Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-2
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-2

DÜNYA GÖRÜŞÜ; TEVHİD

 

Benim[1] dünya görüşüm tevhidden ibarettir. El­bette bir inanç olarak tevhid, bütün muvahhidlerin it­tifak ettiği bir konudur; ama burada bir dünya görüşü olarak söz ediyorum tevhidden. Benim görüşüm ve tevhidi dünya görüşünden amacım, bütün dünyanın, dünya ve ahirete, fizik ve fizikötesine, madde ve manaya, ruh ve cisme ayrılarak değil, tek vahdet olarak algılan­masıdır. Yani tüm varlığın, tek bir küll, tek irade, akıl, duygu ve hedef taşıyan, diri ve şuurlu tek bir gövde ola­rak algılanmasını amaçlıyorum. Çokları inanmaktadır­lar tevhide, ama sadece bir dinî/felsefî görüş olarak; Al­lah birdir; birden çok değildir. Sadece bu kadar, fazlası yok. Ama ben tevhidi, bir dünya görüşü olarak anlıyo­rum ve İslam’ın onu bu kavramla söz konusu ettiğine inanıyorum. Aynı biçimde, şirke de aynı açıdan bakıyo­rum. Şu anlamda ki şirk de bir dünya görüşüdür; dünya­nın ayrılıklar, çelişkiler, uyumsuz kutuplar taşıyan, bir­birine uymayan devinimler, ayrı ayrı ve bağıntısız özler, eğilimler, hesaplar, ilkeler, hedefler ve iradelerle dolu düzensiz bir dizge olarak algılanmasıdır. Tevhid, dünya­yı bir imparatorluk olarak görür, şirkse bir feodalizm ola­rak.

 

Bu algılayış ile materyalizm ya da natüralizm ara­sındaki fark şudur; Ben dünyayı diri, iradeli, özbilinçli, ideal ve hedef sahibi bir varlık olarak kabul ediyorum. Dolayısıyla varlık, hayat, irade, duygu ve amaç taşıyan uyumlu bir düzenle diri bir varlıktır, tıpkı mutlak büyük bir insan gibi [dünyaya benzeyen ama eksik, küçük ve göreli insanın tersine]. Yani irade, yaratıcılık ve hedef, sahibi bir insanı, mutlak derecesine değin tüm boyutla­rında örnek şeklinde genişletirsek dünyaya ulaşmış oluruz. İnsan ve Tanrı ilişkisi, fizik ve fizikötesi ilişkisi, Tanrı ve doğa ilişkisi -ki bu söyleyişleri kullanmaktan hoşlanmıyorum- aydınlığın yanan lamba ile ilişkisidir; insan bireyinin bilinciyle gövdesinin ilişkisidir.[2] Bilinç gövdeden ayrı değildir, bilinç gövdenin bir parçası değil­dir, gövdenin kendisi değildir. Gövdeye yabancı değildir ve aynı zamanda, bilinçsiz bir gövde kokuşmuş bir leştir. Böyle değil mi? Dolayısıyla ben, vahdet-i vücud [Pant­heisme]a, çokluk [politheisrne]a, teslis [trinite]e ve ikiciliğe [dualisme] değil, ancak tevhide inanırım. Tev­hid, dünyayla ilgili özel bir algılamadır. Tevhidi dünya görüşü, varlıkta külli bir birliği gösterir. Birbirinden ay­rı üç temel arasında birlik; Tanrı, doğa ve insan.[3] Çünkü kaynak birdir, hepsinin tek yönü vardır ve hepsi tek bir irade ve ruhla hareket ve hayat taşımaktadır.

 

Bu dünya görüşünde varlık iki itibarî yöne ayrıl­maktadır;

 

Gayb ve Şehadet; yani bugünkü söyleyişle duyumsanan ve duyumsanmayan ya da daha açık anla­mıyla, inceleme, bakma ve tecrübemizden [ve sonuçta bi­limden] uzak olan ve duyusal kavrayışımıza gizli olan şey ile ortada olan ve görülen şey. Bu ise bir tür ikicilik ya da ikilik değil, İnsana ve onun bilgiyle olan ilişkisine oranla göreli bir bölümlemedir. Dolayısıyla gayb ve şeha­det şeklinde yapılan bir bölümleme, gerçekte kozmolojik [evrenbilimsel] değil epistemolojik bir konudur. Bu, mantıklı bir bölümleme olup bilim de bunu benimsemek­le kalmaz, böyle bir bölümlemeyi kullanır.

 

Einstein, maddenin esas oluşuna, fizik dünyanın ilk ve temel taşı olarak inanan ve enerjiyi maddenin değiş­miş ve artık şekli sanan materyalistlere ve bunun tersi­ne, enerjiyi esas ezeli kaynak ve maddeyi de onun değiş­miş ve sıkıştırılmış şekli sanan erkeci [energetist]lere karşı şunu duyurmaktadır; Karanlık oda deneyi, madde ve enerjiden hiçbirinin varlık dünyasının temel özü ol­madığını göstermektedir. Hatta bu ikisi birbirlerine öyle dönüşürler ki bu dönüşüm, her ikisinin de tanınmaz ve görülmez bir özün birbiri ardınca gelen görünümleri ol­duğunu, bu özün, kimi zaman madde şeklinde, kimi za­man da enerji şeklinde görünüm kazandığını, kendini bu iki şekilde gösterdiğini ve fizik biliminin, o duyumsana­maz varlığın sadece bu iki görünümüyle ilgisi olabile­ceğini gösterdiğini ortaya koymaktadır.

 

Tevhidi dünya görüşünde doğa, yani şehadet âlemi, ayetler ve sünnetler dizgesinden ibarettir.

 

Ayet kelimesinin seçimi, son derece derin ve şaşır­tıcı doğal olguları anlatmak içindir. Deniz, ağaç, gece, gündüz, yer, güneş, deprem, ölüm, hastalık, olay, yasa ve hatta insanın kendisi birer ayettir. Aynı zamanda ayet ve Allah, birbirinden ayrı ve uyumsuz iki temel, iki öz, iki dünya ve iki kutup değildir. Ayet, belirti ve işa­ret anlamındadır; tezahür demektir. Bu terimle eş an­lamlı fenomen terimi, sadece fizik biliminde değil, öteki bilimlerde de bugün, duyular dünyasındaki her şeyi ad­landırmada kullanılmaktadır; Fenomen, Farsçaya pedide ya da pedipar[4] Arapçaya da zahire şeklinde çevrilmiştir.

 

Görüngü ya da görüngübilim,[5] genel anlamda şu esasa dayanmaktadır; Mutlak, gerçek, gerçekliğin teme­li, dünyanın, doğanın ve maddenin esas özü, bizim asla ele geçiremeyeceğimiz şeylerdir. Var olan, duyumsanabi­len, bilimsel olarak tanıyabileceğimiz, deneyebileceği­miz ve araştırabileceğimiz şey, duyumsanamayan gaybî bir asıl gerçeğin dışsal ve duyumsanabilen görünüşleri, belirtileri ve görünümleridir. Öyleyse fizik, kimya, ruh­bilimi, dünya ve ruh gerçeğini sadece bu duyumsanabi­len görüngü ve belirtilerini inceleyip çözümlemekte ve sonuçta da tanıyabilmektedir. Bu durumda bilim, varlı­ğın belirtilerinden izlerinden ve görüngülerinden söz et­mektedir. Çünkü bizce duyumsanabilen doğa, bu belirti ve görüngülerin oluşturduğu dizgedir.

 

Bütün dinî, bilimsel ve felsefî kitaplar arasında, do­ğadaki şeyleri ve bütün gerçeklikleri ve devinimleri ayet diye adlandıran sadece Kur’an’dır. Elbette İslam tasavvufunda ve ayrıca Doğu vahdet-i vücudunda maddi âlem, Tanrı’nın ya da gerçek varlığın kendisi olan mut­lak gerçekliğin uçsuz bucaksız, şekilsiz ve renksiz okya­nusunun yüzeyinde oluşan dalgalar ve köpükler olarak kabul edilmektedir. Ya da idealizmde ve dinî, ahlakî fel­sefelerde, maddi doğayı Tanrı ve insana ters düşen aşağı­lık ve değersiz şeyler ve olaylardan oluşan bir dizge ola­rak algılamaktadırlar. Oysa Kur’an anlatımında ayetlere büyük bir bilimsel değer verilmekte, ayetler aldatmaca­ları ve gerçeği örten örtüler değil, tersine gerçeğin belirti­leri olarak algılanmakta olup onları görmemek ve bir ya­na atmamakla değil onlar üzerinde ciddi ve bilimsel ola­rak düşünmek ve onları tanımakla gerçeğe ulaşılabileceği belirtilmektedir.

 

Ayetleri, yani dünya görünümlerini bu tarzda algıla­manın eski irfanın değil yeni bilimin algılayışına daha yakın olduğunu görüyoruz. Sufiyane vahdet-i vücud değil, çözümlemeli bilimsel ve ‘tevhid-i vücud’dur bu. Tevhidde, çokluğun, çeşitliliğin ve çelişkinin ne varlıkta, ne tarihte, ne toplumda, hatta ne de insanın kendisinde kabul edilmesi olanaksızdır.

 

Tevhid budur; sonuçta tevhid, fiziğin fizik ötesiyle, insanın doğayla, insanın insanla, Tanrı’nın dünya ve in­sanla birliğini yorumlayıp açıklamakta ve hepsini uyum­lu, diri ve özbilinçli tek bir tümel kurumda betimlemek­tedir.[6]

 

Tevhidi altyapının dünyada çelişki ve ayrılığı kabul edemeyeceğini söylemiştim. Dolayısıyla varlığın çelişki­si, insan ve doğanın, ruh ve cismin, dünya ve ahiretin, madde ve mananın çelişkisi, aynı şekilde hukuksal, sı­nıfsal, toplumsal, siyasal ve ulusal çelişki, toprak kan ve soy sop çelişkisi, tevhidi dünya görüşünde bulunmayan nesnelerdir. Çünkü tevhid, varlığa birlik gözüyle bak­mak demektir.

 

Fizik ile fizikötesi, madde ile mana, bu dünya ile öte dünya, duyulan ile duyulmayan, ruh ile cisim, akıl ile iş­rak, bilim ile din, din bilimleri ile tabiî bilimler, halk için çalışma ile Allah için çalışma, siyaset ile din, mantık ile aşk, ekmek ile tapınma, takva ile yükümlülük, geçim ile yaratıcıya dönüş ve dünya ile ahiret çelişkisi, efendi ile raiyet, hâkim ile mahkûm, kara ile ak, aristokrat ile alt sınıf, ruhanî olan ile olmayan, Doğulu ile Batılı, mutlu ile mutsuz, aydınlık ile karanlık, iyilik özü ile kötülük özü, Yunanlı ile Berber, Arap ile Acem, İranlı olanla olmayan, sermayedar ile proleter, havas ile avam, âlim ile halktan kişi vs. arasındaki çelişkide olduğu gibi şirk dünya görü­şüyle, yani ikicilik [iki parça görmek], teslis [üç parça görmek] ve çok parça görmekle uyumludur, tek parça görmek demek olan tevhidle değil. Bu yüzden, şirk dün­ya görüşü, toplumsal, sosyal ve sınıfsal şirkin alt yapısı­nı oluşturmuştur hep. Yaratıcının çokluğu ise, yaratı­lanların çokluğunun açıklayıcısı, kutsayıcısı, ezeli ve ebedi olarak göstericisi olagelmiştir şirkte.[7] Tanrıların çelişkisi de insanların çelişkisini doğal ve tanrısal göstermiştir bu dünya görüşünde. Tevhid ise bütün şirk­leri olumsuzlamaktadır. Tevhidde zerrelerin tümü ve varlığın bütün devinim ve görünümleri uyum içerisinde yürümekte ve tek bir yöne doğru akıp gitmektedir. O yö­ne yönelmeyense yok olucudur.

 

İnsanın bütün toplumsal güçlere olan bağımlılığının olumsuzlanması ve insanın tüm boyutlarda kendine öz­gü bağıntısının bilinçle ve varlığa egemen olan iradeyle olması, tevhidi dünya görüşünün dayanağı, tüm yön ve amacı, inancı ve gereksinim duyduğu yan ile birlikte bir odak noktası olup dünyadaki tüm devinimler o tek mih­verin çevresinde dönmektedirler; bütün zerreler, bütün kâinat her noktanın merkeze kadarki ışığının eşit oldu­ğu bir dairede devinim içindedirler. Bu ise, varlığın manevi ve güçlü merkezidir; yani varlığın gövdesine ege­men olan salt irade, salt bilinç ve salt güçtür. Yer, insan, Kâbe, tavaf da toplam olarak dünyanın gerçek cisimleni­şi olup bu anlama gerçeklik bağışlamakta ve dünya görü­şünden gerçek bir görünüm sunmaktadır.

 

Tevhidi dünya görüşünde insan, sadece tek bir güç­ten korkar, sadece tek yargıcın önünde sorumludur, sa­dece bir tek kıbleye yönelir ve sadece tek bir ele ve odağa çevirir bakışını, hepsi bu. Bunun karşıt kavramıysa şu­dur; ondan başka her şey hiçtir, boştur; tüm farklı yöne­lişler ve uğraşlar, rengârenk korkular, tamahlar ve da­yanaklar anlamsızdır, yararsızdır, başıboşluk demektir.

 

Bu yüzden tevhid, bireye bağımsızlık ve yücelik ba­ğışlar. Sadece onun -ki varlığın hâkimidir- karşısında teslim olmak, insanı korku ve açgözlülüğün alçaltıcı bağları ve yalancı güçler karşısında başkaldırıya zorla­maktadır.[8]

 

İNSANBİLİM; ÂDEM’İN YARATILIŞI

 

[Çelişki; Allah-İblis, Ruh-Balçık]

 

Kur’an’ın diliyle konuşuyorum. Çünkü en derin ve en ileri hümanizmi Âdem ve onun yaratılış kıssasında bulunuşumdur. Âdem, İnsan türünün tezahürüdür. İnsanın, biyolojik anlamda değil felsefî anlamda insanın türsel gerçeğidir. Kur’an, insandan biyolojik anlamda söz etti­ğinde, tam olarak tabiî bilimlerin diliyle konuşur; Nutfeden, pıhtıdan, ceninden vb. söz eder. Fakat Âdem’in yaratılışında ise anlam, gizem ve felsefe dolu bir müteşabi­hin dili vardır. İnsanın yaratılışının, yani onun manevi gerçeği ve yazgısının, türsel niteliklerinin Âdem’in yara­tılışında bir formülü vardır;

 

Allah’ın Ruhu+Kokuşmuş Balçık=İnsan.

 

Kokuşmuş balçık ve Allah’ın ruhu, iki remiz ve iki sembolik işarettir. İnsan, gerçekte ne kokuşmuş balçık­tan yapılmıştır, ne de Allah’ın ruhundan. Tersine birin­cisi, mutlak aşağılığı, yerinde saymayı ve duraklamayı göstermektedir. Ötekisiyse sonsuz ilerlemeyi ve bitimsiz yüceliği anlatmakta olup insan dilinde bu anlamı tam olarak ortaya koymak için Allah’ın ruhundan daha iyi bir bileşim bulunamaz.

 

Kur’an’ın sözü [İnsan, Allah’ın ruhundan ve ko­kuşmuş balçıktan terkip olmuştur] İki Sonsuz [Deux Infinis] adlı eserinde Pascal’ın yaptığı yorumla aynı anlamı taşımaktadır. Pascal, orada şöyle söylemektedir; “İnsan, iki sonsuz arasında bir varlıktır; sonsuz aşağılık ve güçsüz ile sonsuz yüce ve görkemli arasında...”

 

Fakat her ikisi de aynı gerçeği anlatmakla birlikte Kur’an’ın söyleyişiyle Pascal’ın söyleyişi arasında ol­dukça büyük bir mesafe vardır; Allah ile Pascal arasın­daki mesafe kadar.

 

İnsani durum [situation humaine] -varoluşçulu­ğun dayandığı şey- da insanın fıtratı gibi, ikili bileşimine ve yaratılışının çelişkisine dayanan başka bir açıklama­dır. Kur’an’dan anlaşıldığına göre insan, iki çelişik kutup olan Allah-Şeytan kutupları arasında bir konumda bu­lunan bağımsız ve sorumlu bir iradedir. Bu iki çelişiğin bir araya gelmesi -ki onun hem yazgısıdır, hem sergüzeş­tidir- onda hareketi, evrimsel-cebrî ve diyalektik bir hareketi ve insanın özünde ve yaşayışında çelişik iki kutup arasındaki sürekli savaşımı yaratır.

 

İkili ve çelişik Tanrı-Şeytan ya da ruh-balçık bi­leşimi [ki insan bu ikisinin toplamıdır], insanın diyalek­tik bir gerçeklik olduğunu söylemek ister.[9]

 

Allah ya da Allah’ın ruhu -ki mutlak ve sonsuz temiz­lik, yücelik, güzellik, görkem, güç, yaratıcılık, bilinç, gör­me, bilme, sevgi, rahmet, irade, özgürlük, bağımsızlık, egemenlik ve ölümsüzlüktür- insanda, onu doruğa doğru çeken, göğün görkemine, göksel miraca, Allah’ın ahlakıyla donanmaya sürükleyen bir yeti ve çekimdir. Oraya kadar ki insan, doğanın bütün gizlerinin bilincin­de olacak bir bilgiye ulaşır; maddi ve manevi bütün güç­lerin, yerin ve göğün, güneşin ve ayın, hatta Allah’ın me­leklerinin -Allah’a en yakın melekler de dâhil- onun kar­şısında teslim bayrağını çekerek yere kapandıkları, dün­ya saltanatına dayalı bir varlıktır; tanrımsı bir kuldur. Bilinçli, gören, yaratan, yargılayan, bilen, hikmetli, mü­debbir, temiz ve yüce bir iradedir. Yeryüzünde Allah’ın emanetçisi, cennetteyse ölümsüz bir yaratık olan bir ira­dedir o.

 

Niçin? Nasıl? Ondan bir yarı parçadır; Allah’ın ruhu­dur. Bu ise onu yücelmeye, evrime, ‘mutlak’a, Allah’la, ilahî doğa ve yaratılışa doğru kanatlandırılan, devinim ve yücelişe doğru sürükleyen tezdir. Ne var ki birincisiy­le çelişen güçlü bir etken de onu çökeltileşmeye, donuk­laşmaya, duraklamaya, ölüme, aşağılığa, çirkinliğe ve kokuşmaya çekmek ister. Böylece, tanrısal bir ruh taşı­yan ve sel gibi çağlayıp coşarak akan, önündeki pislikleri süpüren, kırıp döken ve yolunda yeşillikler, mutluluklar, bahçeler ve güzellikler filizlendiren, tüm bunları, denize, mutlak saf ebediliğe ulaşmak. İçin yapan insanın, sel su­yunun dibine çöken, dibe oturup kalan, pekişip sertle­şen, yarılan, testicilerin çamuru gibi [salsal ke’l-fahhar] yeri kaplayan, kaynakları tıkayan, tohumları altına alan, yeşilliklerin üzerine çöken ve üzerinde hiçbir ot bit­meyen lığ gibi, deviniminden geri durmasını, durağan­laşmasını, tarla yerine balçıklık, deniz yerine bataklık olmasını, hareket yerine duraklama, hayat yerine ölüm, Allah’ın ruhu yerine kokuşmuş balçık ve taşlaşmış lığ ol­masını sağlamaya çabalar. Bu ise, tezi reddeden, çürüt­mek isteyen, insanı tezin karşıtı bir yöne sürmeye ça­balayan antitez [tezin karşıtı]dir.

 

Bu iki çelişiğin bir araya gelmesiyle savaşım ve devi­nim ortaya çıkar. Sonuçta da evrim, bu ikisinin sonuç ve bileşimi [sentez]dir.

 

Allah’ın ruhu ile kokuşmuş balçık arasında iki sonsuz arasındaki kadar uzaklık vardır. İnsan ise bu ikisi arasında seçim yapması gereken bir ikircik, bir sallantı, bir özgür iradedir. Balçığın içinde, sertleşmiş lığların altında, ruhu, Allah’ın ruhunu seçmek ne kadar da zor ve ağırdır. O yanda, üstünün en üstünü, hayal edilebilenden daha yüce ve büyük olan sonsuz ve mutlak yetkinlik, güzellik, gerçek, güç, bilinç ve irade bulunmaktadır [ahiret]. Bu yanda da aşağının en aşağısı, mutlak ve sonsuz eksiklik, çirkinlik, yanlışlık, güçsüz­lük, bilgisizlik ve tutsaklık, hayal edilebilenden daha aşağı, daha çirkin, daha bencildir [dünya].

 

Böyle olduğunu görüyoruz bunun. Ruhun görkemi, yücelik, güzellik, bilinç, iyilik, temizlik, inanç, fedakârlık ve yaratılış saflığı bakımından insan zihnini şaşkınlığa düşüren, hiçbir maddi ve gaybî varlığın, me­lek ve perinin sahip olamadığı yerlere yükselmiş insan­lar tanıyoruz. Pislikte, alçaklıkta, zaafta, çirkinlikte, korkaklıkta, canilikte, hiçbir canlının, hiçbir mikrobun ve hiçbir şeytanın, tozlarına bile yetişemeyeceği insanlar görüyoruz. Çünkü pislikte, çirkinlikte ve kötülükte de insan, yetkinlik, özgürlük ve güzellikte olduğu gibi bi­timsizlik sahibidir. Şu anlamda ki bir ucu Tanrı’dır, bir ucu şeytan. İki aksa [uç] da iki mutlak olanak. İnsan sonsuz sayıda aşağı ile sonsuz yücenin bulunabilece­ği bir caddedir. Bu cadde, varlık alanında çekilmiş bir çizgidir. Her şeyin içinden geçmektedir. İnsan ise ‘so­rumlu bağımsız irade’dir. O, hem seçmek durumunda olan irade, hem de seçilmek durumunda olan mu­raddır. Brahmanizm’deki söyleyişiyle; Hem yolcu, hem yol, hem de gitmektir. Kendi balçıksal ben­liğinden, tanrısal benliğine doğru sürekli bir hicret içindedir insan. İnsan, bu özlerin bir araya gelişi, diya­lektik varlık ve ikili[10] bir acubedir. Tanrı ise burada, yani insanın özünde, insanın hayat yolunda bir sonsuz yön anlamına gelir. Aynı biçimde balçık ve çamur da bu anla­ma gelir.[11] Yoksa insanın gerçek yapısı, onda bugün gör­düğümüz ve bilimin sözünü ettiği, tanıdığı ve tanıyabil­diği şeydir.

 

Kur’an da onun yaratılış ve yapısını bilimsel [felsefî değil] bir anlatımla tekrar tekrar ortaya koymuştur. On­da Allah’ın zatından hiçbir unsur yoktur; olmayacaktır da. Allah, onda, Allah’a doğru -mutlak öze ve bitimsiz ol­gunluğa- varan bir yöne gitmek için bir yetenek ve ola­nak anlamındadır.

 

Bu yüzden, şu derin anlamlar taşıyan, “Biz Allah’tanız ve ona dönücüleriz.” sözünü ben yaygın tefsirlerin anlamlandırdığı gibi anlamlandırmıyorum. Bundan ölüm ve kabir şeklinde bir anlam çıkarır söz konusu tefsirler. Sanki kabre düştüğümüz andan başla­yarak Allah’ın iradesi altında olmaktayız ve Allah’ın me­murları bizi bu dünyadan -ki bizim malımızdır- alıp nak­let-mektedirler. Ayrıca vahdet-i vücutçuların verdiği şu anlamı da vermiyorum; İnsan, Allah’ın öz zatına hulul etmekte [geçmekte] ve denizde bulunan ve dağıldığında deniz haline gelen köpük gibi kendinde fani ve Allah’ta baki olmaktadır. Bu ayette fîh [onda] değil ileyh [ona] denildiğini görüyoruz. Yani onda değil, ona doğru dö­neriz. İnsanın evrim yönünden, yani sonsuz olgun­luktan söz edilmektedir.

 

İnsan, bu diyalektik olgu, sahip olduğu çelişik ikili yapı nedeniyle zorunlu olarak hareket konumundadır; çelişme ve savaşım alanı onun kendisidir. İki güç ara­sındaki bu savaşım, ondaki sürekli evrimi gerçekleştirir.

 

Bu hareket, balçıktan Allah’a doğrudur. Allah nere­sidir? Nereye kadardır? Sonsuzluktadır. Sonuçta insan hiçbir durağa varamaz; Allah’ta yerleşmez. Bu toprak ­Allah mesafesi, insanın olgunluğunun evrimsel uzanımı­dır. Ama ona doğru, onun yönünde evrim ve devinim halindedir sürekli. Yani sonu ‘O’ olan yüceliş ve yükseliş uçuşundadır insan. Ne var ki sonu olmayan bir yüceliştir bu. O ise sonsuz, sınırsız ve uçsuz bucaksızdır. Bu da insanın; sonsuz aşağılıktan sonsuz yüceliğe dek uzanan hareket ve devinim çizgisini ve aynı zamanda da onun evriminin [tekâmül] nereye değin olduğunu gösterir; Allah’a değin, Allah’ın ruhuna değindir, yani sonsuza değindir, yani dur durak bilmez onun evrimi.

 

Sabit standartların burada ne rezilliklere düştüklerini görüyoruz. Ne değişmez standarttırlar ya? Kim sabit bir standart ortaya koyabilir? İnsan, bir seçimdir; sa­vaşım, çaba ve tanımadır; bir sürekli olmadır, sonsuz bir hicrettir; kendinde hicrettir; balçıktan, Allah’a değin hicrettir [enfüsi hicret] insan.[12]

 

Balçıktan Allah’a dek çizilen yol ise mezhep [din] adını alır. Mezhebin yol anlamına geldiği açıktır. Mez­hep, hedef değildir; yol ve araçtır. Dinî toplumlarda görü­len bahtsızlıkların tümü, mezhebin [dinin] ruh ve yön de­ğiştirmesi ve sonuçta, sahip olduğu rolün değişmesi ne­deniyledir. Bu ise dini hedef kıldıkları için böyle oldu. Siz bir caddeyi hedef kılıp tuğla, asfalt ve süslemeyle uğ­raşın; yüzlerce yıl, nesilden nesile bu cadde üzerinde çalı­şın; caddeperest olun, caddeye inanın, onu sevin, ona aşk besleyin; onu gördüğünüzde ya da adı kulağınıza çalındı­ğında coşku ve heyecandan ağlamaya başlayın; ona yan bakanla savaşın; bütün zaman ve paranızı onu süsleme­ye, onarmaya, temizlemeye verin, yaşamanızla ilgili işle­re koşmak için onu bir an olsun terk etmeyin, hep onun üzerinde yürüyün, onda eğlenin, ondan söz edenin; top­rağını yüzünüze gözünüze sürün, derdinize deva yapın. Ne olacaksınız? Kayıp. Evet, sizin bu doğru, tam ve ger­çek yolunuz, sizi hedeften alıkoymaktadır; sizi bir yere götürmemektedir. Yolda kaybolmak, yolu kaybetmek­ten kötüdür.

 

Duyduğunuz bu gerçek ve doğru yol, bu sırat-ı müsta­kim, bu düz ve kutsal yol, bundan önce binlerce kişiyi amaca ulaştırmıştır. Ama şimdi sizi, bir ömür boyunca durağan bırakmıştır. Tam olarak, yanlış yolu, kaybol­muşluk ve avarelik yolunu seçmiş kimseler gibi olmuşsu­nuz.

 

Niçin? Çünkü siz, yolu gezinti yeri kıldınız. Yol yürü­meyi, kutsal park, kutsal mezar ve pansiyon haline getir­diniz. Şia’ya bir bakın. İmam -yani insana kılavuzluk eden, yolu gösteren kişi- gaybî kutsal bir kişi, sadece övülmesi, tapınılması, aşk beslenilmesi, yüceltilmesi ve başkaca hiçbir şey yapılmaması gereken insanüstü bir şahsiyet ve asalet haline gelmiştir onun için. Din, esas­lar, hükümler ve dinî kişilikler hedef olmuşlardır. Bu yüzden bunlar, kimseyi hedefe ulaştırmaz. Namaz bir araçtır. Kur’an, şöyle der namaz için; “Aşırılıktan ve kö­tülükten alıkoyma aracı.” Oysa şimdi bu özel hareket ve sözlerin kendileri hedef olmuşlardır. Bu yüzden böylesi­ne karmaşık, hassas ve teknik bir hal almıştır, ama etki­si kalmamıştır.

 

Bence, İslam kültüründe çeşitli alanlarla ve türlü türlü nüanslarla din için kullanılan ad ve terimlerin tü­mü yol anlamındadır. Din kelimesinin kendisi, hikmet, kutsal akıl gibi kullanılan anlamları dışında yol anlamı­nı da taşır. Öteki kavramlar da bu anlamı içerirler; Silk, şer, şeriat, tarikat, sırat, mezhep ve ümmet.[13]

 

Dolayısıyla mezhep [din], insanı aşağılıktan, donuk­luktan, cehaletten, çamurca yaşayıştan, iblisçe yapıdan yüceliğe, devinime, görmeye, ruhsal yaşayışa, tanrısal yapıya götüren bir yoldur balçıktan, Allah’a dek olan yol seni bir yere götürürse dindir; yok götürmezse ya yanlış yola gitmişsindir ya da yolu yanlış gitmişsindir. Her ikisi de aynı kapıya çıkar. Bu yüzden Müslüman da kâfir gibi, Şia da Sünni gibi, hiçbiri bir yere varamazlar.

 

Şöyle diyebilirsiniz; Ama Müslüman olmayanların durumları şu anda bir oranda daha iyidir. Şiilerin durumlarıysa Şii olmayanlardan daha iyi değildir.

 

Doğrudur. Yanlış yolda gitmiş olan biri, doğru yol yü­rürse, doğru yolu doğru yolda yanlış yürüyenden daha tez bulabilir. Uzakça bir yolda yürüyen, geç de olsa bir ye­re ulaşır. Doğru yolu yanlış yürüyenler ya da bizim gibi geri geri gidenlerse ya aslında oturup yolun faziletlerin­den söz etmektedirler ya da adımlayarak gezinti yap­maktadırlar. Başları kendilerine bağ olmaktadır. Bu yüzden her ikisi de bahtsızdır. Çünkü doğru ve hak yolda olduklarına ilişkin binbir delilleri vardır; bundan önce, bu yolun yolcularının menzile ulaştıklarına, hem de doğ­ru söylediklerine ilişkin bin bir örnek ve belgeleri vardır, tüm bu kanıt, ayet, yakin ve güvene karşın, geri kalmış­lık tüm görkemiyle durmaktadır. Sonuçtaysa kendileri­ne karşı bir kuşkuları, bir şeyler yapmak, kendilerini de­ğiştirmek, kusur ve hastalığın nerede olduğuna bakma çabaları yoktur. Bu yüzden, ineğe tapan, Allah’a tapan­dan daha ileri geçer; Allah’a inananınsa haberi bile olmaz.

 

Ali, binbir kanıtla Ömer’den daha iyidir; bu ise Ali şiasına, zamanı, yezidin akıbetinden daha kötü de olsa huzur, güven ve gurur verir. Bu da onun ve halkın can be­lası olur. Ne kimsenin sözünü dinler, ne de yaptığı işten kuşkuya düşer. Görüyoruz ki Ali vardır; Ali’nin yolu vardır; o da Ali’nin yolundadır. Ama yolunu şaşıranlar, ondan daha ilerdedirler, hatta. Ali şiasını kendi şiaları yapmışlardır. Niçin? Ali’nin yolu, Ali şiasının gezinti alanı olmuştur da ondan. İman ise put olmuş, gezinti alanının kalbine yerleştirilmiş, altından yapılmış kutsal bir heykel haline gelmiştir; imam, yol üzerinde virajları ve yönü gösteren bir işaret değildir artık.

 

İnsan dizgesini tanımlamak için Âdem kıssasından elde edilen unsurlar dizgesi şu şekildedir; İnsan, sürgün edilmiş bir tanrımsıdır; zıtların bir araya gelmesidir. Di­yalektik bir olgu olarak Allah-Şeytan, ruh-balçıktır; kendi yazgısını oluşturan özgür iradedir; sorumlu, yükümlü, Allah’ın istisnaî emanetini alan, bütün melekle­rin tapındığı; yeryüzünde Allah’ın halifesi, Allah’a asi bi­le olan, görürlüğün yasak meyvesini yiyen, cennetten ko­vulan ve bu doğa çölüne sürülen, aşk [Havva], akıl [şey­tan] ve isyandan [yasak meyve] oluşan üç çehre taşıyan. Sürüldüğü yerde [doğada] insanî bir cennet yaratmakla, sürekli savaşında balçıktan Allah’a dek yükselmekle ve bu balçık ve lığ halindeki hayvanken Allah’ın ahlak ve yapısını almakla görevli alandır.

 

TARİH FELSEFESİ; HABİL-KABİL

 

Bu öğretide tarih felsefesi bir bilimsel zorunluluk esa­sına dayanmakta olup sürekli bir akımdır. Tıpkı insanda olduğu gibi, insanlığın başlangıcından bu yana her yerde baş göstermiş ve tarihi oluşturmuş olan ve iki düşman ve çelişik unsur arasında süregelen bir diyalektik çelişki ve savaşım söz konusudur tarih felsefesinde de. Tarih, in­san türünün zaman çizgisindeki devinimidir. İnsan tü­rüyse küçük dünyadır; varlığın en yetkin görünümü, yaratılışın tezahürüdür. Doğa ise onda bilince ulaşmış­tır; onun çizgisinde evrime, bilinçli ve kendinde olan diri bir olmaya doğru yol alır.

 

Başka bir deyişle insan, varlığın mutlak irade ve bi­linci olan Allah iradesinin tecellisidir. İnsan bu insanbi­liminde Allah’ın dünyadaki temsilcisi, yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla, insan olma serüveninden ve mahiyetinin oluşma sürecinden ibaret olan insan tarihi, rastlantısal olamaz, olaylarca yaratılmış olamaz, macera­cıların oyuncağı olamaz; bu tarihin kof, boş, anlamsız, so­nuçsuz ve bilinmez olması olanaksızdır.

 

Kuşkusuz, tarih, dünyanın öteki gerçeklikleri gibi bir gerçekliktir; bir yerden başlayıp kaçınılmaz olarak bir yere varacaktır. Hedefi olmalıdır tarihin, bir yöne doğru yürümelidir.

 

Nereden başlamıştır? Çelişkinin başlangıcından[!]; tıpkı insan gibi.

 

İnsanın kökenini insanbiliminde şu şekilde tanıdık; İnsan, balçıktan ve Allah’ın ruhundan mürekkeptir. Âdem’in öyküsüne bakın bir. Âdem’in öyküsünde insan türünden, gerçek ve felsefî anlamıyla insandan söz edi­lir. İnsan işte Âdem’deki bu ruh-balçık, Allah-Şeytan savaşımından başlar. Fakat tarihi nereden tanıyoruz? Nereden başlar tarih? Kabil ile Habil’in savaşından.

 

Âdem’in oğullarının her ikisi de beşerdir; doğal birer beşer. Ama birbirleriyle savaşmaktadırlar. Biri ötekini öldürür. Buradan başlar insanlık tarihi. Âdem’in savaşı özde [türde] gerçekleşen zihinsel bir savaştır. Bu ikisi­ninkiyse hayatta gerçekleşen özdeş savaştır. Dolayısıyla Habil ve Kabil öyküsü, tarih felsefesini, Âdem’in öykü­süyse insan felsefesini göstermektedir. Habil ile Kabil’in savaşı tarihteki iki karşıt cephenin savaşıdır, tarihin di­yalektik esasına göre. Dolayısıyla, tarihin de insanınki gibi diyalektik bir hareketi vardır. Bu çelişki de Kabil’in [Bence çiftçilik düzeninin, tekelci ya da bireysel mülkiyetin temsilcisidir.] Habil’i [Bence avcılık çağının ve mülki­yetten önceki ilkel ortaklık döneminin temsilcisidir.] öl­dürmesiyle başlar. Bundan sonra tarihin sürekli savaşı başlar. Tarih, baştanbaşa, katil Kabil kanadıyla, maktül Habil kanadı arasında, hâkim kanatla mahkûm kanat arasında olagelen savaşa sahnedir. Avcı Habil, Malik Kabil eliyle öldürülür. Yani üretim kaynaklarının genel paylaşım dönemi [hayvancılık ve avcılık çağı] ve kardeş­lik ve gerçek iman ruhu, çiftçilik döneminin ve özel mül­kiyet düzeninin, dinî aldatmacanın ve başkasının hakkı­na tecavüz etmenin gerçekleşmesiyle ortadan kalkar, mahkûm olur. O zaman Kabil, tarihte diri kalır. Hala da ölmemiştir.

 

Bu konuyu şuradan çıkardım; Kabil, kardeşinin güzel nişanlısına tutulmuş­tu. Bu yüzden ihtilafa düşmüşlerdi. İhtilafı gidermeleri için Allah’a kurban sunmalarını önermişti. Kabil, kur­banlık olarak bir deste solgun sarı buğday getirmiştir. Habil’se kırmızı tüylü genç ve kıymetli bir deve getirir. Bu yüzden Habil’i avcılık döneminin temsilcisi, Kabil’i de çiftçilik döneminin temsilcisi olarak görüyorum. Ta­rih, hayvancılık, yani avcılık döneminde [ki deve, bu öy­küde bu üretim düzeninin göstergesidir] doğa, üretimin kaynağı olmuştur [Orman, deniz, ova ve ırmak]. Tüm ka­bilede üretim aracı olarak el ve tırnak kullanılıyordu da­ha çok. Kimi zaman da herkesin sahip olabileceği ve ken­disinin yapabileceği araçlar vardı.

 

Üretim kaynaklarında [su ve toprak vs.] ya da üretim araçlarında [öküz, saban vs.], özel ve bireysel mülkiyet bulunmuyordu. Her şey, eşit olarak, herkesin kullanımındaydı. Kardeşlik ruhu [eşitlikten doğan], toplu ru­hun kutsanması, toplumsal gelenek, ataya hürmet, ahlakî ödevler karşısında baş eğme, toplu yaşayışın sı­nırlarına mutlak ve kesin boyun eğme, yaratılıştan gelen safa ve gönül temizliği, dinî vicdani, barış ruhu, sevgi, fedakârlık vb. bu düzende insanın ahlakî özelliklerin­dendir. Habil ise böyle bir insanın temsilcisidir.

 

İnsanın çiftçilikle tanışmasıyla, insan yaşayışı, in­san toplumu ve insan tipi, bence tarihin en büyük devrimi olan derin bir devrimin eline düşer. Bu, yeni insanı ortaya çıkaran, güçlü ve kötü insanı, medeniyet ve parça­lanma çağını oluşturan bir devrimdir.

 

Çiftçilik düzeni, doğadaki üretim kaynaklarını sınır­ladı; üretim araçlarını geliştirip üretim ilişkilerini kar­maşıklaştırdı. Tarım alanı -orman ve denizin tersine- öz­gürce, herkesin yetkisinde olmadığından, ilk kez olarak doğadaki bir şeyi kendine özel kılma ve başkalarını on­dan yoksun bırakma gereksinimi belirdi; Bireysel mülki­yet.

 

Bundan önce, insan toplumunda birey yoktu. Kabilenin kendisi bir bireydi. Tek parça toplum -ki herkes bir aile içindeki kardeşlerdir- bölündü. Doğadaki bir toprak parçasının -ki herkesin malıydı; herkesin mülkiyeti al­tındaydı- bir kişinin hakkı olduğu ve ötekilerin hak sahi­bi olamadıkları ilk gün, henüz kanun, din, veraset vb. gi­bi hiçbir kural ve sistem bulunmuyordu. Sadece güç vardı. Kabilenin güçlülerinin gücü ki ortak mülkiyet dü­zeninde kabilenin koruyucusu ve daha çok toplumsal haysiyet kazanma etkeni ya da daha çok av avlama etke­niydi; bunların hepsi de kabilenin yararınaydı, şimdi sa­dece hakkın belirlenme kaynağı tekelci yararlanmaların koruyucusu, bireysel mülkiyetin kazanılmasının ilk etkeni olmuştu. Bu yüzden Marx’ın, “Mülkiyet, güç ka­zanma etkenidir.” şeklindeki görüşü, tarihin bu hassas anında, doğru anlaşılması için doğru yansıtılmalıdır. Şu anlamda ki işin başlangıcında, mülkiyeti bireye özgü kı­lan etken güç ve kudretti. Güç, bireysel mülkiyeti yarat­tı. Bireysel mülkiyetse güce süreklilik ve silah verdi; onu yasal, doğal ve meşru kıldı.

 

Özel rnülkiyet, tek parça toplumu ortadan ikiye böl­dü. Temel, sahiplenme ve bireysel mülkiyet üzerine ku­rulduğunda, zahitlik edecek, gerçek ve gereksinim duy­duğu kadarıyla yetinecek hiç kimse yoktur. O zaman, bu gereksinimin miktarını kendisi belirlemelidir.

 

Burada, artık bir şey yapamayacağı zaman yetinir; artık istemiyorum diye bir şey yoktur. Önceki Habil dü­zeninde -ya da toplu mülkiyette- herkes, gereksinimi ol­duğu ölçüde avlanırdı. Çalışmak, gereksinimin gideril­mesi için bir araçtı sadece. Üretimde kim daha çok hak etmişse daha çok kazanıyordu. Ama şimdi doğanın açık ve bereketli sofrasından uzaklaşıp sanatın [toprak ve tarım] hakir ve fakir sofrasının başına üşüşerek hırsla, açgözlülükle, aşırı istekle birbirlerinin canlarına da düştü­ler. Bu yeni toplumsal yaşayış ilişkisinde akbabalar, leş yiyen kuşlar [Kâbil’in öyküsünde kargalar] bütün za­yıf kuşların kollarını kanatlarını kırarak her birini bir yana sürdüler. Hep birlikte, tek bir sesle, çöllerin bağrın­da, ırmak kıyılarında, deniz sahillerinde hareket halin­de olan göçmen kuşlar grubu gibi bir toplum, şimdi bu özel mülkiyet, tekelcilik leşinin başında vahşice ve kinle dolu bir durumda kâh beriki ötekine pençe atmakta, kâh öteki berikini gagalamaktadır.

 

Sonunda bu insanlık ailesi, özgürlük, barış, hoşgörü ve mutlulukla dolu bu aile, düşman ve çelişik iki kutba dönüşür; Gereksinim ve iş gücünden fazlaca bir toprağa sahip olan bir azınlıkla, bunun tersine açlık çeken ve kol gücü bulunan, ama toprağı ve aracı bulunmayan çoğun­luk. Yeni toplumsal ilişkide yazgı açık ve kesindir; Köle­lik. İçinde, ‘kendi’sinden başka hiçbir şeyi bulunmayan, ne toprağı, ne suyu, ne yüzsuyu, ne şerefi, ne soyu, ne so­pu, ne ahlakı, ne izzeti, ne düşüncesi, ne bilgisi, ne hüne­ri, ne değeri, ne hakkı, ne hakikati, ne ruhu, ne anlamı, ne eğitimi, ne dini ne de dünyası bulunan bir sınıfın yer aldığı toplumsal bir düzen.

 

Bunlar, hep toprağın ürünüdürler. Bahçeden ve tar­ladan elde edilen çiçek ve meyveler, bu maddi ve manevi ürünlerin üretim kaynaklarının sahibi olan sınıfın, aşağı işler yapmadığından, kendini eğitip bilgi sahibi kılmak ve maneviyata, edebiyata, bilim ve sanata yönelmek için fırsatı, olanakları ve sermayesi bulunan sınıfın tekelin­de olacaktır kaçınılmaz olarak. Her ikisi de, tek ruh taşı­yan elbirliği içindeki önceki toplumda birlikte yaşıyor ve tek bir ruhla, tek bir yakınlıkla, tek bir haysiyet ve şeref­le; kabile halinde hayat sürüyordu. Her ikisi de boş el­lerle yan yana ormana ve denize gidiyordu. Doğanın ser­vetini, çevrelerindeki hava gibi -ki onda ikisi birlikte so­luk alıyordu- ve ülkelerinin gözleri önüne serilen alanla­rı gibi -ki ikisi birlikte oturup seyrediyordu- kabileleriyle birlikte kullanan iki eşitti ve doğal olarak iki kardeşti her ikisi de. Her ikisi de bir Âdem’in çocuklarıydı. Âdem ise tek bir topraktandı. Ama şimdi, bu iki kardeş, mülki­yet leşinin başında, birbirinden uzaklaşmış olarak karşı karşıya geçmişti. Aralarında yargıda bulunan tek şey ca­na kasteden düşmanlıktı. Akrabalık bağı, kölelik bağı ol­muştur artık. Eşitlik, ayrılığa kurban edilmiştir; kardeş­lik, kardeş katilliğine dönüşmüştür. Din, aldatma ve çı­kar sağlama aracı olmuştur; gerisi hiç. İnsanlık ruhu, ba­rış ve sevgi ise kinci ruha, rekabete, mala kulluğa, açgözlülüğe, tekelcilik arayışlarına, aldatmacaya, baskıya, zulme, bencilliğe, taş kalpliliğe, katilliğe, hakları ayak­lar altına almaya, sultacılığa, üstünlük taslamalara, fa­ziletçiliğe, halkı aşağılamaya, güçsüzü horlamaya, kişi­sel çıkar yolunda her şeyi ve herkesi ezmeye, kardeşin ca­nına kıymaya, babaya işkence etmeye ve hatta Allah’ı kandırmaya dönüşmüştür.

 

Bu şekilde, Habil [inançlı, barışsever ve fedakâr in­san] tipiyle Kabil [şehvet kulu, mütecaviz, kardeş katili, inançsız ve maddeci insan] tipi arasındaki çelişki, ruh çö­zümlemesi ve bilimsel, toplumbilimsel irdeleme yoluyla derinlemesine anlaşılabilir. Bu yolla, onların çevresi ve işleri de tam açıklığa kavuşur. Böylelikle, her ikisi de ay­nı soydan, aynı anne-babadan oldukları, aynı eğitimi al­dıkları ve aynı aile, çevre ve din içerisinde yetiştikleri halde -ve o çevrede, henüz, insan toplumu oluşmadığı ve çeşitli düşünsel çevreler, kültürel havalar, toplumsal gruplar olmadığı varsayıldığında, kardeşlerden her birinin farklı din ve öğretimlerin etkisi altında kaldıkları söylenemez- nasıl olup da birbirlerine bu denli zıt duru­ma geldikleri ve her birinin başka bir tipin sembolü ol­dukları öğrenilebilir.

 

Araştırmada uygulanması gereken bilimsel ve man­tıksal yöntem şudur; Her yönden birbirine benzeyen, ama bir yönden birbirinden ayrılan ve çelişen iki olgudan her birinde etkin olan bütün etkenler, neden ve koşullar dizin halinde ortaya konulmalıdır. Bu yapıldıktan sonra her ikisinde ortak ve benzer olan yanları ayıklayarak böylece çelişen ve karşıt etken ya da etkenlere ulaşılma­lıdır. Bu iki kardeşin öyküsünde de onların ayrılık yönü­nü oluşturan tek etken, her birini özel toplumsal ve iktisadî bir konum içine sokan farklı çalışma etkeni ve her ikisinin sahip olduğu çelişik üretim altyapısı ve iktisadî düzendir.

 

Bu kuramı açıkça pekiştiren şey, Habil tipiyle ilkel ortaklık çağı, bağımsız üretim ve avcılık dönemi insanın sınıfsal psikoloji ve toplumsal davranışının tam bir uyum içinde olmasıdır. Kabil tipiyse, sınıfsal toplum ve kölelik düzeni insanın toplumsal ve sınıfsal ahlakıyla, efendi psikolojisiyle uyum taşımaktadır.

 

İkincisi, tefsircilerin ve bilginlerin, Habil ve Kabil kıssasının, Kur’an’da nefsin [insanın] öldürülmesinin kı­nanması için anlatıldığı şeklinde bir yorumda bulunma­ları, aslında -Fransızların deyişiyle- konuyu yüzeyselleş­tirmek ve basit göstermekten başka bir şey değildir. Be­nim görüşüm, doğru olmasa bile, onların olayı anladıkları ölçüde basit ve az yararlı değildir en azından. İbrahimi dinler, özellikle İslam, bu öyküyü, insan türünün dünya­daki yaşayışının başlangıcının eşiğinde ortaya çıkan ilk büyük olay olarak söz konusu etmektedir. O zaman bu dinlerin bütün hedeflerinin, bu sonucu [tefsircilerin var­dığı sonucu] almak istedikleri olduğu inanılır bir şey de­ğildir. Bu öykü, her ne olursa olsun, şu tür bir çıkarımda bulunulan sıradan bir ahlakî öyküden daha çok derindir; “Öyleyse, nefsi öldürmenin çirkin bir davranış olduğu ve bizim bu uygunsuz davranışa yaklaşmamamız ve ondan uzaklaşmamız gerektiği açıkça anlaşılmaktadır; hele de o taraf bizim kardeşimizse...”

 

Bence, Habil’in Kabil eliyle öldürülmesi, büyük bir değişimden, tarih çizgisindeki hızlı dönüşten, özellikle de, insanın serüveninde baş gösteren en büyük olaydan haber vermekte, onu derinlemesine açıklayıp, hakkında bilimsel, sınıfsal ve toplumbilimsel yorumda bulunmak­tadır. Bu büyük olay ve değişim, ilkel komün döneminin son bulması, insanın avlanma yoluyla üretim şeklindeki ilkel eşitlik ve kardeşlik düzeninin [Habil] yok oluşu ve çiftçilik yoluyla üretimin, özel mülkiyetin ortaya çıkışı­nın, ilkel sınıf toplumun ve parçalanma, sömürü, mala kulluk, inançsızlık düzeninin, düşmanlığın, yarışın, aç gözlülüğün, yağmanın, köleliğin ve kardeş katlinin baş­layışıdır [Kâbil]. Habil’in ölüp Kabil’in hayatta kalma­sıysa tarihsel özdeş bir gerçekliktir. Ondan sonra, dinin, hayatın, iktisadın, yönetimin ve halkın alınyazısının Kabil’in elinde olduğu çıkarımı da ileri ve eleştirel yapısı bulunan gerçekçi bir çözümlemedir. Habil’in ardında ev­lat bırakmadan gitmesi ve şu anki insanların hep Kabil’den geriye kalmaları[14] da Kabil düzeninde Kabilci toplum, yönetim, din, ahlak, görüş, yöneliş ve davranışın genellik taşıdığını, her toplum ve çağa egemen olan ya­şamsal düzensizliğin, düşünce ve ahlak karışıklığının buradan geldiğini göstermektedir.

 

Bu durum, Âdemoğlunun yeryüzünde yaşamaya başladığı [bu ikisinin kız kardeşleriyle evlenmeleri][15] ilk günün, çelişkinin, düşmanlığın ve en sonunda da kar­deş katlinin başlangıcıyla bir arada bulunduğunu gös­terir. Ayrıca bu durum, şu bilimsel gerçeği de kanıtlar; Birincisi, yaşam, toplum ve tarih, çelişki ve savaşım üzerine kuruludur; ikincisi, idealistlerin düşündüğünün tersine, bunun temel etkeni, din inancının gücüne, kar­deşlik bağına, hak ve ahlaka üstün gelen iktisat ve cin­selliktir.

 

İlk ihtilaf, Habil ile nişanlı olan kız kardeşi, Kabil’in kendi payına tercih etmesi, Âdem’in görüşüyle belirle­nen nişanlıyı değiştirmekte diretmesi ve her ikisinin Âdem’in huzurunda şikâyette bulunmalarıdır. Bunun üzerine Âdem, kurban sunmalarını ve kimin kurbanı ka­bul edilirse ötekinin ona karşı boyun eğmesini önerdi. Kabil burada da sahtekârlık yapıp solmuş buğday getir­di [Alçaklığa bak ki ihtiyacı olduğunda bile hıyanet edi­yor, hem de Allah’a. Bu haliyle o, bu düzenin insan tipini göstermektedir]. Böylelikle, sunduğu kurban kabul edil­medi. Yine sahtekârlık yaptı ve hevesinin yolunda Al­lah’ın sözüne kulak asmadı. Habil’i [ki şikâyetçi olmadı­ğı, bir şey istemediği halde en güzel devesini, en değerli servetini rabbine sunmuştu ve doğal olarak da kurbanlı­ğı kabul edilmişti] namertçe öldürdü.

 

Hatta bu ikisinin ölüm olayı sırasındaki konuşmala­rı düşündürücüdür. Kabil, ölümle tehdit ederken Habil, yumuşaklık, şefkat ve teslimiyet içinde şöyle der; “Ama ben sana el kaldırmam.”

 

Habil insanı, toplum ve düzeniyle birlikte, bu sadelik içerisinde, en küçük bir direniş göstermeksizin ezildi. Kabil insanı ve düzeniyse, tekelci ve mütecaviz duruma geldi.

 

Burada ben, “Bu öyküde cinsellik konusu iktisattan daha güçlü ve öncelikli bir etken olarak gösterilmemiş midir?” şeklinde bir soru işareti koymuştum önceden. Bu­rada Freudizm daha başarılı görünmüyor mu? Bu kar­maşada ilk kelime yine kadındır. Yine aynı şekilde ba­baları Âdem’in serüveninde her şey Havva’dan başlamamış mıydı?

 

Ama daha derin düşünürsek konunun bu basitlikte ve doğrultuda olmadığını görürüz. Çatışmanın ilk kay­nağının, Habil’in nişanlısına Kabil’in meyletmesi olduğu doğrudur; yani Freud haklıdır. Fakat Freud da ilk et­keni -seksualite- tanımadan önce başka etken ya da et­ken ve nedenler dizgesinin de bulunduğunu kabul eder­se, burada bu öykünün cinsellik etkeninin öncelikli ve temel oluşu esasıyla çözümlenemeyeceğini kabul ede­cektir. Çünkü Kabil’in Habil’in nişanlısına olan eğilimi nedeniyle anlaşmazlığı başlattığı doğru olmakla birlikte, önsel bir konuyu gündeme getiren bir soru söz konusudur bundan önce; Birincisi, bu iki kardeşten niçin Kabil gös­terir bu hassasiyeti? Oysa her ikisinin de benzer tepkile­ri, birbirine yakın ve aynı ölçüde taassup ve ayak direme­leri olmalı değil miydi? [Şu esasın anımsatılması, burada önem taşımaktadır; Her ikisinin de her bakımdan benzer veraset ve çevreleri bulunmaktaydı.][16] İkincisi, böyle benzer koşullarda bilimsel bakımdan iki kardeşten sade­ce biri böyle bir hassasiyet taşıyor olsa bile niçin bu Kabil olmuştur? Üçüncü ve önemli bir olgu olarak, öykü met­ninden, bu ikisinin konuşmalarından, her birinin davra­nışından ve ayrıca öyküyü anlatan Kur’an’ın görüşün­den, Hıristiyanlık, özellikle de Yahudilik metinlerinden, bunun yanında tefsirlerden, tarih kitaplarından ve İslamî rivayet ve hikâyelerden -bu görüş oldukça önemli ve temel bir görüştür- Habil’in bir iyilik tipi Kabil’in ise bir kötülük tipi olarak tanındığı anlaşılmaktadır. Ka­rakterden değil, tipten söz ediyorum. Örneğin, Kabil’in sadece şehvetperestlik ya da maddecilik hasleti taşıdığını, Habil’inse sadece dinî ya da duygusal bir özel­liği olduğunu söylemiyorum, hayır. Biri, kötü bir insa­nın, ötekiyse iyi bir insanın tezahürüdür. Bu yüzden ben, Habil’in sağlıklı fıtrî bir insan olduğu ve toplumsal dü­zenin, düzensiz ve insanlık dışı çalışma ve iktisat hayatı­nın onu âline etmediği, bozmadığı, kirletmediği, saptır­madığı, kusurlu ve eğri hale getirmediği ve Marcuse’nin söyleyişiyle kırılmış, düğümlü ve kirli ürünler elde et­mediği sonucuna vardım. Bu yüzden, babasını seven, kardeşine şefkat duyan, Allah’a iman besleyen, hakka boyun eğen, saygılı ve takvalı bir adam olmasının ve kar­deşinin tersine, cinsel eğilim için onca coşku ve şevkle ya­nıp tutuşmamasının yanı sıra Habil, güzellik karşısında da tepkisiz ve duygusuz olmamıştır. Çünkü Kabil’den kaynaklanan bunca kötülükler ve sıkıntılar boyunca, hatta Kabil’in kendisini ölümle tehdit etmesine karşın, bir kez olsun, zahitçe bir tavırla “Gel ağabey, biz hayrın­dan vazgeçtik, önemi yok. O çirkin bacıyı al da başına çal.” dememiştir. Habil bir insandır. Âdem’in oğludur; ne bir eksik, ne fazla. Bu öyküyü nakleden bütün metin­lerde onu böyle betimlemek istemişlerdir. Bence bu, şu nedenle olmuştur; Çelişki ve ayrılık bulunmayan bir top­lumda yaşıyordu; işi de bağımsız bir işti. Ne deveye biniyordu, ne de eşek gibi, yükün altına giriyordu. Ne raiyet sahibiydi, ne de şehriyarın kölesiydi.[17] Sadece insandı o. Herkesin, hayatın bütün nimetlerinden, toplumun bütün maddi ve manevi olanaklarından eşit ve ortaklaşa olarak yararlandıkları ve hep birlikte [ki birbirleriyle kardeş de olacaklardır] sağlıklı, güzel, şefkatli, temiz, saf, dost ve iyi ruhun yetiştiği bir toplumdur Habil’in top­lumu.

 

Kabil, öz olarak kötü değildir. Onun özü, Habil’in özüdür. Hiç kimse, kötü özlü değildir. Hepsinin özü, Âdem’in özüdür. İnsan karşıtı toplumsal bir düzende, sı­nıfsal bir toplumda, köleliği ve efendiliği geliştiren birey­sel mülkiyet rejiminde, insanları ya kurt, ya tilki, ya da kuzu haline getiren bir rejimde ve bu düşmanlık, reka­bet, taş yüreklilik, paraya kulluk, aşağılık, açlık, obur­luk, esaret, kayıtsızlık, güç, para ve aldatmaca sahnesin­de yaşam felsefesi, yağma, çıkarcılık, tutsak etmek, sultacılık ve yemek üzerine kuruludur. Söyleşmek, sövgü­den, yalandan ve yağcılıktan ibarettir. Yaşamak, zalim­lik, zulme boyun eğmek, bencillik, aristokrasi, yığıcılık [stokçuluk], boynu kalınlık ve kendini süslemeye düş­künlüktür. Toplumsal ve insanî ilişkiyse, vurmak, ye­mek, emmek, emilmektir. İnsanlık felsefesi de, olabildi­ğince lezzet, olabildiğince servet, olabildiğince şehvet ve olabildiğince güçlenmektir. Her şey, döner dolaşır, kendine tapınmaya geri gelir; herşeyin ve herkesin ego için, aşağılık kaba ve haris ego için kurban edilmesine çıkar bütün yollar.

 

O zaman, iyi, temiz ve şefkatli Habil’in kardeşi, Âdem’in öz oğlu olan Kabil, cinsel eğilimi [çok fazla güçlü ve delilik derecesinde bir aşk olmayıp, tersine geçici bir heves olmakla birlikte] uğruna rahatlıkla yalan söyle­yen, rahatlıkla hıyanet eden, vicdanı sızlamadan imanını batağa sürükleyen, hepsinden daha rahat bir biçimde kardeşinin başını koparan bir varlık durumuna gelir. Bu işler, ondaki cinsel eğilimin her şeyden kuvvetli olmasın­dan değil [Bay Freud], tersine daha basit olarak, ondaki insanî erdemlerin oldukça güçsüzleşmesinden, güçsüz bir hevesten daha güçsüz duruma gelmesinden kaynak­lanmaktadır. Sizin sözleriniz Bay Freud, eğer doğru ol­saydı ve ondaki cinsel etken ona her işi yaptıracak kadar -ki yaptı- güçlü olsaydı, kurban sunulan yere kızıl tüylü en değerli deveyi götüren Habil değil, o olurdu. Freud’un dediği doğru olsaydı, babasının önerisini duyunca, ovaya koşup bütün harmanlarını ateşe veriyorken görmeliydik Kabil’i.

 

Oysa onun, elinden kaçırdığı aşkını elde etme yolun­da Allah’ın rızasını kazanmak için Allah’ın huzuruna bir demet buğday getirdiğini, hem de öyle insafsızca ki solup sararmış bir buğday demeti getirdiğini gördünüz.

 

Olayı bu denli ayrıntılı anlatmamın nedeni şuydu; Birincisi, öykünün ahlakî bir öğüt oluşunu olumsuzla­mak, olayın bundan daha ciddi boyutları bulunduğunu ortaya koymak amacındaydım. İkincisi ise bu öykünün iki kardeş arasında geçen bir dava olmadığını, zaman sü­recinde iki kanattan, iki tarih hikâyesinden, parçalan­mış insanlık serüveninden ve hala bitmemiş olan bir sa­vaşın başlangıcından söz ettiğini anlatmak istiyordum.

 

Habil Kanadı, güçten düşürülmüş mahkûm kanat­tır; yani insan toplumlarına egemen mülkiyet düzeni olan Kabil düzeninin esiri ve tarihin öldürülmüş kesimi durumundaki halktır. Bu savaş, Kabil’in bayrağının ne­silden nesile egemen sınıfların ve Habil’in kanının diyet ve çağrısının da nesilden nesile mirasçılarının -adalet, özgürlük ve gerçek iman yolunda savaşım veren mahkûm halkın- eline geçtiği tarihin bitmeyen savaşıdır. Bu savaş, bütün dönemlerde, her çağda bir başka bi­çimde sürüp gitmektedir. Kabil kanadının da silahı din­dir, Habil kanadının da.

 

Bu yüzden, dinin dine karşı savaşı da tarihi bir sa­vaştır. Toplumsal şirki, sınıfsal farklılaşmayı yaymaya çalışan şirk diniyle, sınıfsal ve sosyal birliği yaymaya ça­lışan tevhid dininin savaşıdır bu. Habil ile Kabil, şirkle tevhid, sınıfsal ve sosyal parçalanmayla adalet ve insanı vahdet, aldatmaca, uyuşturma ve mevcut durumu iyi gösterme diniyle bilinç, hareket ve devrim dini arasında­ki bu tarihi savaş, ahir zamana dek hep sürecektir. Kabil ölecek, Habilci düzen yeniden gerçekleşecektir o zaman. Bu zorunlu devrim, Kabil tarihinin sonudur. Böylece, dünya yüzeyinde eşitlik gerçekleşir; sonunda tevhid ve insanî kardeşlik istikrar kazanmayı başarır. İstikrar, adalet demek olup, tarih zorunlu olarak oraya varacak­tır. Evrensel bir devrim, tarihsel ve sınıfsal bir öç alma bi­çiminde adalet, kesin olarak insan yaşayışının her yanı­na yayılacak ve Allah’ın şu müjdesi yetişecektir; “Yeryü­zünde çaresizlik ve güçsüzlüğe düşmüş kimseleri insan­ların önderleri ve yeryüzünün varisleri kılmak istedik.”

 

Bu, Habil ve Kabil savaşıyla başlayan ve bütün insan toplumlarında, egemen düzen ile mahkûm kesim arasın­da süregelen diyalektik karşıtlık esasınca gerçekleşecek olan geleceğin zorunlu devrimidir. Tarihin zorunlu yaz­gısı, adaletin kıst’ın ve gerçeğin zaferi olacaktır.[18]

 

Her dönemde, her birey, tarih boyunca aralarında sürekli savaş bu­lunan bu iki kanatta yerlerini be­lirleme ve seyirci kalmama sorumluluğunu taşımakta­dır. Bu yüzden, tarihin belirleyiciliğine inanırken, tari­hin zorunluluğu içerisinde bireysel özgürlüğe ve bireyin insanî sorumluluğuna da inanıyorum; birbirine aykırı bulmuyorum bu ikisini. Çünkü tarih, bilimsel bir külli cebir esasınca hareket halindedir; tıpkı doğa gibi. Ama ben, bir insan bireyi olarak, seçmeliyim, tarih çizgisinde hareket etmeliyim; tarihin belirleyiciliğini bilim gücüyle hızlandırmalı ve ilerlemeliyim ya da bilgisizlik, bencillik ve sınıfsal çıkarcılıkla onun karşısında durmalı ve ezilmeliyim.

 

TOPLUMBİLİM

 

Mülk-Mâlik-Mele = Allah-Halk

 

Toplumbilim de yine diyalektik temel üzerine kuruludur. Toplum, tarihte olduğu gibi, iki sınıftan -Habil ve Kabil sınıfından- oluşmaktadır. Çünkü tarih, toplumun zaman çizgisindeki hareketi demektir. Dolayısıyla toplumda tarihteki belirli bir zaman diliminden bir kesittir. Bir milletin tarihinden zamanı alırsak o milletin toplumunu elde etmiş oluruz.

 

Bence, toplumda sadece ve sadece iki alt yapı olanaklıdır; biri Kabilci altyapı, öteki ise Habilci altyapı. Köleliği, serfliği, feodalizmi, burjuvaziyi ve sermayedarlığı altyapı olarak kabul etmiyorum; çünkü bunların hepsi üstyapıdır. Marx, bu beş aşamayı Asya tipi üretim tarzı olarak adlandırdığı aşamayla birlikte ilkel komünal toplum ve son komünal toplum [nihai sınıfsız toplum] aşamaları sırasında ele alarak hepsini bir kategoride saymış ve tümünü de altyapı olarak adlandırmıştır. Köyün ağası, şehrin hacısı olup raiyeti de işçi olunca toplumun altyapısı değişmiş mi oluyor? Buna benzer olarak, üre­tim kaynakları üzerindeki genel mülkiyetin, bireysel mülkiyete dönüştüğü ve bir grubun her şeye sahip, bir grubun da her şeyden yoksun olduğu zaman gene altyapı değişmekte [mi] dir? Şaşırtıcıdır. İnsan toplumunda an­cak iki altyapı bulunabilir. Birinde toplum, kendi yazgısını elinde bulundurur ve herkes onun için ve onu koru­mak için çalışır. İkincisi ise, bireylerin mülkiyeti ellerin­de bulundurdukları, yazgılarına sahip oldukları ve hem de toplumun yazgısını belirledikleri düzendir. Sonuçta bu altyapılardan her birinde hepsi de üstyapı olan çe­şitli üretim kurumları, çeşitli ilişki biçim ve türleri, fark­lı üretim araç ve kaynakları bulunmaktadır. Örneğin, Habilci altyapı ya da iktisadî ortaklık, yani toplu mülki­yet altyapısında hem avcılık üretim tarzı bulunmakta, hem çobanlık yoluyla üretim tarzı [her ikisi de ilkel ko­münde] hem de endüstriyel üretim tarzı [sermayedarlıktan sonraki sınıfsız toplumda] bulunabilmektedir. Hatta şehir burjuvazisi, artisanat [esnaflık] dönemi üretim tar­zı ve üretim kaynak ve araçları ya da feodalite aşaması çiftliği, komünal altyapıyla birlikte bulunabilir. Karşıt kutupta da Kabilci altyapıyla ya da iktisadî tekelcilikle, yani bireysel mülkiyetle birlikte çeşitli toplumsal ku­rumlar, sınıfsal ilişkiler, çeşitli üretim araç, kaynak ve türleri bulunabilir; Kölelik, serflik, feodalite, burjuvazi, endüstriyel sermayedarlık ve son noktasında da emper­yalizm. Ama bence Marx, kendi tarih felsefesinde birkaç ilkeyi birbirine karıştırmış; toplumsal değişim aşamala­rı sınıflandırması birbirlerine girmiştir; Birincisi, mül­kiyet şeklini, ikincisi, sınıfsal ilişkiler şeklini, üçüncüsü de üretim araçları şeklini karıştırmıştır. İşte, onun söyleyişiyle her aşamada toplum altyapısının da değiş­tiği tarihsel değişim aşamaları şu şekildedir;

 

1- İlkel komün, toplumdaki insanların toplu halde ve birlikte yaşadıkları ve avcılık yoluyla üretimin sağlandı­ğı bir dönemdir. Bu dönemde üretim kaynakları -ki or­man ve ırmaktan ibaretti- üzerindeki mülkiyet araların­da ortaktı [Altyapı temeli, burada toplu durumdaki mül­kiyettir].

 

2- Toplumun Efendi ve köle biçiminde ikiye ayrıldığı dönemdir kölelik dönemi. Bu dönemde iki sınıf arasında­ki ilişki, mal sahibi ile mal, insan ile hayvan ilişkisi gibi­dir. Efendi, kendi eşyası durumundaki kölesini öldürme, dövme, satma vb. hakkına sahiptir [Altyapı temeli, bura­da sınıfların ilişki biçimidir].

 

3- Toprağa bağlı kölelik [serflik] döneminde, toprak sahibi sınıfla onların raiyeti olan öteki sınıf bulunmakta­dır. Bu ikinci sınıftakiler, efendilerin köleleri olma duru­mundan kurtulmuş, fakat toprağa bağlı köleler durumu­na gelmişlerdir. Bunlar, toprakla birlikte alınıp satılır­lar. Mülkiyeti elinde bulunduranla bunların ilişkisi köle­ninkinden daha üst düzeyde, köylülerden daha alt dü­zeydedir.

 

4- Feodalite ya da timar beyliği ve taife krallığı döne­minde üretim sistemi tarıma ve toprağa dayalıdır. Mül­kiyeti elinde bulunduran kişi, sınırlı bir bölgede, köylü kitleyi yöneten, siyasette bulunan, vergi alan, ahlakî ve özdeş ayrıcalıkları da bulunan bir beydir. Bu bey, soylu­luk ve şeref sahibidir. Kalıtsal olarak taşıdığı ve başkalarının yoksun bulunduğu bir kan ve soyu vardır.

 

5- Burjuvazi, kazanca, ticarete, el sanatlarına, kent­sel yaşayışa ve para değişimine dayalı bir altyapıdır. Bu altyapıda, köylü ile bey, aristokrat kesimle halk kesimi [raiyyet] ortasında yer alan orta sınıf [emekçiler, esnaf, sanatkârlar, memurlar ve kentsel uğraş sahipleri] gelişir. Bu yeni yetme zenginler, bu dönemde, eski, köklü, şe­cere sahibi ve soylu[!] aristokratların ve beylerin yeri­ne geçerler. Aristokrasinin raiyyetle olan ilişkisi ortadan kalkar, liberalizm ve demokrasi yolunda bir eğilim orta­ya çıkar.

 

6- Burjuvazinin ve sanatın gelişmesi, sermayelerin yığılmasını, büyük üretimlerin merkezileşmesini sağlar. Dükkânlar süpermarketlere, odalar şirketlere, küçük elişi atölyeleri büyük endüstriyel fabrikalara, tefeci bü­roları bankalara dönüşür; son olarak, kervansaraylar borsalara ve tüccarlar da sermayedarlara dönüşürler ya da yok olurlar. Para değişiminin yeriniyse, senet, çek, pay kredi ve benzerleri, iktisadı değişim ve işlemlerin sembolleri haline gelirler. Köylüler tarlalardan, işçiler çarşı, atölye ve dükkânlardan fabrikalara ve sınaî üreti­min belirli kutuplarına sürüklenirler; orada her geçen gün daha gerilimli, daha güçlü duruma gelirler. Üretim ve çalışma araçları -ki artık kürek, balyoz, testere, keser, öküz, eşek, saban vb. yoktur- kompleks durumdaki makinelerdir. Bu makineler, sermayedarın elinde bulun­duğu için, işçi de boş elleriyle sermayedarın elindedir. Sadece kol gücünün ücretini alır; öncekinden daha fazla olarak, hem tutsak edilir, hem de sömürülür. Bu yüzden işçi yerine proleter adı verilmiştir ona.

 

7 - Sermayedarlar, sayıca azalıp servetçe güçlendik­çe, endüstri ve sermaye geliştikçe, endüstriyel proleter sınıfı daha gerilimli, daha güçlü, daha uyanık duruma gelir. Bu iki kutup arasındaki diyalektik savaştan bu sı­nıf karlı çıkar. Böylece bu sınıf, düzeni içten yıkar, üretimdeki özel mülkiyeti ve sermayeyi lağvederek, onu ge­nel mülkiyet şekline sokar. Böylece, sınıfsız toplum ku­rulmuş olur.

 

Birinci ve yedinci aşamada bir altyapının, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı aşamalarda da bir altyapının bulunduğunu açıkça görüyoruz. Dolayısıyla tarih boyunca, iki altyapıdan fazla altyapı olamaz. Örne­ğin, feodalite ve endüstriyel sermayedarlık aşamaların­daki altyapı aynı altyapıdır; Her ikisinde de üretim kay­nak ve araçları üzerindeki mülkiyet özeldir. Her ikisinde de altyapı sınıfsaldır. Değişen şey, üretim araçları ve üretim biçimi, sonuçta da üretim ilişkilerin zahiri şekli­dir. Aynı şekilde, bunun tersine, üretim araçları, şekli ve ilişkileri bir olup altyapı iki tane olabilirdi. Örneğin, ta­rımsal üretimi bulunan, araçları da değişmemiş olan ve henüz endüstri ve sermayedarlığı koklamamış, hatta burjuva sınıfı gelişmemiş bir toplum, bir devrimle ya da bir dış savaşla veya iç darbeyle sosyalist, yani toplu mül­kiyet altyapısına kavuşabilir.

 

Önceleri kendi kabilemden biriyle birlikte kardeş kardeş avlanmaya gidiyorduk. Toplumumuzda bir altya­pı vardı. Sonraları o mal sahibi oldu; ben de bundan yok­sun kaldım. O hâkim oldu, ben mahkûm. Sonunda şekil değiştirip çalışma araçlarını ve çalışma biçimini değiş­tirdi. Ama o, yine aynı şekilde malikti ve çalışmıyordu. Bense yoksundum ve çalışıyordum. Bir zamanlar ben kö­leydim o da efendi. Sonra serf oldum, o da bey oldu. Sonra köylü oldum, o da ağa. Sonra küreği bıraktım, o da atını bıraktı. Her ikimiz de kente geldik. O, mülkünün para­sıyla birkaç taksi aldı; ben de onun sürücüsü oldum. Şim­di onun fabrikası var; bense onun proleteriyim! Kimin altyapısı, ne tür bir değişim göstermiştir? Tüm bu değişenler, şekiller, adlar, işler ve araçlardı; tüm bunlar üst­yapıdır. Bu dönemlerin tümünde -ilkel eşitlik ve kardeş­lik dönemi dışında- o kendi egemenliğinde kalmış ben de kendi mahkûmluğumda kalmıştım; onun için koşuşturuyordum. Altyapı, aynı köyde, aynı öküzle, aynı kazma kürekle, ilkindeki gibi aynı toprak üzerinde her ikimiz de çalışmaya gittiğimiz zaman değişir ancak.

Toplumun bu Kâbilci ve Habilci altyapısının iki te­melini iki kutba ayırmaktadırlar;

 

KABİLCİ, EGEMEN KUTUP; MÜLK-MÂLİK-MELE

 

Toplumun ilkel ve geri kalmış aşamalarında güç kul­lanımında bulunan, her üç değişik gücü de kendinde top­layan, tek çehre taşıyan ve Kabil şeklinde görünüm kaza­nan bir birey ve tek güçten ibaret bu kutup, toplumsal düzenin, medeniyetin ve kültürün değişim ve evrim sü­recinde ve toplum yaşayış boyutlarının ve sınıfsal alt ya­pısının gelişim çizgisinde üç boyut kazanır; kimi zaman da belirgin üç çehreye bürünür; Biri siyasetin tezahürü ­güç, biri iktisadın tezahürü para, ötekisi ise dinin teza­hürü züht. Kur’an’da, Firavun egemen siyasi gücün, Karun egemen iktisadî gücün, Belam ise egemen resmi ruhaniliğin sembolü olup bunlar hep birden tek Kabil’in üçlü görünümüdürler.·

 

Bu üç çehre -Kur’an’ın terimleriyle mele, mutrif ve rahip- sırasıyla, gözü doymazlar ya da boynu kalın­lar, şiş karınlılar ya da kalın kuyruklular, resmi ruhani­ler ya da hilebaz uzun sakallılardan ibaret olup sırasıyla, baskı, istismar ve eşekleştirme yoluyla halkı sürekli öl­dürmektedirler.[19]

 

HABİLCİ MAHKÛM KUTUP; ALLAH-HALK

 

Bu üçlü [mülk-malik-mele] tabakanın karşısında halk [nas] tabakası yer almaktadır. Her ikisi de, tarih boyunca, birbirlerine karşıt olarak, birbirlerinin karşılarında bulunmaktadır. Bu sınıfsal toplumda Allah, nas safındadır. Öyle ki Kur’an’da toplumun söz konusu edildiği her yerde Allah ve en-nas, birbirlerinin eş anlamlıla­rı olarak bulunurlar.

 

Öyle ki bir ayetteki nas kaldırılıp yerine Allah ko­nulabilir ve aynı şekilde Allah kelimesi kaldırılıp yeri­ne nas konulabilir; bu durumda her ikisi de aynı anlam taşıyabilir.

 

Örneğin “Allah’a karz-ı hasen ile borç verirseniz...” [Teğabun Sûresi, 17] ayetinde Allah’tan amacın insan­lar olduğu açıktır; yoksa Allah’ın karz-ı hasene ne ihtiya­cı olabilir? Yani burada “insanlara karz-ı hasen ile borç verirseniz...” denilmektedir.

 

Dolayısıyla, toplumsal konularda, yani toplum kurumunda [inanç konularında, yani dünya kurumunda de­ğil] en-nas ve Allah birbirlerinin yerine geçerler. Bu esasa göre “Hüküm Allah’ındır.”, “Mal Allah’ındır.”[20] “Din yalnız Allah’ın olur.” [Enfal Sûresi, 39] dediğinde, hâkimiyet, kendilerini Allah’ın temsilcisi, oğlu ve makamı ya da Allah’ın yakınlarından biri olarak tanıtanların değil halkındır; sermaye, karunların değil halkındır; din, ruhanî ve kilise adındaki özel kurum ya da kişile­rin tekelinde değil bütünüyle halkındır, demiş olmakta­dır.

 

Halk en-nas kelimesinin İslam’da derin bir anla­mı, özel bir algılanış biçimi vardır. Sadece halk, Allah’ın temsilcisi ve Allah’ın ailesidir. Kur’an, Allah adıyla başlamakta ve halkın adıyla son bul­maktadır. Kâbe, Allah’ın evidir ve Kur’an ona halkın evi der; bireylerin mülkiyetinde bulunan başka evlerin karşısında özgür ev [Beyt-i Atik] adını verir. Burada nas’ın, teker teker bireyler dizgesi anlamını değil, tam tersine, bireyler karşısında toplum anlamını verdiği­ni görüyoruz. en-nas, çoğul anlamı veren tekil addır.

 

Aslında nas kelimesinin tekili yoktur. Bütün bireyle­rinden bağımsız bir kişilik olan toplum kavramını han­gi kelime bundan daha iyi anlatabilir?

 

Ulusal, siyasi, iktisadî toplumlar, yani tarihin her döneminden her toplum bir karşıt düzen barındırır. Karşıtlık onun içindedir; birbirine düşman iki sınıftan oluşan sınıfsal bir toplumdur; Bir yanda “mele, mutraf ve molla”, karşıdaysa Allah ve halk bulunmaktadır.[21] O yanda dinler, karşıdaysa din yer almaktadır.

 

İDEOLOJİ = İSLAM

 

Tek kelimeyle, bu öğretide ideoloji İslam’dır. Ama hangi İslam? Burada söylemek istediğimi anlatmak ol­dukça zor. Çünkü kaçınılmaz olarak, büyük ölçüde eski­meye ve gerilemeye uğratılmış kelime ve terimlerle ko­nuşmam gerekmektedir. Çünkü bütün esasları, ayrıntı­ları, ayrıntıların ayrıntılarını, terimleri, inançları, kişi­likleri vb. hepsini, bizim dinî toplumumuzda gündemde olan bütün terim ve kelimeleri kabul ediyor ve buna da­yanıyorum. Öte yandan hiçbirini kabul etmiyorum ve din dışı aydınların tümünden daha çok karşıyım onlara. Bunlar ne bilir, bu inançların, bu elinin, bu tarihin, bu ki­şiliklerin, tüm bu yüce ve hayat bağışlayan değerlerin başına neler getirildiğini. Eşekleştirme petrokimya tek­niğinin nasıl becerip de kandan uyku, kıyamdan kuûd [oturma], ilimden cehalet, adalet ve imamet mezhebinden parçalanma ve zillet karşısında tes­lim kaynağı yarattığını nereden bilecek bu aydınlar?

 

Bu yüzden her an açıklamak, belirginleştirmek, ken­dimi aklamak, her kelimenin daha çok ünlü ve tanınmış olan olumsuz yönünü olumsuzlayıp şöyle demek zorun­dayım; İslam, Ka’bu’l-Ahbar’ın değil, Ebuzer’in İslam’ı; hilafet, sınıf ve aristokrasi İslam’ı değil, adalet ve rehber­lik İslam’ı; esaret, uyku ve suskunluk İslam’ı değil, özgür­lük, bilinç ve hareket İslam’ı; ruhanî İslam değil, müca­hid İslam. Şiilikse Safevi Şiilik değil, Alevi Şiilik; takiy­ye, şefaat ve bekleyiş Şiiliği değil, takva, sorumluluk ve itiraz Şiiliği.[22] Velayet dediğim zaman, inananlarını baskı ve zorbalık velayetinden kurtaran velayettir amaçlanan; Allah’a yaratılış ve kâinatı idare işinde yar­dım eden[!] ama halkın işine yaramayan ve izleyenleri­nin aşağılayıcı yazgılarına karışma zahmetinde bulun­mayan mollacı velayet değil.

 

Her halükârda, taklit, taassup ve teslim İslam’ı de­ğil, inançsal ve toplumsal Cihad, bilimsel ve aklî içtihat İslamı’dır söz konusu olan; mefatihu’l-cenan [cennet­lerin anahtarları] İslam’ı değil, Kur’an İslam’ı; tüfanu’l-buka [ağlayış tufanı] değil, Nehcu’l­-Belağa; gözyaşı Hüseyin’i değil, kan Hüseyin’i; nevha [ağlama] Kerbelası değil, haykırış Kerbela­sı... Bırakalım; çoktur daha. Burada, İslam’ı, anladığım ve inandığım şekilde açıklayamam. İşimizin güçlüğü­nün büyük bir bölümü, İslam’ın, bugün olduğu biçimde, bütün zihinlerde gündemde ve herkesin onunla tanışık bulunduğunda yatmaktadır. Bu durumda, İslam’dan unutulmuş ve tanınmamış ilk şeklindeki anlam, yön, ruh ve içeriğiyle söz etmek kolay iş değildir. Eğer hiç gün­deme getirilmemiş olsaydı, onun çehresini muhatabın zi­hin ve duygusunun temiz ve beyaz perdesine resmetmek daha kolay olurdu.

 

Arzuladığım ve arayışında olduğum şey, bir ideolo­ji olarak İslam’a dönüştür. Var olan İslam ise [avam ve avamı kandıranlar arasında gördüklerinizden başka hiçbir şey yoktur; o da keşke olmasaydı], âlimlerimiz, ciddi ve bilimsel topluluklarımız arasında bir kültür olarak söz konusudur. Yani, kelam, lügat, felsefe, rical ilmi, fı­kıh, usul vb. den ibarettir. Elbette bunlar kendilerine gö­re ilim, araştırma, tahsil ve öğretim dünyasında­ değerli ve azizdir.[23] İslam -ideoloji olarak-, dört temel­den oluşan bilimsel, çözümlemeli ve karşılaştırmalı tanı­ma yoluyla bulunabilir;

 

1- Allah / 2- Kur’an/3- Muhammed/4- Örnek Sahabi/ 5- Medine.[24]

 

İDEAL TOPLUM; ÜMMET

 

Bu toplum ümmet adını taşır. Çeşitli dil ve kültür­lerde bir insan topluluğunu ya da bir topluma ad olan sos­yete [société], nasyon [nation], soy, halk, kavim, kabile, taife vb. gibi benzer kavramlar karşısında ümmet keli­mesi ileri bir ruhu, dinamik, yükümlü ve ideolojik bir toplumsal görüşü anlatır.

 

Ümmet, yol ve uyum anlamına gelen ‘um’ kökün­den gelmektedir. Dolayısıyla ümmet, ortak bir inanç ve hedef taşıyan ve ortak hedeflerine ulaşmak için yola ko­yulan bir toplumdur.

 

Oysa benzer terimler, toprak ya da kan birliğini ya da maddi çıkar ortaklığını insanların bir araya gelişine esas olarak almışlardır. İslam, ümmet kelimesini seçe­rek düşünsel sorumluluğu ve hareket, hedef, gidiş ve olu­şa katılmayı kendi toplumunun oluşum felsefesi olarak belirlemiştir.

 

Ümmette altyapı iktisattır [maddî hayatı olmaya­nın manevi hayatı da yoktur]. Toplumsal düzen kıst ve adalet üzerine kuruludur. Halk mülkiyeti, Habil düze­ninin eşitlik toplumunun, sonuç olarak da insan kardeş­liğinin ve sınıfsız toplumun ihya edilmesi esastır ama Batı burjuvazisi görüşünü korumuş olan Batı sosyalizmi­nin tersine, hedef değildir. Siyasi felsefe ve rejim şekli, ne başların demokrasisidir, ne toplumsal güçlerin oyun­cağı olan hedefsiz ve sorumsuz liberalizm, ne kokuşmuş aristokrasi, ne halk karşıtı diktatörlük ve ne de tahmili oligarşidir. Tam tersine, rehberlik esasına dayalıdır [faşizm olan rehberlik değil]. Devrimci yükümlü reh­berlik; bu dünya görüşü ve ideolojiye dayalı olarak toplu­mun hareket ve değişim [devinim]inden sorumlu olan ve insanın, yaratılış felsefesindeki ilahi takdirinin gerçek­leşmesi için çabalayan bir rehberliktir burada söz konusu olan. İmamet, işte bu demek.

 

Bu ümmet [ki sorumlu ve muhacir bir inanç toplu­mudur ve hedefi de ideal insan yaratmaktır], Hadid Suresi’nde anlatıldığı gibi üç boyutlu bir toplumdur; 1- Kitap / 2- Terazi / 3- Demir.

 

İDEAL İNSAN; ALLAH’IN HALİFESİ

 

O, tanrımsı bir insan olup onda Allah’ın ruhu, ‘ib­lis-çamur-lığ’dan oluşan öteki yarısına üstün gelir. O, kendi iki sonsuzu arasındaki ikircikten ve çatışmadan kurtulmuştur. “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanırız.” Bu, eği­tim ve öğretim felsefesidir; bu standarttır. Yani konul­muş bütün standartların olumsuzlanmasıdır. Allah’ın tabiat ve huyunu almak, mutlak amaca doğru, mutlak olgunluğa doğru gitmek demektir; yani kalıplaşmış bi­çimlerde yontulmak ve dökme insanlar yapma değil, bitmez tükenmez bir evrimdir.

 

Bu insan, olması gereken ama olmayan insan, iki bo­yutlu bir insandır. Her iki kanadıyla da uçan bir kuştur. Ya iyi insan ya da güçlü insan yetiştiren veya temiz ve takvalı ama bilinci zayıf insanlar yetiştiren ya da parlak ve keskin zekâları bulunan ama kalbi kararmış, eli eteği kirlenmiş insanlar yetiştiren yahut iç âleme, güzellikle­re ve ruhun sırlarına gönül vermiş, ama yoksul, geri, aşa­ğı ve cılız bir yaşayışa tutsak olmuş -tıpkı onca manevi­yatla, içsel şaşırtıcılıklarla ve güzel, yüce duygularla do­lu olmasına karşın, yüz binlercesi yıllarca birkaç İngiliz albayına tutsak olup horlanan o Hint ruhanileri gibi- in­sanlar yetiştiren veya sanat gücüyle yeri, dağları, deniz­leri ve göğü yaran olanak, lezzet ve refah dolu bir hayat yaratan, ama duygu ve değerin askıya alındığı ve dünya­nın ruhunu ve hayatın derinliğini kavrama ve doğadan, tarihten üstün güzellikler ve insanlar yaratan özel gücü güçsüzleşip felç olan insanlar yetiştiren dünya kültür ve uygarlıklarının insanının tersine, iki boyutlu bir insan­dır bu.

 

Bu ideal insan, doğanın kıyısından geçip halka sırtı­nı dönerek değil, doğanın içinden geçerek Allah’ı anlar ve halkın ardınca giderek Allah’a ulaşır. Bu ideal insa­nın elinde Kayserin kılıcı, göğsündeyse Mesih’in yüreği vardır. Sokrat’ın beyniyle düşünür, Hallac’ın yüreğiyle aşk duyar. Alexis Carrel’in arzuladığı gibi; “Hem bilimin güzelliğini, hem de Allah’ın güzelliğini anlayan; Pas­cal’ın sözünü, Descartes’in sözünü dinler gibi dinleyen bir insandır.”

 

Spartaküs gibi köle sahiplerine başkaldıran; Ebuzer gibi açlar devriminin tohumunu saçan.

 

İsa gibi aşk ve barış habercisi; Musa gibi cihat ve kur­tuluş elçisi.

Felsefî düşünceye dalıp halkın yazgısından gafil kal­mayan, aynı zamanda da siyasete gömülüp, halkzede­lik ve şöhret düşkünlüğüne düşmeyen biri. Bilim, iman lezzetini tatmaktan onu alıkoymaz. İman, ondaki akletme ve mantık gücünü felç etmez. Takva, onu hiçbir işe yaramayan arınmışlığa götürmez; çaba ve yükümlü­lük onun ellerini kirletmez. Cihad ve içtihat insanıdır; şiir ve kılıç, yalnızlık ve yükümlülük, duygu ve düşünce, güç ve sevgi, iman ve bilgi vb. insanı. Bütün boyutlarıyla tam bir insandır. Yaşamanın, tek boyutlu, kırık dökük ve kusurlu kılmadığı, kendinden uzaklaştırmadığı, kendi­ne yabancılaştırmadığı insandır. O, Allah’a kulluk yo­luyla, var olan her şeyin ve herkesin kulluk bağından kurtulandır. Mutlak irade karşısında teslim oluşu, her zorlama karşısında başkaldırıya çağırmaktadır onu. Öl­mekte olan bireyselliğini, insanın diri türselliğine hulul ettiren [geçiren] ve kendisini olumsuzlamakla kalıcılığa eren insandır o.

 

O, Allah’ın ağır emanetini kabullenmiştir; bu yüzden kendi özgürlük ve seçimiyle sorumlu ve yükümlüdür. O kendi evriminin, kendisiyle Allah arasında -halktan ay­rı- özel bir bağ oluşturmakta bulunduğu anlayışında de­ğildir. O, insan türünün gelişmesi için gösterdiği çabada, halkın özgürlüğe, ekmeğe, olanaklara ve mutluluğa ka­vuşması yolunda katlandığı sıkıntı, açlık, yoksunluk ve işkenceyle; düşünsel ve toplumsal savaşımın çilesinin ocağında takvaya, olgunluğa ve yakınlaşmaya ulaşır.

 

Çevrenin şekillendirdiği insan değildir o; o şekillen­dirmiştir çevreyi. O, bütün zorlamalardan -ki hep in­sanları kendi içine sıkıştırır ve kendi biçimlendirici ka­lıplarını onlara yükler- bilim, teknik, toplumbilim, özbi­linç gücüyle, iman ve bilinç zoruyla kurtulmuştur; Doğa­nın ve verasetin zorlamasından, tarihin zorlamasından, toplum [çevre] un zorlamasından, bilim ve tekniğin ­kılavuzluğuyla özgürlüğüne kavuşur, kendisinin üç zin­danına da saldırıp onlara egemen olur ve aşk gücüyle de dördüncü zindanından, kendi zindanından kurtulur, ona saldırır, kendine egemen olur ve kendisinin kendisini yaratır.[25]

 

O, miras alınan kavmi geleneklerden, toplumsal adetlerden -ki hepsi göreli olup çevre ve zaman eliyle tü­retilmiştir- ahlakı kurtarmak ve tanrısal diri değerleri keşfetmek yoluyla Allah’ın ahlak ve huyunu alır ve mut­lak ahlaka ulaşır. O, artık iyiliği bir ödev gibi yapmaz. Ahlak, toplumsal vicdanın ona yükledikleri zorunluluklar dizgesi değildir. Tersine, iyi olmak, ‘o’ olmuştur; yüce değerler, onun özünün temel öğeleri ve onun, olmak, yaşamak, düşünmek ve sevgi beslemek gibi özdeş boyutlardandır.

 

Sanata gelince; sanat, onun elinde bir oyuncak değil­dir, lezzet duyma, çeşitleme, uyuşturma, şaşırtıcılık, be­dende birikmiş enerjilerin harcanma aracı değildir. Cin­selliğin, siyasetin ve sermayenin hizmetinde bulunan bir etken de değildir. Sanat, Allah’ın insana özel bir emane­tidir. Kalem, dünyanın yaratıcısının yaratısıdır ve onu insana, kendi halifesine, başka bir dünya yaratsın, baş­ka bir cennet kursun, başka güzellikler, başka yaşayış­lar, başka düşünceler, başka ruhlar, başka risaletler, başka bir yer, başka bir gök ve başka bir zaman oluştur­ması için vermiştir. Allah, mutlak özgürdür, mutlak bi­linçlidir, mutlak yaratıcıdır. Allah’ın emanetçisi olan ve Allah’ın kendisine benzer kıldığı insan ise, güzellik, iyi­lik ve akıllılık ile dolu ölümsüz bir iradedir. Doğa dünya­sında sadece o erişmiştir göreli özgürlüğe, bilince ve ya­ratıcılığa. Çünkü Allah, onu kendi çehresine yakın ola­rak yaratıp, kendisine yakın kılmış ve onu şöyle uyar­mıştır; “Benim ardımdan gelirsen seni kendim gibi yaparım...”

 

Bu, ideal insandır. Üç çehreli bir insandır bu; Ger­çek, iyilik ve güzellik. Yani bilgi, ahlak ve sanat.

 

O, doğada Allah’ın halifesidir; bilinç, özgürlük ve yaratıcılıktan ibaret üç boyutuyla yükümlü bir iradedir.

 

Bütün kâinata egemen, bütün meleklerce secde edi­len ve aşk ve bilgiden oluşan iki sermayesiyle yeryüzü sürgününde bir tanrımsıdır o.

 

Dünyanın büyük isyankârı; varlığı Allah’ın iradesi­nin ayakları altındaki düz bir yoldur ki yaratılışa ait son planını onda, kendi elleriyle gerçekleştirmek için onun önünde uzanmaktadır bu yol. Çünkü o, doğa cennetinden, orada insan cennetini yaratmak için özbilinç ve gurbet çölüne inmiştir.

 

Şu anda Allah’ın halifesi olan o, kulluğun şaşırtıcı ve zor yolunda, emanetin ağır yükü omuzunda, tarihin sonuna ve doğanın son sınırına varmıştır.

 

Orada bir kıyamet ve ön hazırlık başlar. Bu hazırlık­ta Allah, insan ve aşk, başka bir dünya yaratma işine ko­yulurlar; yeni bir yaratış öyküsü anlatırlar.

 

Bu yüzden, “Allah’ın, yere, göğe ve dağlara sunduğu ve onların üstlenmekten kaçındıkları emaneti sadece in­san üstlendi.”

 

İnsan, Allah’ın bu âsisi,

Bir eli şeytanın elinde; akıl,

Öteki eli Havva’nın elinde; aşk,

Ağır emanet heybesi omuzunda,

Dertsizlik ve mutluluk cennetinden atıldı,

Yalnız başına, bu dünyada garip kaldı.

‘Asi’ ama hep dönüş endişesinde.

Şimdi, ibadetten, kurtuluşa nasıl yol bulacağını öğrenmiştir.

‘Gönüllü cebr’e teslim olarak

 

İsyan ederek kör cebrden kurtulduktan sonra­ umutsuz kurtuluş sıkıntısının nasıl geçeceğini öğren­miştir.

 

O -ki Allah’tan kaçmıştır-

Yeryüzünün çileler ocağında

-Bilinç, yalnızlık ve seçim-

Sınav görüp aldandıktan sonra

Şimdi Allah’a dönüş yolunu

-Onu bekleyen büyük dostuna dönüş yolunu- bilmektedir...

Bir yol ki;

Ona doğru o olmaktan geçer...

 

OKUYUCUYLA

 

Bu plan, bir öğretinin görünen yüzünden, simgesel bir betimlemedir. Aynı ölçüde de, bir kişinin bir kaç kaba çizgisinin bütün gövdesinin, davranışlarının, durumu­nun; niteliklerinin, ruhsal ve ahlakî erdemlerinin, dü­şüncelerinin, inançlarının, sevgisinin edimlerinin, yaşa­yış tarzının ve toplumsal rolünün aynası olabileceğini de gösterebilir. Özellikle, onun güçlüğüne, müphemliğine ve kuşkululuğuna eklenecek şey, İslam’dan ve bilinen İslamî terimlerden söz etmek olacaktır. Okuyucuların çoğu az çok İslam’la tanışıklar ve bu terimlere de alışık­lar. Fakat dil ve söyleyişler, çoğu çıkarımlar, ayrıştırma ve çözümlemeler, şaşırtıcı bir biçimde, uzak ve yabancı görünmektedirler. Birçok yerde; Din ve elimizde olan ölçütler açısından aslında güçlükler bulunmaktadır. Bu güçlükler yine daha çok şuradan kaynaklanmaktadır; Burada ve özellikle insan ve Allah ile ilgili olarak kullandığım kelime ve sıfatlardan kimileri, eski kelam metinle­rinde kullanılan terimlerle ve delillendirmeler, gnostik, sufiye, Batıniye, Hulûliye, müşebbehe, mücesseme vs. fır­ka ve mezhepleriyle kimi zaman benzerlik göstermekte­dir. Bu ise, o metinlere aşina olan ve öte yandan da günü­müz Batı felsefe dil ve kültürüne bütünüyle yabancı ve aynı zamanda araştırmaya ve düşünmeye hali ve havsa­lası el vermeyen bir zihni -anlama ve düşünme yerine, daha çok itham etmenin, dedikodu yapmanın ve ezme­nin hoşnut ettiği bir zihni- yanılgıya düşürebilir. Bu yüz­den, yine yılanları aç kalan, onlara oldukça sıkıntı veren, her yerde yiyecek için koşuşturan ve genç insan beyni arayan Dahhaklar, burada çok sayıda yağlı ve yumuşak lokmalar bulacaklardır. Açlıklarını giderecek bir yıllık yiyecek, bir ömür sessizlik ve kıyıda köşede kalmışlık hastalıklarının şifasını bulmuşlardır işte. Fakat sözü­mün yönü, bu tekrar ve taklit çarkında -ki bizim bu yeni sayfalarımız da aynı çizgiye düşmüştür- yeni hava ara­yışında ve bu nesle, bu çağa ait tip ve uğraşla tanışık bir kaygı ve ihtiyaçla söylenmiş bir sözün peşinde olan arı düşünceli öğrencilere, talebe ve aydınlara dönüktür. Bunları huzura kavuşturan şey, bir görüşü ya da kişiyi doğru, derinlemesine ve açıkça anladıklarına ilişkin kendilerine duydukları güvendir.

 

Bunlardan, burada kullanılan kavram ve terimler üzerinde tek tek durmalarını istiyorum. Çünkü her biri, bir teze, bir esasa, bir inanca ve bir metne dayanılarak se­çilmiştir. Bundan başka, bu plan, toplumsal konularda özellikle tarih felsefesiyle, diyalektikle, Marksizm’le felsefî konularda Hegel idealizmiyle, Nietzsche felsefe­siyle, hümanizmle, özellikle radikalizmdeki varlık ve in­san konularıyla, egzistansiyalizmle, özellikle de Jaspers ve Heidegger okullarıyla, ayrıca Sartre ve Camus’un di­liyle ve öte yandan Veda ve Budha öğretilerinin varoluş, felsefe ve insanbilim kavramlarıyla tanışık olan okuyucu için açıktır ve böyle bir okuyucu onun derinliğini, ruhunu ve nelere işaret ettiğini anlayabilir. Aynı zamanda bu okuyucunun az çok İslam kültürü taşıması da zorunlu­dur. Ama bütün bunlarla birlikte, burada söz konusu edi­len terim, inanç ve esaslardan her biri, yaygın olan an­lam ve kavramından ayrı olarak, kendime özgü yorum ve algılayış doğrultusunda kullanılmıştır; bu bilinmelidir. Çünkü yaygın ve bilinen anlamlarıyla -felsefe ve din adamlarının zihinlerinde bulunduğu şekliyle- alınırlar­sa bir şey elde edilmemesi bir yana, benim tam olarak ter­sine inandığım bir kavram bile yakalanabilir. Öyle ki, or­taya koyduğum konuların çoğunda böyle ters anlamalar ortaya çıkmış ve kimi zaman, olanca taassubum­la karşısında savaştığım ve tam olarak karşıtını düşün­düğüm bir inanç bana nispet edilmiştir.

 

Bu yüzden İslamî konularda kullandığım ve bu planda yorum ve açıklama yapmadan söz ettiğim konulardan ve hatta özel terimlerden, özel tez ve algılardan her biri için, onları mantıklı, derin ve her yönden tanımak isti­yorsanız, -muvafık ya da muhalif olmanız önemli değil­- burada gösterdiğim kaynaklara başvurunuz. Çünkü be­nim İslam-bilim tezlerimin en esaslıları bu kaynaklarda ortaya atılmış ve açıklanmıştır. Bu tasvir, -bir öğreti olarak- İslam’a ve aynı durum­da, dünyaya, insana, hayata, topluma ve insan sorumlu­luklarına ilişkin tüm düşünce ve inançlarımın dışrak şekli, simgesel planı ve genel iskeletidir. Bu betimleme, okuyucu onun açıklanmış içeriğiyle tanışık olduğu ölçü­de okuyucu için aydınlık olabilir. Ne söylediğimi, ne söy­lemek istediğimi, düşünce ve inancımın temel boyutlarının ne olduğunu doğru ve açık bir biçimde tam olarak bil­meye çabalayanların bu kaynakları okuma sıkıntısına katlanacaklarını umuyorum. O zaman, din dışı aydın­ların ve aydın olmayan dinlilerin taassubunun tersi­ne bizim Müslüman olduğumuzu, ama bu çağda ve dün­yanın bu noktasında Müslüman olduğumuzu göz önüne alarak beni eleştirmeye başlayacaklarını, inanç ve yü­kümlülüğümün güç ve zaafını değerlendireceklerini ve ancak bu özel zamanda, bu özel ortamda yaşayan, kendi tarihsel, toplumsal ve evrensel konumunun bilincinde olan ve bu çağın Müslümanlığının düşünsel ve kültürel havasını soluyan kimselerin bu işi doğru olarak yapabi­leceklerini ve bu havanın sosyalizm, egzistansiyalizm ve İslam üçgeni içinde bulunan bir hava olduğunu unut­mayacaklarını umuyorum.

 

 

[1] Burada ve bütün başka yerlerde "ben" kelimesini kullanmam, başkalarının ağzından konuşmuş olmak istemediğimdendir. Tevhid şu anlamda, ümmetse şu anlamdadır; İslam bunu söy­lemek istiyor, Şiilik şunu; ya da toplum bu, sınıf şudur; ideoloji böyle, bilim şöyledir vs. dediğimde "İslam, şiilik, ideoloji ve sınıf budur deme; ben diyorum, bence böyle, diye konuş ki insan­lar bunun herkesin sözü değil, bizim sözümüz değil, senin sö­zün olduğunu bilsinler." diye karşı çıktılar. Dedim, pekala! Ondan sonra "ben" inanıyorum, "ben"im görüşümce, burada "ben"im kuramım vs. dedim. Baktım yine bağırmaya başlıyor­lar, neden hep "ben" diyorsun? diye. Şimdi nasıl konuşacağımı şaşırdım. Ne "ben"i kullanmam mümkündü, ne de kullanma­mam. Öyleyse konuşmamalıydım! Belki de amaçları budur?! Her ne olursa olsun bir anımsatmada bulunmam gerek: Her ne söylüyorsam ve her ne hakkında söylüyorsam, birincisi, kendi birikimlerimle elde ettiğim kişisel görüşümdür ve iyisiyle kö­tüsüyle benim malımdır. İkincisi "bu doğrudur; bundan baş­kaca yoktur" diye inanmıyorum kesinlikle. Üçüncüsü, sözlerim benim şu amma aittir, belki yarın düzeltir ya da değiştiririm. Dördüncüsü, "vız vız"lara kulağım borçlu olmadığı oranda gözüm, doğru eleştirisiyle kusurumu bana gösterecek bir görüş sahibi beklemektedir. Birinin hesaplı bir sözü varsa, onu sövgü ve ihanetle de karıştırmış olsa sonsuz teşekkürle karşıla­rım. Saf sövgünün, yalanın ve suçlamanın işbirliği ettiği şeyi dinlemem...

[2] Hz. Ali'nin sözü burada ne denli derin, güzel ve aynı zamanda da açıktır: "Allah, eşyanın dışındadır, ama yabancı değildir. Eşyanın içindedir, ama onunla özdeş değildir."

[3] Vahdetin burada özde ve mahiyetteki vahdet olmadığını belirt­meliyim. Bu felsefi ve kelamı sözler, zihninizi örselemesin! Hepsini atın dışarı. Çünkü inancıma göre felsefi konuların -bu tür felsefeden evla- çözüm yolu, hepsini çözmeden zihinden dı­şarı atmaktır. Amaç şudur: Bu üçü birbirlerine uzak, yabancı ve karşıt değildir, aralarında sınır yoktur. Tanrı'nın, tanrılara özgü dünyada metafizikte ve aşkın dünyada bulunduğu, doğa ve maddeninse alt dünya olduğu, öte yandan da insanın tanrı­sının ayrı, doğanın tanrısının ayrı olduğu, tanrının ayrı, dün­yanın ayrı ve insanın ayrı olduğu öteki felsefe ve dinlerin tersi­nedir durum.

[4] "Nemud" ya da "nemudar" kelimelerinin Farsçada fenomen ke­limesinin anlamını daha iyi karşıladığını ve fenomenoloji felse­fesine daha yakın olduğunu düşünüyorum.

[5] Husserl öğretisine bakınız.

[6] "Nur" ayeti, bu tasviri "dünya"ya ilişkin çizmektedir. Ayrıca Tanrı ve dünya arasındaki özel bağıntıyı bu tevhidi dünya gö­rüşünde ortaya koymaktadır. Varlığın tamamı, bir "yanan kandil"dir. Vahdet-i vücud ya da kesret-i vücud [varlığın bir­den çokluğu] değil, tevhid-i vücud deyişim bu anlamdadır.

[7] "Halik [Yaratıcı], şirk dinlerinde "rab" [Tanrı]dan ayrıdır. Kimi zaman tanrıların kendileri, büyük bir yaratıcının yaratığı ol­makla birlikte dünyanın ya da insanın ya da hayatın sulta sa­hibi olarak sayılıyorlardı; bir sınıfın ya da ulusun ve soyun özel mabudu olup beşeri şirki yoruma kavuşturuyorlardı.

[8] Daha fazla açıklama için bak. İslam-şinasi, Tevhid Esası, 13. Aşama; Camie sinasi’yi Şirk [Şirk Sosyolojisi], Tahran Edebi­yat ve İnsani Bilimler Fakültesinde verilen konferans; mi'ad-ı ibrahim [irşad'da ve Meşhed Universitesi'nde yapılan üç kon­ferans.]

[9] Biliyorum elbette: "İki zıddın birleşmesi olanaksızdır." Yine "İki çelişiğin birleşmesinin ve ortadan kaldırılmasının ola­naksız olduğunu" da biliyorum. Ama bu, aslında mantıkla, Aristo mantığıyla, yani biçimsel ve zihinsel mantıkla ilgili bir olaydır. Ne var ki diyalektiğin zihinsel biçimlerle ilgisi yoktur. Diyalektik, özdeş gerçekliklere yöneliktir, "zihin" ve "aklı bi­çimler"in hareketini değil, "öz"ün ve doğal nesnelerin hareke­tini anlatır. Zihin dünyasında, tek bir nesne aynı anda, sıcak­ken soğuk olamaz; aynı biçimde büyük olduğu aynı anda kü­çük olamaz. Bunun doğada olanaksızlığı bir yana bu esas ola­rak böyledir. Akıl, diri bir varlığın ayrı durumda ölü olabilece­ğini düşünemez. Çünkü ölüm ve hayat, birbirinin çelişiğidir. Ama fizik dünyada aslında ölüm ve hayat yanyana ve birlikte­dir. Bir paranın iki yüzü gibidir ölüm-ve hayat. Ağaç, hayvan, insan, toplumsal düzen, annelik şefkati, aşk ve benzerleri, ya­şadıkları ve olgunlaştıkları sırada aynı zamanda kendi yaşlı­lık ve ölümlerini de yaratırlar. Hz. Ali şöyle der: "Bir insanın aldığı soluklar, onun ölüme doğru attığı adımlardır!" Hayat so­luğu, ölüm adımıdır.

[10] İslam'daki "Allah-şeytan" ikiciliği [dualizm] ile Zerdüştlük ve Maniheizm gibi ikici dinlerdeki "Tanrı-Şeytan", "Aydınlık Zurvan-Karanlık Zurvan" ikiciliği aynı olmayıp İslam'daki "Allah-Şeytan" ikiliği tevhidle de çelişmez. İslam'da "Ahura-Ehrimen" [Tanrı-Şeytan] çatışması, savaşımı ve ikiliği "dün­ya"da değil "insan"da söz konusudur. Şeytan, antitez ya da Al­lah'ın karşıtı değil, Allah'ın aciz ve muti kuludur ve insanla olan düşmanlığında Allah'tan ruhsat almıştır [Şeytan için ba­ğımsız bir gücün varlığının olumsuzlanması]. O, insanın tanrı­sal yarısının antitezidir. "Aydınlık ve karanlık", "Allah ve İb­lis" çatışması, İnsanların dünyasında [toplum ve birey] gerçek­leşir. "Allah-İblis" toplamı ise insan demektir. Yoksa dünya, mutlak ve rakipsiz saltanat Allah'ındır. Dünyada hep aydın­lık, iyilik ve güzellik vardır. Orada hayır ve şer çatışması yok­tur. Orada Ehrimen [Şeytan]’ın yeri yoktur.

[11] Görünümde ortaya çıkan benzerlikler yüzünden, kimileri, be­nim burada kullandığım kavram ve terimlerin, mutasavvıfla­rın, Hint filozoflarının, Platonistlerin ve vahdet-i vücuda, hatta hululiyeye ve müşebbeheye inanan kimi İslam kelamcılarının sözleriyle benzer olduğunu düşünmektedirler. Bu görünüşte­ki benzerlikler nedeniyle sözlerimi onlarla karıştırmamak ge­rek. Çünkü ben, onların, Allah'ın zatı, sıfatlarıyla olan ilgisi, vahdet-i vücud, hadis ve kadim farklılığı, heyula, cevher, akl-ı evvel, nüfus-i felekiye, envar-ı ispehbodiye vs. konularında yaptıkları araştırmaları anlamıyorum. Anlamak da istemiyo­rum. Aslında kendileri de anlamıyorlar; Allah korusun, sizin de anlamanız gerekmiyor! Çünkü o "akıl almaz hayaller", an­laşılmak için değildir asla. Burada söylediğim şey, bütünüyle bir gizem ve işaret anlamındadır. Söylediklerimin tümü, insanı değerler, inanç, ahlak ve eylem konuları anlamındadır. Sürekli olarak kaçıp ürktüğüm birincil felsefe sorunlarından, kelam konularından, tasavvuftan, eski hikmetten, malihülya­lı saçmalardan, dünya ötesine ait hayallerden söz etmiyorum.

[12] Benim Kuran'da "muhaceret" esası ve tarihteki rolü konusun­daki görüşümle ilgili bilgi için bak: "Hicret ve Temeddun" [Hic­ret ve Medeniyet], Konferans, İrşad. Muhammed Hatemi Peygamberan [Peygamberlerin Sonuncusu Muhammed] adli kitabın "Ez Hicret’ta vefat" [Hicretten Ölüme Değin] başlıklı bölümü.

[13] Silk: İnce dağ yolu [cılga], Şeriat: Suya inen ve insanların su almaları için kullanılan ırmak kıyısı yolu. Tarik: Bir ülkeden, bir kentten bir ülkeye, bir kente uzanan büyük yollar, Mezhep: Se­fer yolu, Sırat: Mabede giden yol, Ümmet: Bir önderin ardında bir yol üzerinde hareket halinde olan bir grubun uyum ve gidişi.

[14] Burada soydan değil, tip ve düzenden söz edildiğini anımsatı­rım.

[15] Müminlerden kimileri, insanlığı haramzadelikten kurtarmak amacıyla Habil ve Kabil'in nikahlarını şer’i kılmak için yeni çö­züm yolları yaratmışlardı, ama ne yazık ki artık geç olmuş, iş işten geçmiştir! Fakat her ne olursa olsun, bu müminlerin hassasiyetleri, bu büyük ve hayati güçlüğü çözmede gösterdikleri çabalar ve insanlığın ve özellikle de müslüman toplumun der­dini paylaşmaları ve onlara karşı sorumluluk duymaları takdir edilecek bir lütuftur.

[16] Yani örneğin, her ikisi kardeşti ama birinin sözgelimi Kum'da, ötekinin de Paris'te okumuş, birinin "Feza" ve "Mekteb-i İslam" dergilerini, ötekininse "Zen-i Rüz" [Günün Kadını] ve "İn Hefte" [Bu hafta] [Akşamcının yayın organı] dergilerini iz­lemiş olduğunu ya da kalıtsal bakımdan, örneğin Kabil'in bü­yük annesinin "seyyide" olduğunu söyleyemeyiz!

[17] Şair Sa'di'nin şu dörtlüğüne gönderme var [Çev.]:

"Ben ne deveye binerim

 Ne eşek olup yük altına girerim

 Ne raiyetim vardır benim

 Ne şehriyara köleyim."

[18] Adalet, hak isteme ve insanların haklarını koruma anlamında olup, gruplar ve bireyler arasındaki bireysel ve hukuki ilişkilerle sınırlıdır. Kıst ise, herkesin çalıştığı iş ve sahip olduğu hak ölçüsünde, kanun bunu ister tanısın, ister tanımasın, herkesin payı arasındaki eşitlik anlamındadır. Adalet, yargı kurumuyla, kıst ise toplumsal altyapıyla ilgilidir. Adaleti sağlamak için yargı kurumunu ıslah etmek, kıst için ise iktisadi düzeni, üst yapıda değil, alt yapıda değiştirmek gerekir.

[19] İslam'ın Allah ile insanlar arasındaki aracıyı ortadan kaldır­ması, Kuran'ın sert bir tavırla bu üçüncülerden söz etmesi ve onların aldatmacalarını ayaklar altına alması, hatta onları sert bir dille kötülemesi ve eşek ya da köpeğe benzetmesi, İslam peygamberinin, "Sakalın bir tutamdan fazla olanı ce­hennem ateşindendir." diye buyurması ve sürekli, "Elbise kol­larını kısa tutun, etekler dizden yukarda olsun" şeklinde tavsi­yeleri, İslam'ın, dinlerde bulunan bu resmi ruhani grupla olan savaşımının ve halkın uyuşturulması ve gerçeğin saptırılma­sındaki rollerine olan dikkatinin göstergesidir. Önemli olan konu, İslam'da ruhanilerimizin bulunmayışıdır; bu terim Hı­ristiyanlığa ait olup son zamanda kullanılan bir terimdir. Bi­zim din alimlerimiz vardır. Din alimleri, İslam ve bilim konu­sunda sözünü ettiğim gibi Resmi dayatılmış ve kalıtsal ma­kamları tekelci güçler değildirler. Bunlar, resmi değil zorunlu olarak İslam toplumunda varlık kazanan ve etki ve güçlerini de halk.tan ve toplum bireylerinin doğal ve bağımsız seçimiyle alan bilimsel uzman kişiliklerdir. Bunlar, sıradan bireyler olup ya talebedirler ve sıkıntı, yoksunluk ve takva ile okumak­ta ya da ders veren ve araştırma yapan alim kimselerdir. Ona kültürsüz unsurlar sızmışsa bu, genelin kültürsüzlüğünden ya da başka konulardan kaynaklanmıştır . Yoksa bu elbise, resmi 'ruhaniyet elbisesi değil, ilim, içtihad ve araştırma elbise­sidir.

[20] Muaviye "el-malu lillah" [Mal Allah'ındır.] dediğinde, Ebuzer’de "Ben Allah'ın temsilcisiyim; öyleyse mal benim malımdır, di­yebilmek için böyle söylüyorsun. "el-malu li'n-nas" [Halkın malı] demelisin!" diye karşı çıkıyordu. Fıkhımızdaki "teslit" esasının çıkarıldığı "en-Nas musallatun 'ala emvalihim" [in­sanlar malları üzerinde yetkilidirler] sözü, tam olarak, yorum­landığının tersine bir anlam vermektedir. Bu esastan, bireysel mülkiyetlere dini bir açıklama ve özel sermayedarlığa kutsal­lık bağışlayıcı bir sonuç elde ediyorlar! "Halk"ı "bireyler" diye anlamlandırmaktadırlar. Oysa tam tersine burada, yasal ya da yasal olmayan yollardan yağma, gasp ve istismarla halkın malına musallat olan "bireyler" karşısında halkın mal üzerin­deki mülkiyetinden söz edilmektedir! "Enfusihim" [canları] kelimesini hadisin sonuna eklemeleri, "ferdiyet" kavramını "en-nas"a daha çok yüklemek amacıyla olsa gerek!?

[21] Allah, Kur'an'da "rabbu'n-nas" [halkın sahibi], "meliku'n-nas" [halkın padişahı] ve "ilahun-nas" [halkın tanrısı]dır, aristok­ratın ve toplumun seçkin, özel ve seçme azınlıklarının [elit] malı değil. Bu üç kavramı, Allah ve onun halkla yinelenmekte olan ilişkisini iyice inceleyiniz; özellikle her birinin karşıt kav­ramlarını göz önünde bulundurunuz.

[22] Bu terimlerden bugünkü toplumda yerleşen kavramları amaç­ladığımııklamalıyım. Yoksa gerçek anlamlarıyla bu terim­ler ileri ve mantıklıdır ve defalarca bundan söz ettim: "Fatıma Fatıma Est" [Fatıma Fatımadır], "İntizar, Mezheb-i İtiraz" [İtiraz Mezhebi: Bekleyiş] [Abadanlı öğrencilerle bilimsel söy­leşi, Peyam dergisinde basıldı; İrşad'da konferans olarak da verildi]; "Peder, Mader, Ma Muthemim" [Anne, Baba Biz Suçlu­yuz] [İrşad’da konferans olarak verildi], "Teşeyyu-i Alevi, Te­şeyyu-i Safevi" [Ali Şiası, Safevi Şiası], "Ümmet ve İmamet" [İrşad’da verilen konferanslar].

[23] Bak. "Ferheng ve İdeoloji" [Kültür ve İdeoloji], Konferans, Danişşera-yı Ali, Tahran.

[24] Bak. İslam-Şinasi [İslam Bilim]de yer alan "Simayı Muham­med" [Muhammed'in Siması] ve "Şinaht-ı Muhammed" [Mu­hammed'in Tanınması] adlı makaleler.

[25] Bak. "Çehar Zindan-ı İnsan" [İnsanın Dört Zindanı], Konfe­rans, Abadan Üniversitesi, 1350 [1971].