Tevhidin -dünya görüşü olarak- üç yön ya da aşama taşıdığını söylemiştim;
Bu aşamada, tevhid, dünyaya bir bakış türü olarak söz konusudur. Tevhide dayalı bir bakış türü ve aynı şekilde tevhidî dünya görüşü, öteki dünya görüşlerinin karşısında yer almaktadır. Bu öteki dünya görüşleri oldukça ünlüdürler; Materyalist ya da natüralist dünya görüşü veya nihilizm ya da şüphecilik veya septisizm gibi.
Bu tevhidî dünya görüşü, aynı şekilde, şirke dayalı dinî dünya görüşleri karşısında da yer almaktadır. Genel anlamda, şirkten amacım, dünyaya ilişkin bir tür görüş ve anlayıştan ibaret olup onda dünya, uyumsuz, çeşitli kutuplardan ve farklı özlerden oluşmuş bir dizge ya da çeşitli güçlerin ve hanedanların yer aldığı bir alan olarak algılanmaktadır. Türleri ise, ikicilik, teslis ve çoktanrıcılıktır. Önceki oturumda fırsat olduğu ölçüde bu konulara değinmiştim.
Tevhid, toplumbilimsel bir altyapı olarak söz konusudur.
Burada söylediklerimi, bu zamana değin, dağınık şekilde, orada burada yaptığım konuşmalarda, üniversitede verdiğim derslerde söylemiştim. Şimdi tümünü çok kısa bir şekilde, bir arada özetleyeceğim. Böylece, hem dersimiz sistematik olacak, hem de bu konulan duymamış olanlar dersin akışına yabancı kalmayacaklardır.
Bu soruyu [Toplumsal bir düzen anlamında tevhid ne demektir?] cevaplamadan önce bir iki tane toplumbilim tezini ele almalı ve sonra tevhid ve şirk konusunu ortaya koymalıyım. Toplumbilimsel altyapı dediğimiz zaman, bilimsel bir terimden söz etmekteydim. Bunu size açıklayacağım;
Genellikle, 19. yy. toplumbilimi -ki şu anda da, özellikle üniversite dışında, birçok takipçisi bulunmaktadır- toplumsal düzeni, özel bir biçimde tasavvur etmekte ve toplumu bir sistem ve teşkilattan ibaret görmektedir. Bu sistem ve teşkilatta bir altyapı bulunmaktadır. Bu altyapının üzerine institution ya da kurum adında sağlam sütunlar konulmuştur. Bu sütunlar arasında irtibat halinde olan damarlar ve sinirler şeklinde bağıntılar, yasalar, işaretler, semboller ve biçimler denilebilecek çeşitli ilişkiler zinciri yer almaktadır. Bu durumda toplumda üç tür gövde görüyoruz; Birincisi, structure yani esas yapı ve toplumun tüm gövdesinin kurulduğu en alt yapı olan toplumsal altyapıdır. Ötekisi kurumlar; üçüncüsü de topluca üstyapı ya da super structure adı verilen yan ilişkiler ve toplumsal işaretlerdir. Bu durumda bu sütunların ve bu ilişkilerin tümü, yani toplumsal üst yapı şekil bakımından ve aynı biçimde tür olarak toplumun altyapısının şekil ve türüne bağlıdır. Toplumda ortaya çıkan değişiklikler, kimi zaman altyapısal değişikliklerdir. Toplumun altyapısını değiştiren değişikliklere, devrim ya da revolution adı verilir. Kimi zaman da, değişiklikler, üst yapısaldır. Bunlar, bu sütunlarda ya da bu sütunlar, bu dallar ve bu kollar arasındaki ilişkilerde oluşan değişikliklerdir ve reform ya da ıslah [reforme, evolution] adını taşırlar. Buna göre, devrimin ya da ‘revolution’un bilimsel tanımı, toplumun altyapısında olan değişiklikten ibarettir. Islah ya da reformun bilimsel tanımıysa, üst yapısal kurumlarda ya da sütunlarda olan değişiklik, biçimindedir.
Bu altyapı, sosyalizmde, toplumun üretim biçiminden ibarettir. Bu durumda toplumun üretim biçimi o toplumun esas alt yapısını oluşturmaktadır ve bütün toplumsal konular ve ilişkiler üretim biçimine uygundur, yani altyapı cinsi özel bir biçim alır. Bunlara, gövde, temel ya da institution[1] adı verilir.
Dolayısıyla, institution, var olan, yani vaz’edilmemiş, üretilmemiş, onaylanmamış bir şeyin nitelik ya da yeni bir temel ya da yeni bir kurum olarak topluma eklenmediği, tersine, bireyin, toplumda gözünü açtığında gördüğü kendisinden önce var olan şeylerden oluşan bölümdür. Dolayısıyla bunlar sütun [ustuvane]lardır. Ustuvane de kök olarak ‘est’ten gelmektedir. Toplumun ustuvaneleri ve değişmez organları bir düzende değişikliğe uğramazlar; aile, yönetim, dil vb. gibi. Bunlar asıl ‘institution’lardır. Doğan her birey, kendinden önce toplumda dilin bulunduğunu ve kendisinin sadece öğrenmesi gerektiğini görür. Toplumsal gelenekler, institutiondurlar. Ben ve sen yokken de var oldukları için aile, din, yönetim, öğretim, eğitim, toplumsal ve ahlakî gelenekler, institutiondurlar. Ama bu institutionlar -din gibi ve ahlakî gelenekler, aile ve yönetim rejimi gibi- varlıktan bir parça ve toplumun sütunları olmalarının yanında şekil olarak da toplumun üretim altyapı türüne bağlıdırlar. O zaman, institutionlardan ve altyapıdan başka, yasalar da bulunmakta; kararlar ve yürütme hükümleri, kararnameler, semboller, kurumlar ve gelenekler, elbise modelleri, bedeni süsleyici şeyler bulunmaktadır ki bunlar sürekli değişim içindedirler, bir nesilde birkaç kez değişirler. İnsan bireylerinin iradeleriyle ve kararlarıyla oluşan bakanlıklar, yönetim kurumları, emeklilik ve sigorta kurumları, bankalar vs. de değişir kimi zaman. Herkesin ömrü az ya da çok değişse de ecelin belirli bir müddeti vardır. Bunlar üstyapısal yan ilişkilerdir.
Eğer biri gelip bir toplumda, sadece evlenme işini düzene soksa ya da sadece yönetimin görünürdeki şeklini değiştirse veya yalnızca, toplumsal ilişkilerde yeni yasalar koysa, üstyapıda değişiklik yapmış olur ve olasıdır ki ıslahat yapmıştır. Ama bir eylem ya da bir hareket ve sarsıntı toplumun üretim düzenini değiştirirse toplumda devrim gerçekleştirilmiş olur.
Örneğin, kölelik dönemindeki üretim altyapısını, yani bir toplumun, özel bir aşamada iktisadî üretimi için seçtiği ve toplumsal ilişkileri, sınıfsal yasaları ve bağlantıları oluşturan özel şekli alalım. Her üretim şekli, toplumu karşılıklı olarak iki üretim kutbuna ayırır. Bu kutuplar, toplumun tüm değişimlerinin, maddi ve manevi şekillerinin temelini oluştururlar. Örneğin kölelik alt yapısında, özel bir üretim düzeni bulunmaktadır. Bu üretim düzeninde insanlardan kimi bireyler tıpkı hayvanlar gibi öteki sınıfın mülkiyeti altında bulunurlar ve bunlar, üretim araçları olarak iktisadî üretim işinde kullanılırlar. Burada altyapı konusu söz konusudur. Bu özel altyapıya ve onun üretim düzenine göre, toplum da özgür ve köle ya da malik ve memluk olmak üzere iki sınıfa ayrılır. Toplum, iki sınıfsal kutba ayrıldıktan sonra hukukî ilişkiler de farklılık gösterir. Efendi ve köle arasında belirgin hukukî ilişkiler oluşur. Kölelik dönemi ahlakının kendine özgü değerleri vardır; kölelik dönemi ortadan kalktığında bu değerler de yok olup gider. Örneğin, kölelik döneminde iyi bir köle -ki temiz ve övülesi bir insandır-, efendisine vefalı olan ve kaçma olanağı bulsa bile kaçmayan bir köledir. Kölelik toplumunda ve bu toplumun ahlakî vicdanında, esarete vefalı olan böyle bir insan, İnsani değerlerin mazharıdır.
Fakat kölelik düzeni değiştiğinde, efendisine karşı vefa duygusu besleyen kimse bir tür köpek ahlakının mazharıdır. Görüyorsunuz ya ahlakî değer değişti. Toplumsal altyapı değişti çünkü.
Kölelik döneminde, ailesel ilişkiler değişir. Çünkü bu dönemde ailesel ilişkiler, tam anlamıyla, erkeğin cariye ve özgür kadın ile, köle ve özgür hizmetçiyle olan ilişkisi şeklinde bölünür. Her birinin de, özel hukuku vardır. Bu hukuk somuttur ve ahlakî bakımdan kabul edilmiştir. Bu ahlakî ölçülerden sapmak insanlığa uygun değildir. Çünkü özel bir altyapının özel bir ahlakî üstyapıyı, özel institutionları, özel toplumsal ilişkileri ve sınıfsal şekli oluşturduğunu görüyoruz.
Feodalite dönemi, toplumsal altyapının kölelik döneminin ardından değişim geçiren, toprağa bağlı kölelik dönemini de geçen ve bir takım aşamalardan sonra tarım alanları üzerindeki büyük mülkiyetin bir bireyin yetkisi altında bulunduğu ve çoğunluğun onun reayası durumunda olduğu bir yere ulaşan bir dönemdir. Burada iyenin, üretim kaynaklarının büyük bir bölümünü elinde bulundurduğu zaman siyasi güç, hukuk ve kişilik de kazandığını, halk üzerinde ahlakî güç ve nüfuz da sağladığını görüyoruz. İye, özel bir toplumsal hukuka da sahiptir. Aynı şekilde, siyasi önder olarak da algılanır. Toplumun vicdanında reaya ve efendi olmanın özsel ayrımına dayanan feodal bir ahlak türü şekillenir. Aristokrasinin özel değerleri de genellikle bu dönemde ortaya çıkar. Aristokrasi, efendilere özgü olan ve reayanın yoksun bulunduğu öz, kan, ahlak ve insanlık üstünlüklerinden ibarettir. Reayanın kendisi de onlara boyun eğmiştir.
Bu ahlakî değerler ve toplumsal törelerin, üst yapı değişiminin altyapıyla bağıntılı olduğunu görüyoruz.
Sonra, feodalite dönemi, burjuvazi dönemine bırakır yerini. Yani, tarımsal üretim yerine, ticaret, kazanç, dükkâncılık, parayla alışveriş, el işi ve sanat ürünlerinin satışı ve kentli hayat gündeme gelir. Bu yüzden, toplumda bu efendiler ve reayadan oluşan iki sınıf arasında yer alan esnaf ve emekçi -çoğunluğu kentli- sınıfı oluşur. Bunlar, efendiler ve reaya arasında yer alan orta sınıftır. Bu sınıf giderek gelişir ve zamanla efendi-reaya düzenini çökertir ve burjuvazi düzeni -ki ticaret, fabrika, kazanç, sanat ve para düzenidir- bu düzenin yerine geçer. Böylece feodal altyapı ortadan kalkar. Bu değişiklik altyapıda gerçekleştiği zaman ahlak da değişir; toplumsal ilişkiler ve adetler de değişir. Dinin algılanış biçimi bile değişir.
Buna göre, sınıfsal toplumbilim temelinin şu esasa inanmaya dayalı olduğunu görüyoruz; Toplumdaki temel etken ve neden, o toplumun altyapısıdır ve üst yapısal değişiklikler, hep altyapıda değişiklikler ortaya çıktığı zaman gerçekleşir. Öyleyse şu şekilde bir yasa oluşmaktadır; Toplumsal ilişkilerde ve toplumbilim düzeninde, altyapı neden, üstyapılar ise sonuçtur. Neden sonuç ilişkisi ise altyapıyla üst yapılar arasındaki alt yapıdan üstyapılara doğru olan ilişkiyi açıklar.
Öyleyse bu tür bir toplumbilimi, şu yasanın doğmasına neden olur; Toplumdaki her türlü temel değişim, altyapıdaki temel değişime bağlıdır. Dolayısıyla toplumsal düzenin, toplumsal altyapının, toplumsal yasaların bütünü, hatta düşünme biçimi, kültür ve ideoloji -ki bunların tümü üst yapıdır- hep altyapıdan yani toplumdaki iktisadî üretim biçiminden etki almışlardır. Bu, temel bir yasadır. Buradan, şu sonucu elde ediyoruz; Toplumda, düşünce, kültür ya da ideoloji ve din, hep sonuçtur ve iktisadî üretim biçimince, yani toplumsal altyapıca üretilmişlerdir.
Öyleyse kendi düşüncesi, toplumsal düzenin, yani altyapının değişimine etki edemez; sonuçtur, etkilenendir çünkü.
Fakat altyapı değiştiğinde ideoloji değişir, ahlak değişir, din değişir, düşünce, inanç, kültür değişir; sınıfsal düzen değişir, sınıfsal ilişkiler de değişir. Bu, Marksizm’in sözüdür.
Ne var ki büyük Alman toplumbilimcisi Max Weber, tam olarak Marx’ınkinin tersine bir inanç taşımaktadır;
İnsan toplumundaki toplumsal altyapı, o toplumun düşünme biçimi ve dünya görüşünden ibarettir.
Düşünme biçimi toplumdaki bir neslin, bir çağın din türü, inanç niteliği, ideolojisi ve imanı sadece öteki toplumsal institutionlara -aile, siyaset, moda, iş, yaşayış, harcama gibi- doğrudan doğruya etki etmekle kalmaz, toplumun üretim altyapısına da doğrudan doğruya müdahale eder. Max Weber’in tezinin tam olarak Marx’ın tezine ters olduğunu görüyoruz. Max Weber, tezini ispatlamak için birkaç örnek vermektedir.
O, dünya coğrafyasında bütün Batı ülkelerinin -Avrupa’dan tutun Amerika’ya varıncaya değin- üç gruba ayrıldığına inanır;
- Çoğunluğu Katolik olan grup; İspanya ve İtalya gibi.
- Çoğunluğu Protestan olan grup; Amerika ve Almanya gibi.
- Protestan ve Katoliklerin birlikte bulundukları grup; Fransa ve İngiltere gibi.
Max Weber, şu sonuca varmaktadır; Batı toplumu coğrafyasını dine dayalı olarak üç bölgeye ayırdığımız zaman, Protestan olan bütün ülkelerin iktisadî bakımdan ileri endüstriyel sermayedarlık aşamasına ulaştıklarını [Almanya ve Amerika gibi], bütünüyle Katolik olan ülkelerinse sermayedarlık ve sanayi bakımından bütün Batı ülkelerinden daha geri kaldıklarını [İspanya ve İtalya gibi] ve ortadaki karışık ülkelerin ise geri kalmış Katolik [İspanya ve İtalya] ülkeleri ile ilerlemiş Protestan [Amerika ve Almanya] ülkeleri arasında gidip geldiklerini [Fransa ve İngiltere gibi] görüyoruz.
İrlanda’nın durumu tam anlamıyla açıktır. Mevcut İrlanda savaşı, dinî bir savaş olmasının yanında bir toplumsal altyapı savaşıdır aynı zamanda; Katolikler yoksul insanlardan, yoksun kitlelerden oluşmaktadır. Protestanlar ise varsıl ve sömürücü kesimi oluştururlar. Öyleyse oradaki Protestan-Katolik savaşı, yoksun sınıf ile bolluk içindeki sınıfın savaşıdır. Aynı zamanda Max Weber’in görüşü de burada doğruluk taşımaktadır; İrlanda Protestanları, sermayedarlıkta ve sanayide ilerlemişlerdir. İrlanda Katolikleriyse sanayi ve sermaye [yani iktisat ve maddi uygarlık] bakımından daha geri kalmışlardır.
Max Weber bunu şu şekilde açıklamaktadır; Esas olarak, Katolik mezhebi zühtçü dünya görüşü temeline kurulu ve Katolik ahlakı da sakınmaya, dünyadan el etek çekmeye, zevkin ve hayatın yüzüstü bırakılmasına, aşka, Tanrı’ya gönül vermeye, kendini ona vakfetmeye dayalı olduğu için, bu tür ahiretçi ahlak ve dünyayı, serveti ve çalışmayı aşağılamaya dayalı dünya görüşü -ki Katolik dünya görüşüne bağlıdır- kendiliğinden, maddeciliğe, dünyasallığa, üretimin temel oluşuna ve lezzet felsefesine dayalı sermayedarlık ve sanayi düzenine uymaz. Katolikler arasında ileri bir maddi uygarlık ve sermayedarlık bulunmaması bu yüzdendir. Katolik mezhebinin Batı’ya mutlak egemen olduğu Ortaçağda maddi uygarlık açısından Batı’nın her yerden daha geri olması buradan kaynaklanmaktadır. Öte yandan Protestanizm -ki lezzetin temelliğine, Tanrı’nın insanlığın hizmetine verdiği maddî bağışlarından yararlanmaya, çalışmaya, çabalamaya, yararlanmaya ve güce inanmaktadır [bu, protestaniz-min dinî dünya görüşüdür]- maddi uygarlığın ilerlemesine uygundur. Protestanların ilerlemesi bu yüzdendir. Bu, bir toplumun dünya görüşünü, bir toplumun düşünme biçimi değiştirsek toplumsal altyapıyı da değiştirmiş olacağımızı göstermektedir. Bunun, tam olarak Marx’ın görüşünün tersine olduğunu görüyoruz, Bunlar, iki çatışık kuramdır. Doğrudur, ama her ikisi de yanlıştır.
Her ikisi de doğrudur. Çünkü biri düşünce, biri de çevreden [ki hem üretim düzeni, hem de üretim şekli çevreden bir parçadır] oluşan iki olgu ve iki kutup arasında; insan ile toplumsal ya da maddi çevre arasında, zihinsellik ve özdeşlik arasında karşılıklı olarak neden-sonuç, sonuç-neden ilişkisi yer almaktadır. Bu, insanın özelliklerinden biridir. Bu anlamda Marksizm, toplumsal altyapıyı değiştirdiğimizde toplumun düşünme biçiminin değişeceğine inanmaktadır. Oysa Max Weber, Marx’ın dediğinin tersini söylemektedir; toplumun düşünme biçimini değiştirdiğimizde toplumun üretim biçimi de değişir. Yani her biri, toplumsal gerçekliğin bir yarısını anlamıştır.
Örnek olarak, siz bir köye girdiniz diyelim. Bu köyü nasıl değiştirebilirsiniz? Birinci yol olarak, köy halkıyla tek laf etmeyiniz. Köy halkının birkaç koyunla, topraklarını kuyular kazarak sulamakla geçindiklerini görürseniz, siz de gidip bir kaç derin kuyu açın, traktör getirin, mekanize tarım araçları getirin ve sonra büyük ürünler elde edin ve yeni üretimler yapın. Burada, o köydeki hayat düzeni değişir; işçi ve işveren ilişkileri değişir. Köylüler sizin işçileriniz olurlar. Yaşama durumları, harcama durumları değişir. Düşünme biçimleri de değişir. Sonra, bunların ceketli pantolonlu olduklarını, radyo sahibi olduklarını, Zen-i Ruz [İran’da sabık dönemde çıkan magazin dergisi ‘Günün Kadını’] okuduklarını ve benzeri şeyler olduğunu görürüz. Burada ne değişmiştir? Üretim altyapısı değişmiş ve düşünsel üstyapı da gitgide kendiliğinden ve zorunlu olarak değişmiştir.
İkinci yol olarak da, sermayedar olarak değil de sıradan bir öğretmen ya da bir vaiz olarak köye gidelim. Bu köyün aşiretler halinde mi yoksa eski koflaşmış üretim geleneklerine ya da oldukça eski ahlakî ilişkilere ve törelere göre mi yaşadıklarını araştıralım. Akıllılıkla ve onların geleneklerine dayanarak, dikkatlerini çekmek ve dillerini anlayarak onların düşünme biçimlerine kapı aralayabilir, yeni bir inanç dalgası, yeni bir iman dalgası, yeni bir bilinç dalgası oluşturabiliriz onlarda. Köyde yeni bir bilinç yarattığımızda köy kendiliğinden, yaşama biçimini, üretim ve harcama biçimini değiştirir. Siz, köye görüş kazandırdınız; aydınca bakışı öğrettiniz. Bu aydınlık, köyün üretim düzenini değiştirir. Tam olarak Max Weber’in söylediği gibi. Marx ise İslam Peygamberi’nin Medine’de, Arabistan’da yaptığı işi tahmin edemez.
Bu esasa göre bu iki çatışık kuramın yarısı doğru, yarısı yanlış olduğunda şu anlam ortaya çıkmaktadır. Birey ve toplum arasındaki ilişki, altyapıyla üst yapı arasındaki ilişki, insan ve çevre ilişkisi, zihinsellik ve özdeşlik ilişkisi, subjektivite ve objektivite ilişkisi, sürekli ve karşılıklı bir neden-sonuç ilişkisi olup bir nesne, başka bir nesneye etki eder ve o yeni etki, etkileyeni etkiler.
Buysa, süreğen bir etkileme ve etkilenmedir. Bu yüzden, bir aydının, klasik Marksizm’in söylediği gibi, ahlakî değerlerde ya da ideolojide ve düşünme biçiminde değişiklik yapabilmek için üretim altyapısının değişmesini hep sabırla beklemesi gerekmez. Aynı şekilde, Max Weber’in söylediği gibi de altyapının değişmesi için düşünme biçiminin değişmesi değildir tek yol. Tersine, gerçekten ortaya çıkan şey, değişim yaratmak isteyen grubun, toplumu yeni bir üretim biçimine, yeni bir altyapıya sürüklerken düşünsel bakımdan da toplumu yeni düşünme, düşünce ve inanç biçimlerine sürüklemesidir; yani hem o yönden, hem bu yönden. Bu tezden amacım, üst yapıların da, üretim altyapısı ve toplumsal altyapı üzerinde etkili olduklarıdır. Üst yapılardan biri, ideolojik bir yön taşıyan dindir. Bir başka altyapıysa kültürdür. Bir başkası da ideoloji. Ahlakî düşünme biçimi, ahlakî değerler de üst yapılardandır. Bunların, nedensel etkileme ve etkilenmeleri, neden-sonuç bakımından etkileme ve etkilenmeleri bulunmaktadır. Üstyapı değiştiğinde, ayrıca altyapıda da değişiklik yaratır. Bu, yine Marx’ın göremediği konulardan biridir. Marx, geri kalmış ülkelerde, altyapının yani üretimin üstyapı hükmünde olduğunu ve altyapının başka bir şey olduğunu, altyapının sömürü olduğunu ayırt edememiştir. Sömürü, üretim biçimini ve toplumun üretim altyapısını da kendisi belirler. Üretim düzeni bakımından Habil-Kabil döneminde yaşayan Afrika ülkelerine girdiğinde, hemen birkaç yıl içinde, modern endüstriyel üretim düzenini, endüstriyel sermayedarlığı o geri kalmış ülkelere yüklemektedir. Bu durumda, aslında bu toplumda, değişiklikleri yaratacak üretim altyapısının bulunmadığını, tersine bu sömürünün, sömürüye uğramış ülkeye bir altyapı bile yüklemiş olduğunu görüyoruz. Bunlardan biri, sömürünün yüklediği tek tarım [monoculture] üretim sistemidir. Küba’nın tümü şekerkamışı, Cezayir’in tümü üzüm olmalı, Mısır’ın tümü kendir olmalıdır. Dolayısıyla altyapı konusu, üretim düzeni olarak artık bir işe yaramamaktadır ve bu ayrı bir konudur.
Eğer bu dille konuşursak, tevhid ve şirk üstyapıdır.
Çünkü tevhid, bir tür inançtır; dünyaya bakış türüdür, düşünce biçimi, ahlakî ve felsefî yöneliş tarzıdır. Şirk de böyledir. Burada, benim en önemli gördüğüm konu gündeme gelmektedir; Şirk, insanların, milletlerin, ailelerin ve dünyanın tanrılarının ayrı ayrı olduklarına inanmak, dünyanın, insanların ve soyların yaratıcılarının ayrı ayrı olduklarına inanmak anlamındadır. Fakat bu iki inanç bir değildir. Şirk, kimi zaman tanrı şirki, kimi zaman da yaratıcı şirki anlamına gelir. Şirk dinlerinin pek çoğu, tek bir yaratıcıya, ama çeşitli tanrılara inanırlar.
Yunan’da bütün tanrıları Kron[2] -zaman tanrısı- yaratmıştır; tanrılarsa çeşitlidir.
Kur’an’da da Allah’ın kimi zaman Rab anlamında, kimi zaman da yaratıcı anlamında kullanıldığını görüyoruz. Rab anlamına geldiği yerde yaratıcı anlamı bulunmamaktadır; bu iki konu esas olarak birbirinden ayrıdır. Rab anlamında kullanıldığı yerde yaratıcı değil, mazhar, sahip ve iye olarak söz konusudur. Fars dilinde de rab, hodavend ve hodavendigar, sahip ve iye anlamındadır. Yaratıcı anlamında ise aferinende ya da aferidegar denilmektedir.
Bu tür şirkte -tanrıda, rablerde ve tanrılarda şirk dünya görüşü, üstyapı şirkine ve bir toplumdaki her sınıfın ya da dünyadaki her toplumun, her ulusun, her soyun ve her bölgenin veya varlık güçlerinden her birinin özel bir yaratıcısı ya da özel bir tanrısı bulunduğuna inanmaya dayalıdır. Bu, bir tür toplumsal üstyapı olup toplumda bu inancın taşıdığı mekanizmayı göz önünde bulundurarak- çeşitli sınıfların, çeşitli sülalelerin, çeşitli sayıların her birinin tanrılardan birinin egemenliği altında bulunduğuna ve dünyada, birbirlerine oranla aşağıda ya da yukarıda bulunan tanrılar zincirinin varlığına ve bu tanrıların her birinin, kendi yarattıklarından, yani ailelerden, toplum gruplarından ya da toplum sınıflarından birinin sembolü olduğuna inanarak şirke inanan kimsenin zihninde şu inanç ortaya çıkmıştır; Tanrılar çeşitli olduklarına göre toplum sınıfları, gruplar, toplumsal katmanlar ve insan soyları, çeşitli tanrıların ve yaratıcıların ihtilafına göre oluşmuşlardır. Oysa dünya görüşü esasında söylediğimiz yasaya göre -bu şekilde- dünya görüşü toplum görüşüne dönüştürülmektedir. Yani feodalite düzeninde yaşayan bir birey dünyayı bir türlü görürken, burjuvazi düzeninde yaşayan bir başkası dünyayı bir başka türlü, bu çağda yaşayan biri de dünyayı bir başka biçimde görür. Toplumsal düzen, dünya düzeni üzerine yansıdığı için, bu toplumsal düzende yaşayan birey, dünyayı toplumsal düzenin kurduğu biçimde görür. Bu durumda, felsefî dünya görüşünde dünya, toplumca kurulur. Felsefî dünya görüşünde dünya görüşü düzeni toplumbilim düzenine göre şekillenir.
Eskiden, hey’et [astronomi] bilginleri dünyanın şu şekilde olduğunu söylüyorlardı; Dünya ortadadır. Çevresinde gök tabakaları bulunmakta olup sayıları yedidir; tıpkı soğanın özü gibi.
Felekler soğan kabuklan gibi bu çekirdeğin üzerinde bulunurlar. Yıldızlar, bu feleklerden birinin karnına çakılı gümüş çivilerden oluşmaktadır. Sizin, gece yıldızların hareket ettiğini görmeniz yanılsamadır. Yıldızlar değil, felek hareket etmektedir. Fakat feleğin cinsi arı olduğu için görülmez. Bu yüzden sadece yıldızların hareket ettiklerini görmekteyiz. Bir yandan da, felekler, yerden adı feleku’l-eflak [feleklerin feleği] olan en son feleğe doğru uzaklaştıkça da öğeler daha aşağı duruma gelir. Feleklerden her birinin kendine özgü aklı bulunmaktadır;
Birinci feleğin aklı, ikinci feleğin aklı, üçüncü feleğin aklı, dördüncü feleğin aklı vb. Böylece feleku’l-eflak’ın aklına değin uzayıp gider. Bu sonuncu aklın adının ne olduğu ortadadır; Aklu’l-ukul [akılların aklı].
Bir felekte yerleşmiş olan bu akımlardan her biri, o feleğin hareketini yönetirler. Her üst felekteki akıl, kendisinden aşağıdaki aklı yönetimi altında tutar. Böylece, kendisinden aşağıda bulunan bütün akılları yöneten ve döndüren akılların aklının ya da külli aklın bulunduğu feleklerin feleğine ulaşmış oluruz. Bu, dünya mıdır, yoksa bu şekilde betimlenen toplum mu? Evet, sınıfsal mertebeler zinciri bulunan ve aşağıdan yukarıya gidildikçe, toplumsal düzende olduğu gibi, mertebeler zinciri aşağıdan yukarıya doğru giden eski bir dünyadır.
Eski toplumda ve kapalı toplumda hareket periyodiktir. Burçlar ve surları bulunan bütün köylere ve şehirlere baktığınızda dünyaya benzediklerini görürsünüz. Yani, dünya da kaleler gibi yapılmıştır ve sınıfsal düzenin göstergesidir. Sınıfsal düzende her sınıf bir üst sınıfın elinin altında bulunmakta ve altındaki tabakayı da elinin altında bulundurmaktadır; her sınıf, bir aklın buyruğu altındadır. Aklın kendisi de bir üst sınıfın buyruğu altındadır. Böylece hakan oğlu hakan oğlu hakan olan ve bütün felekleri yöneten, yani bütün sınıfları buyruğu altında bulunduran akılların aklına varılır. Bu, toplumsal düzeni göstermektedir [anlatmaktadır]. Adınaysa hey’et koymuşlardır [hey’et ise şekil ve şemail demektir].
Görüyoruz ki toplum kapalıdır; hareket periyodiktir.
Düzen ise sınıfsaldır ve aşağıdan yukarıya doğru gitmektedir. Mertebeler zinciri aşağıdan yukarıya ilerledikçe, her sınıfın kendine özgü aklı bulunmaktadır; en sonunda akılların akılı bütün toplumsal sınıflara egemendir.
İşte, yer dört unsurdan -su, hava, toprak ve ateş- yaratılmıştır. Her unsurun kendi üstünlük alanı bulunmaktadır. Örneğin, ateşin yeri yukarıdır, toprağın yeriyse aşağı. Siz toprağı yerinden kaldıramazsınız. Ateşi kuyunun dibine de atsanız yine de yukarı çıkar. Çünkü kendi doğal yerinde bulunmak ister. Toprağı göğün tepesine çıkarıp bıraksanız aşağı dökülür. Çünkü kendi doğal yerinde bulunmak ister. İşte bu, sınıfsal düzendir. Aristo’da aynı sözü söylemiştir. Herkes hep, kendi sınıfında, doğmuş bulunduğu sınıfta kalmalıdır. Soyluyu aşağı sınıfa ve köleyi soylu sınıfına yerleştirirseniz toplumun düzeni altüst olur. Çünkü her bireyin kendine özgü doğal sınıfsal yeri vardır. İşte bu, toplumbilimdir.
Sınıfsal toplum düzeninde, dünya görüşünün tanı anlamıyla nasıl insanın toplumsal düzeninin kopyası olduğunu görüyoruz. Bu esasa dayanarak şirk dünya görüşüyle tevhid dünya görüşünün toplumsal düzen bakımından ne ölçüye kadar hassas ve derin oldukları anlaşılabilir. Şirk dünya görüşünde -dünyada dünyayı, toplumu ve sınıfları yaratan mertebeler zinciri halinde tanrılar bulunduğu anlamında- toplumun sınıfsal düzenince yaratılan tanrılar -öyle ki bu dünya sınıfsal ve toplumsal düzence yaratılmıştır- zihin ve inanca ulaşınca toplumsal ve sınıfsal düzenlerin yaratıcıları rollerini oynamaktadırlar. Yani bu soysal, grupsal ve sınıfsal mertebeler zinciri düzeni, şirk dünyasının ve şirk tanrılarının mertebeler zincirini oluşturmaktadır. Böylece, halkın inancında [ya da halka göre] şirk tanrıları, sınıfsal düzenin ve toplumsal grupların yaratıcısıdırlar. Öyleyse, bu dünya· görüşüne göre, toplumda, toplumsal düzen tefrikaya, yani toplumsal şirke dayalıdır; toplumsal şirk, içerisinde çeşitli grupların, çeşitli soyların, çeşitli sınıfların bulunduğu şirktir. Böyle bir düzene, toplumsal şirk ya da şirke dayalı toplumsal düzen veya toplumsal şirk düzeni adını vermekte ve o çok tanrıcılığa da dinî şirk demektedirler.
Böylece, toplumsal altyapının şirk dünya görüşüyle olan ilişkisinin, gerçek âlemde altyapıdan üstyapıya doğru, zihin âlemindeyse üstyapıdan altyapıya doğru olduğunu görüyoruz. Bu ise, şirkin, tarih boyunca oynadığı mekanizmadır. Birçok çağlar boyunca bütün insanlık bu ikili aldatmanın kurbanı olmuşlardır; Halkın inançlarında ve zihniyetinde, şirk tanrılarının bu düzenleri yarattığı izlenimi uyandırmak için, şirk düzenleri yaratmaktaydılar tanrıları. Niçin? Çünkü sınıf, sülale, toplum, ulus ve soy şirki düzeni, toplumda dünyasal altyapı elde etmeli, mezhebî ve dinî bir açıklanışa kavuşmalı ve yaratılışın derinliğinde kökleşmelidir. Oysa bundan yoksundur. Şirk, beşerî şirki, sınıfsal şirki, aristokrasi şirkini, ulus ve soy şirkini, toplumsal gruplar şirkini ve sülale şirkini dinî ve gaybî olarak yorumlamakta, toplumsal sınıflara dayalı düzeni metafizik iradeden bir yansıma olarak algılamakta ve bu şekilde, bu düzeni sadece iyi yönde açıklamakla kalmayıp, onu kutsamakta; doğal, ezeli, ebedi ve evrensel oluşu doğrultusunda yorumda bulunmaktadır. Çünkü bir aile, eski bir sınıfsal düzende, aşağı olduğuna, kendisinin yoksun bulunduğu özsel aristokratik değerleri bulunan başka bir aileden daha aşağı olduğuna inanmaktadır. Bu iki aile arasındaki soy değerleri ayrılığının bir açıklaması olmazsa, bu aile başkaldırabilir ya da onun değerlerini olumsuzlayabilir ve filan ailenin üstünlüğü karşısında eğilmeyebilir. Şirk, bu toplumsal rolü gerçekleştirmekte ve onu yorumlamaktadır. O ailenin tanrısıyla bu ailenin tanrısı, o soyun tanrısıyla bu soyun tanrısı, o ulusun tanrısıyla bu ulusun tanrısı değişik ve farklıdır böylece. O ailenin tanrısı, görkemli bir·tanrı olup gökte de tanrıların mertebeler zincirinde daha üst derecededir. Bu ailenin tanrısıysa aşağıdır; gökte de küçük ve zavallı bir tanrıdır. Bir ailenin tanrısı değersizse [bir şey değilse] ailenin kendisi ne olabilir ki?
Bu yüzden, kimi Kureyş ailelerinin som altından yapılmış ve en güzel mücevherlerle süslenmiş tanrıları vardı. Bu, onların aile olarak soylu olduklarını açıklıyordu. Bu, onların soyluluk sembolü değil, soyluluklarının nedeni ve yaratıcısıydı. Falanca aşağı aileye, Beni Kilab Kabilesi’ne [ki adı bile kendisi gibi aşağıydı ve kelb -köpek- kelimesinden türemişti. Farsçada da hep şöyle deriz; ‘İtin enikleri adam oldular.’] gelince bu kabile, zavallı bir aileydi; açtı; her türlü övünülesi şeyden yoksundu, bütün övünçlerden yoksundu. Bu ailenin, örneğin ekşimiş hamurdan tanrısı vardı; her acıkışlarında bu tanrıyı yiyorlardı.
Şirk düzeninde de tanrıyla halk arasında diyalektik bir ilişki bulunmaktadır. Bu yüzden, halkın yarattığı tanrılar, halkın zihninde yaratıcı rolünü oynamakta olup yaratıcılar gibi, çeşitli mertebeler zincirleri bulunmaktadır. Yaratılmış düzenin mertebeler zinciri de, gözde, kutsal, gaybî, tanrısal, ezeli ve doğaldır kendiliğinden.
Bu durumda şirk, birkaç türlüdür;
1- Soy Şirki: Bu, İranlı tanrıyı Yunanlı tanrıdan bu iki tanrıyı da Hint tanrısından, her üçünü de Çin tanrısından ayıran şirktir. Birbirlerinden ayrı bu çeşitli tanrılar -Vişnu [Vichnau], Ahuramazda ve Zeus gibi-[3] Hint, Çin, İran ve Yunan gibi üç ayrı soyu, bunların ayrılıklarını, bunlar arasındaki savaşı ve esas olarak bunlar arasındaki özsel ve öğesel anlaşmazlığı tarih içinde ve her zaman için açıklamaktadır.
Öyle ki, örneğin İran Yunan’la savaştığında Ahuramazda ve Zeus da gökte çatışmaktaydılar; nasıl bir süreğen yansıması bulunduğunu görüyorsunuz. Ya da Truva tanrısı olan Laokoon, Athena [kentlerin koruyucusu, savaş, el sanatları ve akıl tanrıçası] ile savaşınca onların tanrıları da birbirleriyle savaşıp çarpışırlar. Zeus ise Truva kentini ve kent halkını şiddetle lanetler. Hatta bu tanrılar, soy şirkine dinî bir açıklama getirmekteydiler.
2- Sınıfsal Şirk [sınıf tanrıları]: Toplumsal sınıflar ve ‘kast’lar arasındaki ayrılığı, sınıflar arasında geçilmez duvarlar biçiminde, güzel gösteren tanrılardır. Böylece her sınıfın sembolü, yaratıcısı, rabbi ve tanrısı öteki sınıfınkinden ayrıdır. Bu sınıfların tanrıları bir olmadığı için de bu tanrıların yarattıkları da bir olamazlar; çünkü öz ve varlık bakımından ayrılıkları bulunmaktadır.
3- Aile Şirki: Her sınıfın, bir dizi sınıfsal tanrıları bulunmaktaydı. Ailelerin birçoğunun tanrıları evde bulunmakta ve onları korumaktaydılar. Bu tanrılar, aile ve sınıfın kapalı oluşunu iyi göstermektedirler. Kapalı sınıf ve aile, bireyin oradan başka aile ve sınıfa geçemeyeceği, aile ve sınıfın, kuşatılamaz burç ve kaleler gibi saklı kaldığı sınıf ve ailedir. Bir ailenin ya da sınıfın kapalılığını, sabitliğini ve değişmezliğini açıklayan, biçimlendiren kapalı burç ve kaleler ise sınıf ve ailelerin kendilerine özel tanrılarından ibarettir.
Toplumsal altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkiye göre, şirk toplumbilimi bu şirkin dünya görüşünü oluşturarak şirkin dinî dünya görüşünün, toplumsal şirk düzenine dinî kutsallık bağışlamasını sağlayan toplumsal altyapıdan ibarettir. Bu şekilde din, kendi şirk türünde en büyük koruyucu ve en büyük şiraze olarak, insanlık tarihi boyunca sınıfsal düzenin, beşerî tefrikanın ve insanlık sömürüsünün en büyük koruyucu kalesi, en büyük açıklama, yorum ve kutsama aracı olagelmiştir. Dinin, uyuşturucu bir rol oynayarak hep halkın zararına, egemen sınıfın aracı, varsıl sınıfların dayanağı olduğuna ve insanların baskı altında tutulmalarında, sömürülüp yağmalanmalarında kullanıldığına inanan On dokuzuncu yy. aydınları doğru söylüyorlardı. Ama doğru söylemedikleri ise, tevhidin dinî dünya görüşü ile şirkin dinî dünya görüşü arasında ayrılığın olduğuna inanmayışları ve inanmamaları, bu ayrılığın ayırımında olamayışları ve olamamalarıdır. Oysa bu ayrılık, sıradan bir ayrılık değildir; tarihin savaşı, bu iki dünya görüşü arasındaki savaştır. Tarih boyunca din, çeşitli şirkler şeklinde hep toplumsal şirki açıklamıştır [ister iktisadisi olsun, ister sosyali, isterse ahlakîsi]. Yine tarih boyunca tevhid, olumsuzlayıcı, mücadeleci ve şavaşımcı bir etken olarak, şirke dayalı dünya görüşüyle savaş halinde olmuştur. Çünkü konuşmalarımın birinde söylediğim gibi, tarihin savaşı dinin dine karşı savaşıdır. Bu şirkin, [İki tür şirk bulunmaktadır; biri açık şirk, bilinen, çeşitli put ve tanrıları bulunan şirk, ötekisiyse gizli, tevhid toplumunda ve tevhidî dinlerde gizlenmiş olan görünmez şirktir. Bu, müzmin bir şirktir. Kitle, tevhid rengine bürünmüş bu şirkin ne olduğunu, tevhidin ne tür bir toplumsal ve tarihsel rolü bulunduğunu anlayamaz] tarihe genelde egemen din olduğunu anlarsak ve bu bizim için açıklık kazanırsa, tevhidin de tarih boyunca şirki ezen bir etken olduğu ve tevhidin toplumsal ve tarihsel rolü açıklık kazanır. Şirkin, beşerî şirk düzeninin, toplumsal şirkin, tarihe egemen dinî şirkin, sürekli olarak şirk dinlerinin resmi ruhanilerinin aracı ve kesesi dolu, halkın zararına ensesi kalın kişilerin yardımcısı olduğuna, sürekli olarak aristokrasiyi, birtakım sınıfların birtakım sınıflara, birtakım soyların birtakım soylara, birtakım ulusların birtakım uluslara üstünlüğünü açıklamada araç olduğuna ya da sürekli olarak soyların, ulusların ve sınıfların savaşını, toplumda birtakım sınıfların özsel aşağılıklarının ve mahkûm edilişlerinin ve öteki sınıfların varsıllığının, ağalığının, özsel ve soysal yüceliğinin açıklayıcısı olduğuna inanırsak, o zaman tevhidin, tarih boyunca insanlık içindeki sınıf tefrikasını, soy tefrikasını, ahlakî ve soysal değerler tefrikasını ve esas olarak genel anlamda, sınıf ve grup şirkini ezen bir hareket olduğu anlaşılır.
Nasıl? Şirk dünya görüşünden ibaret olan şirkin toplumsal düzeninin altyapısına [Söylediğim gibi, şirk dünya görüşü, gerçeklik bakımından üstyapı, zihinsellik bakımındansa altyapıdır.] saldırmakla… Dolayısıyla, zihinlerde ve inançlarda şirki ezmekte olan Tevhid, insan toplumlarına egemen olan sınıfsal ve soysal düzeni, temelinden [altyapısından] yok etmektedir. Nasıl dünya görüşlü şirk, toplumsal şirkin açıklayıcısı olabiliyorsa, dünya görüşlü tevhid de -ki en iyi evren birlikçi görüştür- beşerî birliği, sınıfsal birliği, insanî değerler birliğini, beşerî öz birliğini, ahlak birliğini, çeşitli beşerî ailelerin türlü gruplarının niteliklerinin birliğini açıklayabilir. Şirk, sitelerin ihtilafı, feodalitelerin ihtilafı, üretimsel ve toplumsal kutupların ihtilafı ve insan soylarının ihtilafı için nasıl en iyi altyapıysa, tevhid de dünya görüşüne ait en büyük şekil olarak, feodalite [Roma İmparatorluğu’nu ve Yunan sitelerini anlatırken söylediğim gibi-genel anlamda feodal] kutuplarından oluşturulmuş büyük bir topluma birlik bağışlamak için vardır. Aynı şekilde ahlakî ve iktisadî altyapı bakımından, bir iktisadî düzenin inanç altyapısı ortadan kalktığında, halkın düşünme, inanç ve baş eğme tarzı değişerek, iktisadî, siyasi, toplumsal ve ahlakî mertebeler zinciri toplumda altyapısız kaldığında, kâinat düzeninin tersine, Allah’ın sünnetinin tersine, Allah’ın, tek yaratıcının tersine ve evrensel altyapının tersine geçici ve dışardan yüklenmiş bir arz düzeni ortaya çıktığında, o zaman bu düzen, devamını sağlamak için, altyapısını yitirmektedir. Max Weber’in söylediği gibi, tevhidî dünya görüşünde, üstyapının altyapıya etkisi esasınca, üstyapı olan tevhid, tefrikacı müşrik üretim altyapısına, birlik bağışlayıcı bir etki gösterir.
Başka bir konu da, tarih felsefesi olarak tevhid konusudur. Söylediğimiz, şirk toplumbilim düzeniydi. Tevhid toplumbilim düzeni ise toplumsal birliği gerçekleştiren bir düzen olarak, şirk de hep toplumsal ayrılığı, sınıfsal şirki açıklayan bir din olarak söz konusudur. Bu ikisinin savaşı, iki sistemin savaşıdır. Tarih felsefesi olarak tevhid, başka bir konu olup başka bir konuşmada buna değineceğim.
[1] lnstitution’ı, Farsçaya ‘nihad’ [temel] şeklinde çevirmişlerdir ki, bu yanlıştır bence. Şu iki ‘st’ harfi Hint-Avrupa [Sanskrit, Farsça, Latince vb.] dillerinin tümünde, imek, yer almak ve duruş anlamlarında bulunmaktadır ve varlık ve sübutu gösterir. Öyle ki, Farsçadaki ‘est’ ve ‘hest’ bunu göstermektedir. İstaden [durmak] ve ‘istgah’ [durak] da yine bu köktendir. Ayrıca [Avrupa dillerindeki] ‘Est’ [Farsçadaki] ‘hest’tir. İstasyon ise ‘lstgah’dır. Avrupa dillerinde cisimlenmiş -var olan şey- anlamına gelen ‘statü’ de aynı köktendir. Farsça duruş ve sübutu bulunan beden parçası anlamını taşıyan ‘ustukhan’ [kemik] da bu köktendir. Dolayısıyla institution, toplumun iskeletidir; toplumun çekirdeği ve silindiridir. Oysa ‘nihad’, olmayan, ancak sonra yerleştirilen, vaz edilen bir şeydir. Nihad, Arapçadaki ‘vaz’ın, Avrupa dillerindeki ‘positian’un çevirisi olmalıdır ki ‘institution’un tersine bir anlam taşır.
[2]. Bence, Dehriler de buradan türemişlerdir. Belki, ‘dehr’ kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü dehr, kronla aynı anlamı taşır. Kronoloji kelimesi de bu kökten türemiştir.