildir.”
Hesapçı insanlar arasında da tarihe bir bilim olarak değil, bir sanat olarak bakanlar vardır. Imrinef, tarihin dağ, doğa, deniz ya da insan, toplum ve hayat vb. gibi özdeş bir gerçeklik değil, şiir olduğuna inanır.
Şiir, dış dünyada şairin keşfettiği bir gerçeklik değildir; şair çeşitli madde ve öğeleri kullanarak bir eser yaratır, yaratma işini gerçekleştirir. Olmayanı, yapar. Dolayısıyla tarih, tarihçinin söylediği bir şiirdir, dışarıda keşfettiği bir gerçeklik değil. Çünkü ben bir türlü söylerim, başkası başka türlü. Herkes istediği gibi yapabilir. Böyle düşünür İmirnof. Bu sözlerin benzerini de Romain Roland[4] daha ciddi bir biçimde söyler;
“Tarih, dağlık bir araziden ibaret olup başkaları gibi ben de planını yanımda bulundurduğum binanın yapımı için orada taş yontmaya koyuluyorum.” Yani geçmişe gidiyorum ve gönlüm ne istiyorsa, eğilim duyduğum şekle göre ondan bir şeyler seçip alıyorum, yontuyorum ve değiştiriyorum. Sonra da bu seçilmiş ve yontulmuş parçaları tarihi bir binada -ki onun ustası ve mimarı, ayrıca şekil ve stilini planlayan benim- kullanıyorum. Örneğin Büyük Fransa Devrimi Tarihi. Bu durumda Büyük Fransa Devrimi, tarihçinin anlattığı ve keşfettiği bir gerçeklik değil, tarihçinin yarattığı bir yapıttır. Büyük Fransa Devrimi, işte o dağlık bölge olup her tarihçi, gereksinimine, amacına, beğenisine, inancına ve yeteneğine bağlı olarak, istediği tarihi yapmak için orada taş yontmaya koyulur.
Oysa tarih felsefesi, tarihin, geçmişteki ayrı ayrı olaylardan ve kimi kişilikler, askeri güçler, kahramanlar ve fatihlerce yaratılan olgulardan oluştuğu inancında değildir. Tarihin, geçmişte depolanan ve bir düşünürün ya da bir yazarın, yetenek ve gereksinimine göre ondan bir şeyler alıp bir şeyler yaptığı ham ve şekilsiz materyallerden oluştuğuna ya da geçmişte baş gösteren rastlantılar dizgesi olduğuna da inanmaz tarih felsefesi.
Tam tersine, tarihi, sürekli bir akım olarak görür. Bu akım, insanlık hayatının başlangıcından bu yana, bilimsel zorunluluk yasası uyarınca, yani neden-sonuç yasasına göre hareket eder, olgunluk kazanır; çeşitli yol ve aşamaları zorunlu olarak ve öngörülen belirli noktalardan geçer. En sonunda kesin ve zorunlu olarak, önceden -tarihin hareket yasaları uyarınca- belirlenebilecek bir son noktaya ulaşır.
Bu durumuyla tarih, boy atıp gelişen bir fidanı, büyüyen bir civcivi andırmaktadır tam olarak. Bütün zaman boyunca devinim içinde olan yer küresi gibi tarih de doğal diri bir gerçekliktir. Öyleyse, bilimsel yasaya ve neden-sonuç esasına göre devinim ve değişim içinde olan tarih, onun bunun oyuncağı olmadığı gibi, rastlantısal, hedefsiz, mantıksız ve hesapsız da değildir.
Dolayısıyla, tarihin seyri bilimsel bir seyir olduğu için, bu seyrin içinde yer alan ben, tarihin hareket yasalarını tam olarak keşfedersem üç yüz yıl sonra toplumumun, insanlık toplum ya da toplumlarının yazgısının nereye sürükleneceğini tahmin edebilirim. Tıpkı tam ve kesin tahminde bulunabilen meteoroloji gibi. İran’da, merhum Enveri zamanından sayın Dr. Genci’ye dek olan sürede, tahminlerin yanlış çıktığını görüyorsan bu, hava yasalarını iyi tanıyamadıklarından ya da mevcut etken ve nedenlerin hepsini hesaba katmadıklarından kaynaklanmış olmalıdır. Yoksa hava yasalarını -ki neden sonuç yasalarından olup kesindirler- bilmekle, gelecekteki hava değişimleri, hava dalgasının alçalıp yükselişi, fırtınanın ve bulutun ortaya çıkışı ve yağmurun yağışı önceden tahmin edilebilir.
Tarihin hareket seyrini keşfettiğimizde, geleceğini de tahmin edebiliriz.
Bir kimse, bir tarih felsefesine, daha doğru söyleyişle, tarih bilimine inanabilir. Yine, tarihin bilimsel bir gerçeklik ve gerçekleşen değişmez bilimsel yasalara göre oluşan bir devinim olduğuna inanabilir. Dolayısıyla bu kimse, zaman boyunca insanın yaşantısının rastlantısal olmadığı, kişilerce oluşturulmadığı, onun bunun arzusuna bağlı bulunmadığı ve durağan ya da hareketli, gerileyici ya da ilerleyici olmadığı, tersine, mevcut belirleyici ve bilimsel yasalar uyarınca gerçekleşen bu hareketin tarih olduğu inancını taşıyabilir.
Buna göre tarih, kesin yasalar doğrultusunda zorunlu akış içerisinde bulunan bir sürekliliktir. Buysa, tarih felsefesine inanmak demektir. Ama nasıl hareket etmektedir? Hangi bilimsel yasalar uyarınca? Ne tahminde bulunulabilir? Onun hareketinin son durağı ve yazgısının sonu nedir ve nereden nereyedir? Bunların cevabı, özel bir öğretide özel bir tarih felsefesi oluşturur. Her öğretiyse ondan, başka türlü söz eder. Henüz tarih bilimi [herkesin görüş birliği taşıyacağı biçimde] keşfedilmediğinden, tarihi bir inanç öğretisi şeklinde söz konusu ediyor ve ona felsefe adını veriyoruz.
İdeoloji,[5] inançtan ve inancın tanınmasından ibarettir. Terim anlamındaysa insanın kendisi karşısında sınıfsal konumu, toplumsal temeli, ulusal durumu, dünyevî ve tarihsel takdiri ve bağlı olduğu toplumsal grup karşısında taşıdığı özel görüş ve bilinçtir ideoloji. İnsan onu açıklar, ona dayanarak özel sorumluluklar, çözüm yolları, yön belirlemeler, tavır almalar, amaçlar ve yargılar elde eder. Sonuçta da özel bir ahlâka, davranış biçimine ve özel bir değerler sistemine inanır. Yani taşıdığın dünya görüşü esasınca ve taşıdığın toplumbilim, insanbilim ve tarih felsefesi temellerine göre senin hayatla, kendinin kendinle, başkalarıyla ve dünyayla olan ilişkin konusundaki inancın nedir?
Nasıl yaşamalı, ne yapmalı? Ne tür bir toplum kurmalı, toplumsal bir düzeni ideal bir biçimde nasıl değiştirmeli ve herkesin, birey olarak, topluma karşı ne gibi bir sorumluluğu vardır? Ne tür çalışmaları, ne tür ilintileri, ne tür tutkuları, ne tür idealleri, ne tür gereksinimleri, ne tür inanç dayanakları, olumlu ve olumsuz ne tür değerleri, ne tür toplu davranışları, ne tür hayır ve şer temeli ve toplumsal kimliği vardır?
Buna göre ideoloji, insanın toplumsal, ulusal ve sınıfsal yönünü, aynı şekilde bireyin, toplumun ve insanlık hayatının değerler sistemini, yaşam biçimini ve ideal konumunu bütün boyutlarıyla yorumlayan, Nasılsın? Ne yapıyorsun? Ne yapmalı? Ve Ne olmalı? sorularını cevaplayan bir inançtır.
Ama dünya görüşü, insanbilim, toplumbilim, tarih felsefesi ve ideoloji, anlam ve kavram taşıdığında ve hayata ve harekete geçtiğinde bu öğreti de iki şey belirginleşir.
Ütopya, herkesin zihninde beslediği, gönlünde arzuladığı, insan toplumunun o şekilde biçimlenmesinin telaşında olduğu ideal bir toplumdur. Bütün felsefeler, dinler ve insanlar, zihinlerinde mutlaka bir ütopya taşırlar. Cennet, bir dinin zihninde Medine-i fazıladır. Eflatun’un ütopyası, çağının aristokrat ve düşünür Yunanlıları için Medine-i fazıladır.
Thomas More’un ‘Güneş Kenti’ ve ‘Tanrı Kenti’ vs. birer ütopyadır. Jean Isoulet’nin ‘Temiz Kent’i de öyle. Şia’nın, ahir zamanda gerçekleşeceğine inandığı ‘evrensel adalet toplumu’ da öyle.
Eski kitapların birçoğunda Cabulka ve Cabulsa gibi kentlerden söz edilmektedir. Bu kitaplarda anlatılan kent, hayallerinde yarattıkları ve insanların, yönetimin, dinin, siyasal kurumların, toplumsal ve ahlâkî tabakaların, iktisadın, toplumsal temellerin, düşüncenin, kültürün, çocukların ve öğretmenlerin hep gerektiği şekilde olduğu örnek bir kenttir.
Buna göre, ütopya üretmek -görünürde dediklerinin tersine- her idealist[6] insanın bireysel ve kesin gereksinimidir. Yani her insan bir amaç taşımaktadır. Buysa, üstün bir topluma sahip olma arzusunun her insanın yaratılışında, her toplumun vicdanında bulunduğunu göstermektedir. Bu da insanın yetkinlik arayış ruhunun tecellisidir.
Ama üstün toplum, bir öğretide artık hayalî bir toplum olmayıp ideal bir toplumdur. Bu, bir öğretinin ilkelerine göre temellendirilmelidir. Bu öğretiye inananlar, bu toplumda yaşamayı özgür ve ideal bir insanî yaşayış olarak görürler ve onun gerçekleşmesi için uğraş verirler.
Amaç toplum ya da üstün toplum, öğretiye inanan birey ya da topluluğun gereksinim duyduğu ve şu anki insan toplumunun o şekilde değişmesini istediği bir toplumun zihinsel ve inançsal betimlemesidir.
Aslında, hayali toplumların varlığı, insanın hep mevcut durumdan arzulanan duruma doğru devinim içinde olduğunun göstergesidir; ister hayali olsun, ister bilimsel olsun, ister Eflatun’un ütopyası olsun, isterse Marx’ın sınıfsız toplumu olsun.
Fakat bir öğretideki arzulanan toplum, bilimsel ve gizil olarak özdeş ve aynı zamanda o öğretinin ruh ve yönüyle uyumlu, bu öğretideki dünya görüşüne dayalı ve son hedefe ve bu öğretiye inanan insanın hayat felsefesine uygun bir toplumdur.
İdeal insan, bir arzudur. Bulunması gereken insan, olması gereken insandır ideal insan. Bu insanı Ariflerimiz de aramaktaydılar; o olmak ve ona ulaşmak uğraşındaydılar.
Tasavvuf ve özellikle de felsefe ve hikmet-i işrak kitaplarımızda [son derece açık anlamda ve belirgin ve somut özelliklerde] işaret edilen kâmil insan, kendi insanî yükseliş ve evriminin son noktasına ulaşmış, insanî miracın zirvesine varmış, şehvet bağından sıyrılmış ve insana özgü uçuşa nail olmuş bir insandır.
Faşizm, Süpermen’den söz etmektedir; Nietzsche ise, Tanrı’nın varisi olan insandan. Hegel de tarih felsefesinde kendisine özgü idealizme göre, mutlak idenin kendi evrim aşamalarını -öz bilinçte- geçtikten sonra üstün insanda mutlak öz bilincine ulaşan ve onun deyişiyle Tanrı’nın, o insanda kendi idealini tanıdığı bir geleceği öngörmektedir. 19. yüzyıl Alman ahlakî sosyalizmi [ki çoğunlukla Hegel’in toplumcu öğrencileri bu sosyalizme inanırlardı.], insanı ayıplanmış kılan, değiştiren, kendi gerçek ve yaratılışına yabancılaştıran burjuvazi ve zühtçülüğe [dünya düşkünlüğü ve ahiret düşkünlüğü] karşı savaşırken yaratılışın sağlıklı insanının, insan olan insanın, bütün yeteneklerini özgür ve sağlıklı olarak yetkinleştirmiş insanın arayışı içindeydiler. Hatta materyalizme dayanan ve aydınlarımızın anladığı kadarıyla insanı bir iktisadî hayvan olarak tanımlaması gereken Marksizm de “L’homme total”den söz etmektedir; Tam insan; gerici ve bozucu etkenler, iktisadî durum, sınıfsal düzen, insanlık dışı çalışma koşulları ve adaletsiz ve uygunsuz kurumlar aracılığıyla örselenmemiş, eksilmemiş, felç olmamış, parçalanmamış, bozulmamış, kendisini yitirmemiş, çarpılmamış, âline olmamış[7] bir insandır; para kulu, tek boyutlu, sömüren, sömürülen, efendi, köle, şehvet düşkünü, züht kulu, riyazetçi, amele, işsiz vs. olmayan, eksik değil tam olan, dosdoğru olan insandır.
Dolayısıyla, bütün öğretiler -ister maddi, ister irfanî olsun- kâmil ya da tam insan tipinden, arzulanan bir insandan, insandaki ideal bir örnekten zihinsel bir tasavvur taşırlar. Yoksa toplumsal felsefe, ahlâkî öğreti ve yaşama çizgisi, bir yön taşımadığı için anlamsız olurdu.
İnsanlık örneği, yön bağışlayan, hareketimize baskı yapan ve ona doğru adım atmamız ve o örneğe daha da yaklaşmamız için elimizi ve düşüncemizi çalışmaya zorlayan bir örnektir. İnsan türünden, aşkın bir tipi tanımaksızın ve ideal bir örneğe sahip olmaksızın insan bireyleri eğitilemez. Gizil insanı bilmeliyiz ki böylece ona ileri teknik ve gelişkin yeni eğitim ve öğretim bilimiyle yaşayan insanlıkta gerçeklik kazandıralım.
Eğitim, insanın olması, yani onun o ideal tipe yaklaştırılması demektir. İnsanın olmasını -yani eğitim ve öğretimi- üstlenen kişiye “Bireyden ne yaratmak istiyorsun?” diye sorup “Bu bizimle ilgili değil. Beyninin altüst oluşuna acımak gerek. Çünkü çok sarsıldı.” diye cevap alırsak, “Sen, insanı şu anki durumundan başka bir duruma getirmeye çalışıyorsun. Senin için ideal olan o durum nedir? O, olması gereken insan olmalı değil mi? Hiç kuşkusuz. Öyleyse o nedir?” deriz.
Buna karşılık şunu söyler; “Biz, eğitim ve öğretim uzmanı ve sorumlusuyuz. Başkası bizimle ilgili değildir. Bu felsefedir, idealizmdir, dindir.”
Öyleyse ne yapmak istiyorsun sayın yapıcı?
Böyle bir eğitim ve öğretim uzmanı, yüzlerce marangozluk gerecini, çeşit çeşit kıymetli keresteleri toplayan ve yoğun bir titizlik, dikkat ve ustalıkla işiyle ilgilenen ve ölçüp kesip yontan marangoza benzemektedir tıpkı. Bu marangoza “Ne yapmak istiyorsun?” diye sorduğumuzda “Bunu düşünmedim. Ben idealist değilim, gerçekçiyim; yani her şey olduğu gibidir. Çalışma masası yapıyorum; hem de son teknolojik buluşların ışığında, en modern teknoloji araçlarıyla.” diye cevap verir. Kabul, ama bu masanın başında kimin çalışacağını ve ne iş yapacağını anlamalı değil misin?
İnsani değerler sistemini, zihnimizdeki ideal insan -inandığımız aşkın insanın ideal tipi-belirlemektedir. Olması gereken ama bulunmayan örnek bir insan, örnek bir model... Eğitim ve öğretim, çalışma ve çabalamaların bütün hedefi, insanlığı nesilden nesile ona daha benzer kılmaktır.
Bu yüzden her öğreti, insan ortamında, aşkın insandan ideal bir betimleme sunmalıdır. Yoksa tüm çabaları anlamsız, hareketi hedefsiz olacaktır. Şimdi zihninize şu soru nabzımı tutmak bakımından gelebilir. Bu olan, yine de hem toplum, hem de insan için standart mıdır? Yerinde bir soru; buracıkta gündeme getirilmesi gerektiği anlamında. Çünkü ideal örnek, şu anki insanın ya da toplumun korunması ve kalıplaştırılması değildir. Hatta tam tersine, hedefli, kendi yüce düşünsel ve ideal örneklerine doğru giden insan ya da toplum, kendi seyri içerisinde klişeleşmiş kuralları, değişmez kalıpları alaşağı etmekte, kırmaktadır hep. İdeal toplum ve insan, sabitleşme şeklini değil hareket yönünü belirleyen bir cazibedir.
Durağanlık etkenlerini ve alıkoyucu nedenleri ortadan kaldıran, hareket etkenidir. Standartlar, insanı daha önce yapılmış boyutlar ve kalıplar içine döküp dondurarak korumakta ve “böyle ol” demektedir. Amaç peşinde olma ve idealcilikse onu bu biçimlerden kurtararak her dönem ve devinime atmakta ve denize, o mutlak sonsuzluğa sürmektedir. Bu yüzden sözlerimin başında, üretilmiş ve değişmez kurallar belirlemeye inanmadığım ölçüde, kayıtsızlığı, başıboşluğu ve sorumsuzluğu da düşünmediğimi ve kayıtsızlık ya da kayıtlılık yerine, yönü seçmek gerektiğini; olma şeklini ya da şekilsiz olmayı değil, sürekli bir evrimsel oluşu, süreğen bir hareket ve hicreti seçmek; bir yere varmayı değil, bir yöne gitmeyi seçmek gerektiğini söyledim.
Buna göre, bir öğretinin planı aşağıdaki gibidir;
1- Dünya görüşü [öğretinin altyapısı],
2- İnsanbilim,
3-Tarih felsefesi,
4- Toplumbilim [üç esas temel],
5- İdeoloji,
6- Amaç toplum,
7- Amaç insan [1 numaralı şekil].
Bu esas üzerine, şimdi bu ilkeleri açıklama gereği duymaksızın kendi düşünsel şemamı, benim inanç öğretimin tam şekli ve sistemi olan şemayı çizebilirim.
[1] Bu iki terimi kimi aceleci [!] [muzdarip] aydınlar, toplumbilimdeki yaygın anlamıyla almışlardı ki Farsçada o anlamla sınırlı kalmıştır. Sonra bana alimce bir eleştiri yöneltip şöyle buyurmuşlardı: Altyapı, dünya görüşü değil, iktisattır! Onların eleştiriye olan eğilimlerinin şiddeti, burada toplumsal sistemden değil, inanç sisteminden söz edildiğini düşünmelerine olanak vermemiştir.
[2] Çoğunlukla felsefi rubai ve şiirler, dünya görüşünün yansımasını ortaya koyar ve temellendirir; onun üstyapısı, mantıklı ve ilintili sonucu olan ikinci yarısı ise ideolojidir. Kur'an’da "O'na yönelenden başka her şey yok olucudur," [Kasas, 88] hükmü, ilahi bir dünya görüşünü açıklar, Sonuçta insan ve yalnızca onun yanında yer alan ölümsüzdür. Bundan başka her şey boştur, yok olucudur. [Ayet meali yazara aittir, Çev.]
[3] "Dünya görüşü" bizim, dünya ile ilgili felsefi bakış açımız ve itikadi yorumlama ve algılama biçimimizdir; bilginlerin varlık ya da doğa ile ilgili fiziksel kuramı değil. Laplece, Galileo, Kopernik, Newton, Einstein ve Palanek'ın söyledikleri değil, Sartre ya da papanın ve Brehmen’in dünyadan anladıkları şeydir. "Dünya bilimi" değil, "dünya görüşü".
[4] Romain Rolland [1866-1944], Fransa'nın oldukça iyi yazarlarından olup biyografi alanında uzmandır. Sözlerimin başında söylediğim gibi, İran'da biyografi yazarlığı önemsizdir. Çünkü bireyin hal şerhi bir değer taşımaz. Biyografi yazmaktan herkes kaçınmıştır İran'da. Avrupa'daysa tersine, oldukça yaygındır. Çünkü şahsiyete tapma yaygındır. Her zaman bir şahsiyete ya da şahsiyetlere tapınırlar; kimi zaman dinî şahsiyetlere kimi zaman düşünce, kimi zaman bilim şahsiyetlerine, kimi zaman milli, kimi zaman tarihsel, kimi zaman da düşünsel şahsiyetlere tapınırlar. Kimi zaman ise kız erkek binlerce genç; Orli havaalanında sabaha dek bütün geceyi Elvis Presley'i özlemle bekleyerek geçirir; tıpkı putperestlerin putları karşısındaki durumları gibi.
[5] İran aydınları, çoğunlukla ideolojinin sınıfsal olması gerektiğini sanırlar oysa böyle değildir. Bir ideoloji, dini ya da ulusal olabilir. Alman İdeolojisi adlı kitap, ideolojinin bir millete de dayandırılabileceğine tanıklık etmektedir.
[6] Burada ideal ve idealizm, hayalperestlik ya da zihnin esas oluşuna ve düşüncenin özdeş gerçeklikten öncelikli oluşuna inanmak anlamında olmayıp hedef ve sona inanmak ve amaç taşımak anlamındadır. Sürekli olarak bugünden ve mevcut gerçeklikten geçerek son hedefe doğru giden bir kimse, evrime, ilerleyen devinime, amaca ulaşmaya ya da nihai yaratmaya, nihai amaca, mutlak gerçeğe, tarihin sonunda yüce amaçların gerçekleşeceğine ve "var olan her şeyin sonu olacağına da inanmalıdır. Böyle bir kimsenin ideali bulunmalıdır. İşte bu, idealisttir. Dolayısıyla idealist, burada, amaç peşinde olan, bulunduğu konumda duraklayıp kalmayan, olması gerekene doğru ilerleyen ve onu "bulmak" ya da "yaratmak telaşında olan insan demektir.
[7] "Alinasyon" konusunda bilgi edinmek için Meşhed Edebiyat Fakültesinde verilen "Medeniyet Tarihi" derslerine, "Ronermend" dergisinin 2. sayısında Sartre’ın “Şiir Nedir?” başlıklı yazısının girişine, Tahran Saİıayi Fakültesinde verdiğim “Alinasyon” başlıklı konferansa, İrşad'da verdiğim "Ali İnsanı Temâm" başlıklı konferansa ve sayın Dr. İnayet'in “Cihanı ez Hod Bigâne" [Kendine Yabancı Bir Dünya] adlı değerli kitabındaki ilgili makaleye bakınız.