Program uyarınca bugün tevhid dersini sürdürmek durumundadır. Bundan önce, İslam öğretisinde tevhidin -altyapı olarak- dört yönü bulunduğunu söylemiştim;
Birincisi; materyalizm, natüralizm, idealizm, panteizm [vahdet-i vücud] karşısında, şüphecilik ya da septisizm karşısında saçmaya yani, absurditeye dayanan dünya görüşü karşısında, felsefî bir dünya görüşü olarak tevhid. Absurditeyi Farsçaya puçi [kofluk] diye çevirmişlerdir yanlış olarak. Bu, Batılı terimlerle tanışık olan aydınlarımızın ne yazık ki kendi kültürümüzün terimleriyle tanışık olmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden, bu terimlerden pek çoğunun felsefemizde, kültürümüzde, dinimizde ve edebiyatımızda, benzer ve hatta daha uygun ve zenginlerinin bulunduğunun ayırımında değildirler. Sonuçta bunları yeni bir düşünce diye dilimize getirmektedirler. Oysa örneğin boşluk felsefesi, boş tiyatro, boş dünya görüşü ve boş insan -ve esas olarak boşluk konusu- adıyla söz konusu edilen ve böylesine şiddetle ve süratle gündeme getirilen [ki gerçekten de hikmetten arı değildir. Aslında boşluk konusunun toplumumuzda söz konusu edilmesi boş bir konu değildir. Beyhudelik konusunun zamanımızda gündeme getirilmesi beyhude değildir.] şey, absurdite terimidir. Bu terim, saçma [abes] anlamındadır, kofluk ve boşluk anlamında değildir. Abes, Kur’an’da da bulunan bir terimdir. Kur’an, bu terimi tam olarak, söz konusu edilen anlam ve kavramda kullanmaktadır. Bu kavram, felsefemizde ve kültürümüzde de vardır. Abes, Beckett gibi yazarların, yazılarında ve Albert Camus’un eserlerinde kullandıkları Batılı terimden daha uygun ve zengin bir terimdir.
Her ne olursa olsun, abes de bugün yaygın bir dünya görüşüdür; hatta çağımızın belirgin dünya görüşüdür. Tevhid ise, dünya görüşü olarak onun karşısında yer almaktadır [önceki derste belirttiğim gibi].
Önceki derste, tevhidin ikinci boyutunu söz konusu etmiştim; Özel bir toplumsal düzeni yorumlayan ve özel bir toplumsal altyapı yoluyla açıklanabilen, tevil edilebilen ve uygulanabilen düşünsel bir sistem olarak tevhid.
Bu durumda tevhid, tam olarak, gökten yere inmekte, öğretim, tartışma, yorum, felsefe, kelam ya da ilim cedeli alanından toplumsal savaşımlara girmekte ve gruplar arası ilişkide söz konusu olan ve sınıflar arası ilişkiyi, bireyin cephe almasını, birey-toplum ilişkisini, çeşitli toplumsal boyutları, kitle altyapısını, kitle üstyapılarını, kitle kurumlarını, aileyi, siyaseti, kültürü, iktisadı, mülkiyeti, toplumsal ahlakı, toplum, birey, aile, sınıf ilişkilerini bireyin ya da bir grubun sorumluluklarını belirginleştiren konuları gündeme getirmektedir. Bu sistem, toplum karşısında tevhidin düşünsel konumunu kendinde barındırmaktadır.
Genel anlamda, tevhid -bu yüzüyle- çelişkisiz maddi ve iktisadî altyapı [toplumsal tevhid] ve çelişkisiz düşünce ve inanç altyapısı [evrensel tevhid] üzerine kurulu tevhidî toplum yapısının ideolojik temeli ve düşünsel çimentosudur.
Burada, tevhid ve şirk konusu toplumbilimsel bir felsefedir; iktisadî bir görüştür; ahlakî bir altyapıdır -toplumsal ve bilimsel ahlak bakımından- geleneksel ve hukukî bir düzendir; toplumsal altyapıya bağlı bir ideolojidir.
Genel anlamıyla burada, toplumsal tevhidle toplumsal şirk arasındaki, sınıfsal tevhidle sınıfsal şirk arasındaki savaştan söz edilmektedir. Daha genel anlamdaysa, tevhid dünya görüşü, yani dünyadaki ‘tevhid, varlıkla ilgili olarak nasıl vahdetsi bir yorumda bulunuyorsa toplumda da insan toplumuyla ilgili olarak vahdetsi bir yorumda bulunmaktadır. Varlık sahnesinde, evrensel düzende tevhid, insanların, toplumların ve doğa güçleri üzerinde etkili olan ayırıcı ve çatışık güçlerle, göksel tanrılarla, tür rableriyle, gaybî ve maverai güçlerle savaşım etkeni olduğu gibi, insan toplumunda da toplumsal tevhid, yazgılara musallat olan, güçleri gasp eden, toplumsal düzenleri ve bireylerin ve sınıfların yaşayış biçimini, toplumsal ilişkileri belirleyen yer tanrılarını ve genel anlamda insanî şirki ortadan kaldıran bir etken olarak söz konusudur.
Tevhidin üçüncü boyutunda, tarihsel bir görüş olarak, tarih felsefesi olarak, tarihin hareketinde, insanlık, tarihin süregelen savaşında belirli bir cephe alış olarak söz konusudur tevhid. Tevhid, arkasından tarihin görülmesi, çözümlenmesi, anlaşılması, değerlendirilmesi, çıkarımda bulunulması, yargıya varılması ve herkesin kendi tarihsel konumunu belirlemesi gereken bir gözlük anlamındadır. Özellikle, hepsinden önemlisi -lütfen bu cümleye daha çok dikkat buyurun- tarihsel, bilimsel bir görüş olarak tevhid, -hem bireye hem topluma- insan toplumuna, ulusal topluma, sınıf ya da inanç toplumuna doğru bir tarihsel keşif ve tanıma kazandırır ve sonuçta hem bireyin, grubun, sınıfın, ulusun ve insan türünün geçmişinin tarihsel hareket ve değişim çizgisinin ve ayrıca her öğretinin, hareketin, kültürün, elinin ve medeniyetin anlamının kaynağının, hedefinin ve tarihsel rolünün açıklık kazanmasına ve belirginleşmesine, hem de bireyin, grubun, sınıfın, ulusun ve insan türünün tarihsel yazgısının, yani geleceğinin önceden kestirilmesine yardım eder. Bu ikinci yön sonsuz derecede hassas, diri ve hayati olup tevhid konusunun, bizim anladığımızın, bize anlattıklarının ve şu zamanda söz konusu olanın tersine bir kelam konusu ya da eski ve yok olmaya yüz tutmuş bir konu veya sadece bilimsel ve felsefî bir gerçek olmadığını, tersine, çeşitli boyutlarında, insanın manevi ve maddi yaşayışının çeşitli boyutlarının tümünü -dün-yayı algılama biçiminden tutun da başkasıyla olan ilişkisine varıncaya değin- içine alıp somutlaştırdığını ortaya koyar. Ayrıca, sadece bir tür zihinsel konu değil, amel, inanç ve karar altyapısı, insanî ve ahlakî değerler esası, siyaset ve iktisat temeli ve toplumsal yaşayış biçimidir aynı zamanda. O, sadece mescitte, tekkede, eski ilim havzalarında, üniversitede, sadece İbn-i Sina’nın, Molla Sadra’nın yanında değil, sokakta, çarşıda, fabrikada, tarlada, bir amelinin başında, durumunda, bir köylünün evinde ocağında, varsılın soluğunda, tezgâhında, bir yöneticinin davranışında, bir aydının, bir öğretmenin, bir yazarın, bir sanatçının, bir bilginin, özellikle de bir ruhaninin konuşmasında, susuşunda, inancında, amelinde, bakışında, duyuşunda, özel, toplumsal ve bilimsel yaşayışında gözle görülmeli, duyumsanmalı, tüm bireysel, toplumsal, manevi, maddi, ahlakî, iktisadı, siyasi ve bilimsel vs. olgularda, muvahhid toplumla müşrik toplumun toplumsal düzenleri arasındaki fahiş ihtilafta bile duyulmalıdır.
Sadece irfanî ve felsefî kitaplarda, ilahi hâkimlerin ve ilahiyat bilginlerinin derin araştırmalarında değil, iki insanın karşılaşmasında, bir topluluğun sokakta yol yürüyüş biçiminde, onların bir toplulukta oturuşlarında, bir bireyin bir makam karşısında duruşunda ve hatta bir aile sofrasında bile tevhidin varlığı rahatlıkla görülmelidir. İlk bakışta burada tevhid mi hüküm sürüyor yoksa şirk mi, anlaşılmalıdır. Bu, basit bir iştir; çünkü tevhidden iz bulunmadığı her yerde şirk hazırdır kuşkusuz.
Çünkü bu ikisi birbiriyle çatışıktır; her ikisinin bir arada bulunması ve hiçbirinin de olmaması olanaksızdır.
Toplumsal tevhid, insana yönelik sorumlulukların içinde yer alır. Tarihsel tevhid ise toplumsal sınıfların, toplumsal grupların ve insan türünün, yeryüzünde ortaya çıkışını başlangıcından şimdiye değin nasıl bir değişim geçirdiğini ne tür aşamalardan geçtiklerini, bu aşamalardan geçerken ne ölçüde sapma olduğunu açıklar. Tevhid -ki kendisi, tarihsel harekette belirgin bir seyir çizgisidir- dakik bir ölçücü olarak, bu sapmaları gösterir. Ayrıca, bilimsel nedenlerin -doğal olandan tutun da insanî olana varıncaya değin, yani coğrafya, soy, iktisat, düşünce, siyaset vs. etkenlerin- bilim karşıtı, insan karşıtı, insanın doğayla olan bilim dışı ilişkilerinin, insanın insanla olan insanlık dışı ilişkilerinin, yani hurafenin, büyünün, yalancı dinlerin ya da gerçek dinlerin sahte yorumlarının, toplumsal hastalıkların, toplum karşıtı güçlerin, insanlık dışı düzenlerin, cehaletin, baskının, aldatmanın, sınıf, soy, kavim vs. çatışmalarının insanlığın hareket ve değişim çizgisinde -genel türselliğinde- ve ulusal toplumlarda -soy ya da ulus ya da toplum vahdetlerinde- ya da toplumsal sınıflarda, ihtisas ve arz gruplarında -her ne olursa olsun her bireyin bağlı bulunduğu özel gruplar olarak- ne ölçüde işin içinde olduklarını ve her sınıfın, her grubun, her toplumun, her ulusun, her beşerî türün özdeki sapmasında ve tarihsel takdirinde çeşitli rolleri bulunduğunu gösterir. Yine tevhid -somut bir insanbilimsel öğreti, tarihsel çözümlemeye özgü bir görüş ve mantık, özel bir toplumsal felsefe ve aynı zamanda dinin esas temeli olarak- tam anlamıyla, dinin, sapmış ya da doğru şekliyle, insanın tarihsel serüveninde nasıl bir rol oynadığını ve ayın şekilde yanlış ve uygunsuz olarak ne gibi etkenlerin dini saptırmak ve insan türünü bozmak yoluyla tarihe egemen olduklarını ve insanın yenilgisinde ve zamanın tutsak edilişinde nasıl böyle büyük bir başarı elde ettiklerini değerlendirmektedir.
Dolayısıyla tevhid, dakik bir bakış ve mantıklı, doğru ve derin bir çözümleme ve değerlendirme yöntemi olarak insanın, kendi serüvenini, yani gerçek geçmişini, yani insanın, ulusun, topluluğun, sınıfın ve hatta bireyin tarihini keşfetmesine yardımcı olmaktadır. Aynı şekilde, bir bilim, bir ideoloji türü, dakik ve yükümlü bir bilimsel görüş türü olarak, yazgının önceden kestirilmesine, geleceğe bakışa ve başka bir deyişle bireyin, ulusun, toplumun ve insan türünün ‘yarınının tarihi’[1]nin önceden görülmesine yönelebilir. Aslında geçmişi tanımanın taşıyabileceği tek değer, geleceği tanımada insana yardım etmesidir. Tarihin yükümlülüğü, yarını keşfetmek ya da belirlemektir. Yarının tarihini yazmak içinse dünün tarihini araştırırız. Bu yüzden bugün, tarihsel araştırmalarımızın ölüm kokusu yaydığını ve Celal Ali Ahmed’in deyişiyle çokça kabir yarılması olduğunu görüyoruz. Bu yüzden, tarihçilerimiz, şimdiki zamandan geçmişe gitmekte, orada kalmakta ve artık geriye dönmemektedirler. Hatta halkı da kendileriyle birlikte geriye götürmek istemektedirler. Oysa geleceğin seyir çizgisini tanımak için araştırılmalıdır geçmiş. Tarih, bu yüzden insanı tanıma bilimidir, insan türünün ya da bir ulusun, bir kültürün, zamanda varoluşunun bilgisidir. Yoksa var olan şey, ölülerin ardından gıybet etmek olacaktır.
Bu algılamayla, tevhid bir tarih felsefesi olarak, hem İnsan ve toplumun geçmişini keşfetmekte, hem de insan ve toplumun yazgısına ilişkin öngörüde bulunmaktadır.
Şunu da parantez içerisinde açıklamalıyım ki tarih felsefesi dediğimizde -zihnimizde çağrıştırdığının tersine- yalnızca geçmiş değildir amaçlanan. Tarih felsefesi anlamında tarih, bundan önce olmuş olaylarla ilgili bilgilenmek demek değildir; hatta olayların keşfedilme, eleştirilme ve çözümleme bilimi de değildir. Tarihin en doğru tanımını tek kelimeyle söyleyecek olursak; Tarih, insanın oluş tarihidir. Bu konuyla ilgili olarak, Kur’an’ın bu işi ne denli temel aldığını insanın yaratılış felsefesinde dile getireceğim. Orada, Kur’an’ın, öteki bölümlere oranla en büyük bölümünün [Kur’an, göksel bir kitap, kurtuluş, hidayet ve bilinçlendirme kitabı olmakla, yani hedefi ve konusu maneviyat ve ahlak olmakla birlikte] tarihsel bölümü olduğunu, ortalama olarak, Kur’an’ın yüzde ellisinden fazlasının tarihle bağıntılı olduğunu söyleyeceğim.
Kimi zaman -kelimenin yaygın anlamıyla- oldukça dinî ruh yapıları bulunan kişilerden kimilerinin beni şöyle eleştirdiklerini gördüm; “Bu sözlerin [İslam bilimin çeşitli alanlarında söz konusu ettiğim konular amaçlanmaktadır] dinî konularla ilgisi yoktur. Bunlar, toplumbilim, insanbilim, felsefe ve daha çok da tarihle ilgilidir. Ayrıca falanca [yani ben], yüzde yüz ilahi, gaybî ve kalbi yönü bulanan ve boyun eğilerek kabul edilmesi, niçini nasılı sorulmaması ve aslında aklı irdeleme ve çözümlemeye, mantıksal ve bilimsel yoruma konu edilmemesi ve nasıl ve niçini ile ilgili sorulara kapı aralanmaması gereken inanca ve dine ilişkin her türlü konuyu, toplumbilimsel, tarihsel ve ideolojik bir konu olarak söz konusu etmekte ve kendisi için, bunları felsefî, aklî ve bilimsel neden ve hedef olmaktadır. Örneğin Kur’an’ı felsefî, edebî ve tarihsel bir kitap olarak çözümlemektedir. İmameti bir siyasal rejim gibi, toplumsal bir önderlik gibi didik didik etmektedir. Şer’i bir hükmü, fıkhî bir emir ya da yasağı alıp, kendisi için ödev ya da cevaz veya müstehaplık ve vaciplik yontmaktadır vs. yavaş yavaş din, aklı ve bilimsel bir beşerî öğretiye dönüşmekte, ilahi, gaybî ve kulluk yönü unutulmaktadır. Kendisinin de resmen itiraf ettiği gibi İslam’ı bir ideoloji yapmak istemektedir. Oysa İslam, gaybî bir iman, kalbî ve işrakî bir inançtır. Kaynağı da Allah’tır; dili ise vahiydir.”
Bu konuların, toplum, doğa ve tarihle ilgili olduğu doğrudur, ama Kur’an da tabiî ve insanî bilimlerdir ve özellikle de tarihtir; insanın oluş bilimidir. Yani tüm insan bireylerinin gerçeği tek birey olup adı Âdem’dir.
Milyonlarca bireyde, sonsuz bireyde, insan adında gerçek bir varlık bulunmaktadır. Bu insan, olma halindedir. Bu, tarihin kendisi olan özel bir zamanda, belirli bir bilimsel akışta gerçekleşen bir gerçeğin insan oluşudur. Dolayısıyla tarih bilimi, bir başka boyutuyla, bir başka yönüyle, geçmiş olayları, zamana ilişkin olayları ya da geçmiş zamanı değil, insanın kendisini tanıma bilimidir. Bu yüzden tarih, tarihte şekillenen insan adındaki gerçeğin oluşunun incelenmesidir. Bu insan oluş, geçmişten günümüze değin sürmekte ve bugünden sonuna değin de Allah’a doğru sürecektir. Bu süreklilik, tarihsel bir süreklilik olup onun kat edilişi, ideal insanın yaratılışını gerçekleştirir. Tarihin asil oluşu da buradandır. Burada görmekteyiz ki görünürde zihinde olan çağrışımın tersine dinli bilginlerin [Müslümanlar, bu konulara fazlaca eğilmediklerinden, Hıristiyanlar, Yahudiler ve hatta bu iki tip dışındaki din düşünür ve filozofları kastedilmektedir.] Hegel’i şiddetle din karşıtı olarak mahkûm etmelerinin -ben de dinli bir adam olmadığı inancındayım- tersine Hegel’in kendine özgü tarih felsefesinde ve insanî tarih idealizminde kullandığı terim ve söyleyişleri iyi anlayıp dakik olarak çözümler ve terimlerinin pervasızlığından, seçtiği söyleyişlerin -ki tam anlamıyla din dışıdır- kötülüğünden ve vuruculuğundan korkmazsak ve bilimsel meşrep genişliğine sahip olursak, o zaman Hegel’in bu Tanrı karşıtı, küfür dolu öğretisinin arka yüzünde Tanrıyı ve insanı tanıma felsefesinin duvar duvara komşusu olan ve dinimizde söz konusu edildiği biçimde insan ve Allah ilişkisine dair bir gerçeğin bulunduğunu anlarız. Buna tarih felsefesinde değineceğiz.
Tevhid altyapısındaysa, ikinci yön işte bu tarih felsefesidir. Üçüncü yön, tevhid toplumbilimidir. Dördüncü yön, tevhide dayalı değerler konusu olan ahlak ve insan bilimidir.
Bu dört yön, tevhidin dört boyutudur.
Buna göre tevhid, ilkin bir dünya görüşü olarak söz konusudur daha önce belirttiğim öğretiler karşısında. İkincisi, toplumbilimsel ve sınıfsal bir altyapı olarak, üçüncüsü -ki bugün ele almam gerekiyordu- bir tür tarihsel görüş ve felsefe olarak -zihinlerde yerleşmiş bulunan ve fakültelerde çoğunlukla ders olarak verilen[2] anlamlarda değil elbette- söz konusudur. Dinî geçmiş ve tarih adına bize anlattıkları[3] değil, tersine -belirttiğim gibi- insanın oluş bilimi anlamında tarih, sonuç olarak da insanın keşfi, insanın geleceğine, kendi geleceğimize, toplulukların, sınıfların, toplumun, ulusun, bölgenin ve türün geleceğine ışık tutmak anlamında tarih söz konusudur burada.
Son ders, yani tarihin dördüncü boyutu, ahlak altyapısı ve değerler sorunu anlamında, insan tarihinde insan bireyinin eğitiminde derin rol oynayan bir etkendir. Çünkü insanbilim felsefesinde tevhid, İslam ve İslam-bilim öğretisi esasınca, insandan tanrısal bir insan yaratmaktadır. Konuşan hayvan yerine araç-gereç üreten hayvanı, gülen hayvanı, idealler oluşturan, ide yaratan insanı ve filozofların çeşitli insanbilimcilerin tanımladıkları insanı yaratır. İslam bilimde insanın tanımı şudur; İnsan ‘tanrısal hayvan’dır. Bir hayvanı sadece tanrısal bir varlık, bir ölüm günü ötesi, yani dünya ötesi [aşağılık] bir insan kılmakla kalmaz, aynı zamanda her bireyden -ki toplumsal ve iktisadî düzenlerde zillete, güçsüzlüğe, mustazaflığa, pisliğe, çaresizliğe ve hatta teslime ve boyun eğmeye düşer- bir kahraman yaratır.
Tevhid, havada askıda bulunan bir bireyden, bütün varlığın dayandığı duvara dayanan bir insan yaratır. Varlıkta böyle bir dayanak bulan böyle bir kimse, hiç bir rüzgârla, hiç bir selle, hiçbir kamçıyla, hiçbir tehlikeyle, hiçbir tehditle sarsılmaz. Hayatta, askıda bulunan ve dayanağı olmayan bir insan, boşluklara, köksüz otlara tutunmaya çalışır. Neresi olursa tutunmak durumunda olan korkak, titrek ve güçsüz insandır o. Bütün varlığı sımsıkı sarmış bulunan hayat ipine sarılmak, her yelde, her fırtınada oynayan ve ne olursa olsun bir yere yapışmazsa yok olması kaçınılmaz olan bir saman değil, başkalarının yaslanabileceği bir dağ kılar insanı tevhid. Bu yüzden tevhid insanî değerlerin temelini kurar. Bu dördüncü konuyu bağımsız olarak ele alma fırsatım olmayabilir. İslam bilim kitabının [birinci bölümünün] sonuncu esasında tevhidî, insanî ve ahlakî bir etken olarak ele aldım. Tevhidle ilgili olarak şu anda ele aldığım konular orada henüz zihnime gelmemişti ve bu boyutlara dikkat etmemiştim. Bu ise, herhangi bir zamanda söylediğim bir sözün “bundan başkası olamaz” anlamında algılanmaması gerektiğinin güzel bir örneğidir.
Üç yıl öncesinde ben tevhidi sadece bir ahlak altyapısı olarak söz konusu ettim [Bize anlattıkları anlamda ahlak, bireyle ilgili şeylere yarar]. Nasıl insan olmak, nasıl insan kalmak anlamında, insanî değerlerin ne olduğu, bunların kendimizde nasıl yaratılacağı ve besleneceği ne yapıp da bireyin toplumda kahraman, hayatta bağımsız kalınacağı, dünyada göğün alçak çatısından nasıl başını kaldırmasının sağlanabileceği anlamında ahlaktan söz ediyorum burada. Bu konuyu, çağımızın ahlak bunalımı çağı olması nedeniyle söz konusu ettim özellikle; Şu anki insana yüklenmiş bulunan ve insanın bozulma ve insan oluştan sapma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu bir toplumsal hayat düzeninde bu, bundan önce söz konusu olan ölüm, katliam, kölelik, sömürü, istismar -bunlar şimdi de eskisinden fazla olarak vardır- gibi tehlikelerden daha da ileridir. Ama daha büyük tehlike ise, İnsanın niteliğinin bütünüyle değişmesi ve insanın bambaşka bir hayvana dönüşmesidir. İşte burada, çeşitli düzenlerde ve toplumsal ve tarihsel değişimlerin çeşitli aşamalarında tarihte ve geçmişte sahip olduğu rolden daha seri, daha derin ve daha yapıcı bir rolü vardır tevhidin. İslam-bilim’de tevhidin sadece bu yönünü belirttim ve öteki üç yönünü [yani dünya görüşü olarak tevhidi, toplumsal düzenin toplum bilimi olarak tevhidi ve tarih felsefesi olarak tevhidi] söz konusu etmedim.
Dördüncü bölümde tevhid, insanı dezaline eden bir etken olarak söz konusu. İnsanın âline olma tehlikesi her zamankinden daha çok olan bir zamanda, tevhid, insanın dezaline edilmesi etkenidir; insanın insanî, sağlıklı, büyük, yüce ve tanrısal özüne döndürülme etkenidir. Siz, eğer o konuyu gözden geçirirseniz, artık ben de derslerden birini kaldırarak, başka konulara daha çabuk geçebilirim. Gelecek program şu olacaktır; Günümüz dünyasının aydınlarının zihninde -tarih felsefesinde- söz konusu olan bütün büyük ve yaşayan öğretileri -bütün öğreti ya da kuramları değil- birer birer ve dakik olarak burada anlatacağım. Elbette yetkin bir şekilde değil -çünkü bu iş, başlı başına bir yıllık bir dönemi gerektirir- sadece bu öğretilerle ilgili olarak zihinde genel bir şeklin belirginleşmesi ve bu öğretileri incelemek için sonraları kendi kendinize konuyu tamamlamanıza yarayacak bir tür yöntemin ortaya çıkması açısından ele alacağım.
Bu öğretileri birer birer ele almalıyım ya da siz irdelemelisiniz;
1- Dünyada tarih felsefesinin ve toplumbiliminin -kelimenin bilimsel anlamıyla- kurucusu olan İbn Haldun’un tarih felsefesi. Onun çalışmasının tek bir kusuru vardır ve bu nedenle değerden düşmüştür. Büyük ayıbı da tümüyle bizim oluşudur. Bizim olmak, bağışlanmış ve bağışlanacak bir suç değildir asla. Oldukça açık bir örneğini biliyoruz işte Zeyneb ve Jandark. Bu ikisini karşılaştırın; Dünyayı değiştirmiş ve Peygamber’in yanı başında savaşan kahraman ashabın ve pehlivan kılıç ustalarının, korkudan sesleri solukları çıkmaz olup riyazet ve ibadete sığındıkları, hem de bunu cihat, Kur’an, vahiy, cennet, şehadet ve kahramanlık öğretisini peygamberin kendisinden öğrendikten sonra yaptıkları ama sonradan, ‘tembelizm’e inandıkları bir dönemde ortaya çıkan bir kadındır Zeynep. Bu sahabelerin ve yiğitlerin bu duruma düşüşlerinin göstergesi ise şudur; Hüseyin, kendi toplumunda hak ve batıl savaşının en büyük temelidir[4] [bunların tümü Hüseyin’in İslam demeK olduğunu biliyorlardı]. Yaptığı iş, her Müslüman’ın yapması gereken iştir. Sonra Hüseyin, duyuruda bulunur; herkes duyar bunu. İki ayda ortam hazırlamaya çabalar. Sonra her yerden gelmiş olan bütün topluluklara, bütün uluslara, bütün kanatlara ne yaptığını duyurmak için Medine’den Mekke’ye gelir. Büyük İslam toplumunun bütününden, artık imparatorluk olmuş ve baskı ve katliamların herkesi sindirdiği toplumdan sadece 72 kişinin bir çiçek demeti gibi bir araya geldiğini biliyoruz. O zaman Zeyneb, bu 72 kişi de gittikten ve kadın başına, sıkıntının kalbinde yalnız kaldıktan sonra savaşımını öylesine süreğen ve kesin bir biçimde, korkusuzca ve bilinçlice sürdürür ve hepsinin yükümlülüğünü omuzlar. O zaman böyle bir kişiyi, kardeşine ağlamaktan başka bir yükümlülüğü bulunmayan ağlayıp sızlanan güçsüz bir kadına çevirdiler. Biz ölü acizlerin bile ağlaması gereken bir kişiye dönüştürdüler onu.
Öte yanda ise Jandark bulunmaktadır; duygulu, acılı, coşkulu ve hayalci. Bir rüya görür [rüyada görünenlerin kimler oldukları malumdur]. Rüyasında biri şöyle der; “Kalk ve Fransız saltanatının yeniden kurulması için kıyam et.” Sonra uykudan sıçrayarak velveleler koparır. O zaman, Batı’nın böyle bir yükümlülük, bilinç, hedef, kişilik, öğreti ve ilham biçimi taşıyan birinden nasıl bir çehre yarattığını görmelisiniz; dünya şairleri, edebiyatçıları, özgürlükçüleri, hümanistleri ve devrimcileri -bizimkiler bile- ondan ilham almaktadırlar yüzyıllardır.
İbn Haldun, ilk kez olarak, toplumbilime, toplumsal felsefeye ve tarih felsefesine, bilimsel çözümleme biçiminde -bugün geçerli olan anlamıyla- 19. yüzyıl tarih felsefesinin ve toplumbilimin izlediği ve şekillendiği ve 20. yüzyılda da süren aynı anlam ve yöntemle varlık kazandırdı. Değerli konumu bizim katımızda öyle takdir edildi ki, niçin fıkhî bakımlardan doğru olmayan şu hükmü dile getirmiş, şer’i bakımdan vs. olan şu şeyi söylemiş diye sövgü yönelttiler ona; en küçük yanılgısını bağışlamazlarken en büyük hizmetlerini görmezden geldiler. Birazcık insafları bulunan ve bağımsız araştırmalarında dinî ve İslam karşıtı duygulara, ulusal ve Doğu karşıtı duygulara, soydan, Batı’ya taparlık gururundan, sömürge hizmetkârlığından ve siyasi sistemlerin uşakları olmaktan gelen duygulara yol vermeyen kimi Avrupalı Doğu ve İslam bilimciler [ki sanki Doğu’nun ve İslam’ın tümü edebiyat ve tasavvuftan ibaretmiş ve Doğu’nun ve İslam’ın başka meselesine eğilinemezmiş gibi] toplumbilimin ne Proudhon’la ya da Eflatun’la değil -ki Eflatun’un söyledikleri toplum ve sosyal meseleleridir, bilimsel çözümlemeler değil- İbn Haldun’la başladığını, İbn Haldun’un tarihi olayların aktarıcılığı biçiminden kurtarıp bilimsel çözümleme ve bilimsel etkenlere dayanarak yorumladığını keşfetmişlerdir.
İbn Haldun’un görüşlerinin tümünün doğru olduğunu söylemek istemiyorum; doğruluktan, yanlışlıktan söz etmiyoruz. Söz konusu olan, çalışmanın bilimsel yöntemidir; söz konusu olan, insan toplumunu, hareketleri bir nedenselliğe dayalı olarak açıklanabilen, yorumlanabilen, öngörülebilen ve anlaşılabilen bilimsel özsel bir görüngü biçiminde ele alan kişidir.
İbn Haldun’un dili yenidir; bakışı kuru, dakik ve bilimseldir. Onda hem toplumbilim bulunmaktadır hem tarih. Her ikisini bir tek algılar ki, gerçekten de bir tektir; bir tek varlığın iki boyutu, iki yüzüdür. Toplum, durağan tarihtir ve tarih devingen toplumdur çünkü.
2- Vico.
3- Hegel; 19. ve 20. yüzyılların en büyük tarih felsefesi Hegel’e aittir.
4- Marx; Marx sadece Hegel’ci tarih felsefesini, toplumbilimini ve Hegel’in diyalektik konisini tersyüz etmiş, ama her şeyini korumuştur. Kendi söyleyişiyle, onun konisinin kaidesini yere oturtmuş, gökten yere çevirmiş ve yere ait kılmıştır.
Bu yolda Engels’in, Plehanov’un, George Politzer’in, Schwartz’ın ve benzerlerinin görüşleri de birer öğreti çizgisinde yerlerini almışlardır.
5- Toynbee; Günümüzde tarih felsefesinin en büyük ve en belirgin çehresi Toynbee’dir. Kimileri -ki ben onlardan değilim- İbn Haldun’dan sonra Toynbee’den daha büyük birinin gelmediğine inanmaktadırlar. Ben, bu son iki yüzyılda oldukça tek düze duruma gelmiş bulunan tarih felsefesi ve toplumbilim ekollerinde Toynbee’nin tarih ekolünde büyük bir devrim olduğuna inanmaktayım. Sözlerinin nereye dek doğru, nereye dek yanlış olduğunu onun ekolünü değerlendirirken belirteceğim. Elbette Toynbee’nin idesi, toplumlarda rüşte ermiş bir felsefe biçimine girmemiştir henüz; kendisine ait olup bireysel yönü bulunan ve kendisinden başka kimsenin inanmadığı büyük bir kuramdır.
Varoluşçuluk, Kierkegaard, Jaspers ve özellikle de hepsinden daha derin olan Heidegger ve üstat Sartre kaynaklıdır. Şu farkla ki Sartre’ın varoluşçuluğu, Heidegger’in varoluşçuluğuyla Marksizm’den oluşan bir karışımdır. Ama Heidegger’in varoluşçuluğu katıksız bir varoluşçuluktur. Sartre, varoluş-çuluğu yüzde yüz felsefî olan bir ekol biçiminden toplumsal bir ideoloji biçimine getirmiş, ona olumlu ve yapıcı bir şekil vermiştir; ama oldukça derin irfanî bir insanbilim biçiminden genel beğeni görecek sığ bir insanbilime dönüştürmüştür. Bu durumda, Sartre’ın varoluşçuluğu toplumsal bakımdan, Heidegger’in varoluşçuluğundan daha işe yarar cinstendir, ama Heidegger’in felsefesinden de yüzeysel ve avamcadır. Bu nedenle Sartre ve felsefesi böylesine coşku yaratıcı olup dünya gündemindeyken Heidegger tanınmadan kalmış, ne bir dergiye adım atmış, ne de bir söyleşiye katılmıştır; magazin adamı değildir.
Avrupalıların söyleyip bizim de çevirisini yaptığımızın tersine -ki çoğunlukla iyi ve sadık çevirmenlerin yaptıklarına çeviri, çeviri yapmayı bilmeyenlerin yaptıkları kötü şeylere telif ve kendilerine de müellif adını veriyorlar- tarih felsefesinin Doğulu bir düşünce olduğunu, kökeninin Doğu’da bulunduğunu söylemek istiyorum ama Avrupa’da bir şey keşfedilince, “Bizde de var; önceden bilmediğimiz falanca kitapta varmış da onlar söyleyince şimdi aklımıza geldi.” diyen aydınlarınki gibi değil elbette.
Tarihi tek bir süreğen akış ve bireysel iradelerin, geçmiş kişiliklerin, kahramanların, olayların ve rastlantıların etkisinin dışında özsel bir gerçeklik olarak algılayan ve ona bir gidiş çizgisi ve yazgı bağışlayan özel bir bilimsel görüş olarak tarih felsefesi, Doğulu bir görüştür;
Hinduizm ve Budizm’in belirgin çehreleri, aslında tarih felsefesidirler. Zerdüşt dini de -ki dünyanın bütününü dört dönem, her dönemi de üç bin yıl olarak kabul eder; her bin yılda bir biri gelerek insanlık tarihini harekete geçirir, sonunda da Suşiyant gelerek zamana son verir ve insanın yazgısını değiştirir- bir tarih felsefesidir. İntizar, Mekteb-i İtiraz [İtiraz Öğretisi Bekleyiş] adlı yazıda belirttiğim gibi, bizim İmam-ı Zaman’a inanışımız da bir tür toplumsal felsefe olmak yanında tarihin açıklanış felsefesidir de [çünkü tarihin süreğen bir akış olduğuna inanmadan ahir zamandan söz etme olanağı yoktur]. Bunlardan daha eski olan Babil ve Sümer tarih felsefelerini de ekleyelim. Elbette Çin ve Mısır’ı da anmalıyız ki, yetişebilirsem en azından biraz değinirim.
Ne yazık ki hepsini gerekli zaman bulup da ele alma olanağım bulunmadığından eksik olarak dile getirmek ve değinip geçmek durumundayım. Bu çerçeveleri, sizin araştırmalarınız ve konunun ardını getirmeniz doldurabilecektir. Son olarak da İslam ideolojisinde ele alınan İbrahimi tarih felsefesi bulunmaktadır.[5] Şu andan başlayarak sonuna değin, İslam’dan söz etmekteyim; yani çeşitli zamanlarda, çeşitli peygamberlerin çehrelerinde, çeşitli şeriat ve kanunlarda görünüm kazanmış bir din olarak.
Bu İslam, süre gelen bir akım olmuştur ve İbrahim’in çehresinde, İbrahim adıyla somutlaşmıştır. Bu İbrahim çehresi bu hareketin en büyük, belirgin, belirleyici ve tanıtıcı çehresidir.
Hümanizm, insanbilim olup başlangıçta Yunan hümanizmi vardır ve daha sonra da M. 12. ve 13. yüzyıllardan başlayarak Rönesansı temellendiren insanbilim ya da hümanizm oluşur. Rönesans, skolastik felsefeye karşı olan ve hümanizme dönüşü destekleyen bir harekettir.
Rönesansın özsel gerçek risaleti, yeniçağı yaratan ve ortaçağ ile skolastik felsefeyi ortadan kaldıran bir hareket olmaktır.
Skolastik, bir tanımda, asaleti göğe bağışlayan, yeri ve yer insanını olumsuzlayan, göğün en büyük çehresinin Tanrı olduğuna -bu kendilerinin söyleyişleridir- ve yerin en büyük çehresininse insan olduğuna inanan bilimlerdir; dinî kültürden oluşan bir dizgedir.
Skolastik -ya da Katolisizm veya orta çağda var olduğu biçimiyle din- asaleti Tanrı’ya verirken insanın tüm değerlerini, asaletlerini olumsuzlar ve Tanrı’nın yüceltilişi için insanın aşağılanmasını gerekli görür. Edebiyat, hayat, ahlak, değer, felsefe adına olan her şeyi ve tüm manevi boyut ve tecellileri, Tanrı’nın zatından kaynaklanan her şeyi asil ve değerli sayar. İnsanın türsel hakikat ve gerçekliğine ait olan her şeyi ise kokuşmuş, pis, değersiz, ölücü ve kötü olarak niteler.
Rönesans, insanın gerçeğin temeli ve asalet olduğu, aynı zamanda da değerlerin ve güzelliğin temeli olduğu düşüncesine dönüştür.
Bu, hümanizmdir; yani göğün asaleti ya da tanrıların ve tanrının asaleti karşısında insanın asaleti. Skolastik sanatçı, insanı kötü görür; çünkü Tanrı’yı güzelliğin sembolü olarak bilir. Bu yüzden Tanrı’ya ve dine mensup olan ve yüzlerinden temizliğin nurundan bir iz bulunan kişilerin resim ve heykelleri yapılır. Bu nedenle, ressamlık ve heykeltraşlık adına, kiliseleri İsa’nın, Meryem’in ve temiz kimselerin çehreleriyle süslemektedirler.
Bu, hümanistlik karşıtı bir düşüncedir; ahiretin asaleti düşüncesidir. Rönesans ise, yeni baştan, insana doğru gelir ve insanı temel alır ve insanın gerçek saydığını gerçek sayar.
Edebiyatta insanlar arasındaki ilişkileri, onların amaçlarını, eğilimlerini, çabalarını ve gereksinimlerini işleyen romanlarda, öykülerde, tiyatrolarda, filmlerde ve olaylarda yeryüzünde soluk alan dertleri gereksinimleri, güçleri ve güçsüzlükleri bulunan, susayan ve arzulayan sokak insanından söz eder. Sanatta da böyledir; İnsan, güzelliğin temeli olur ve insan vücudu, oldukça güzel bir olgu olarak, resim ve heykelin temel kaynağı durumuna gelir. Bu yüzden, resim ve heykeller yeniden çıplaklaşırlar;[6] eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi. Çünkü antik çağda ve Yunan’ın altın çağında hümanizm egemendir. Hıristiyanlık geldikten sonra insan olumsuzlanır ve Tanrı asalet kazanır. Sanat Tanrı’nın hizmetinde yer alır -onların söyledikleri anlamda- sonra da, Rönesans’la birlikte insanın asıl oluşuna dönülür yeniden.
Buna göre, hümanizm ilk olarak eski Yunan ve Roma’da vardır. Ortaçağ ise hümanizm karşıtı bir dönemdir. Sonunda Rönesans’ta; hümanizm tecelli ederek yirminci yüzyıla değin rüşdünü sürdürür.
[1] Egemen toplumsal düzenlere, hasta insan, özellikle de üçüncü dünya ve ona özgü sömürge insan ve toplum konuları ile ilgili olarak yeni ve ileri görüşleri bulunan çağdaş aydın Fransız yazarı Sayın Tibormonde’nin [özel ad tahmini olarak yazıldı-çev.] güzel ve yerinde söyleyişi. ‘Olanaklı Dünya’ ve ‘Korku ve Umut Arasındaki Dünya’ adlı eserlerinden birincisi Merhum Halil Meliki tarafından tam olarak Farsçaya çevrilmiştir. Tibormende’nin bir başka kitabı da ‘Regard Sur L’histoire de Demain’ [Yarının Tarihine Bir Bakış] adını taşımaktadır.
[2] Bu, geçmiş olayların [istisnaî kişiler bakımından böyle değildir] aktarılıp anlatılmasından ibaret olup kahvehane hikâyeciliğinden farkı şudur: Bu, soğuk ve tatsız tuzsuz bir şeydir. Evet, bütün tarihsel gerçeklerin berbat edilmesi… Tarihsel metinlerimizin tashihi için basit ve masrafsız bir iş yapmamız gerek. Son derece açık ve net olarak, onların olumlu fiillerinin başına bir ‘nun’ [olumsuzluk edatı] getirebilir ve olumsuz fiillerin başından da bir ‘nun’ [olumsuzluk edatı] kaldırabiliriz. O zaman, tarih tashih edilmiş olur. Dolayısıyla bir kalemle, bir tarih kitabını yarım saat içerisinde tashih edebilirsiniz!
[3] Yukarıdaki işlem, tarihten söz eden dinî metinler ya da peygamberin, imamların, geçmişlerin çehreleri ile veya din ya da Şiilik adına geçmişte olmuş olay ve cihatlarla ilgili olarak bize anlatılanlar için de gerçekleştirilebilir. Ama sanırım, bu kadarı yeterli olmaz. Çünkü burada oldukça iş yapılmış.
[4] Sadece bizim açımızdan, hem de bu dönemde değil, 50–60 yılının o müslüman Arap toplumunda da ister, Hüseyin’i İslam’ın sembolü, temeli ve ölçüsü olarak bilen -çünkü kişiliğini tanımıyorlardı- bilinçli insanlar olsun, ister bu sözleri anlamayan fakat onun Peygamber ailesinden geriye kalan ve onun ailesinin belirgin bir çehresi olan biri olduğuna inananlar olsun -ki onlar, en azından verasete, aileye, kana ve mensubiyete inanıyorlardı- bunları anlıyorlardı.
[5] Tarih felsefesinin büyük çehrelerinden biri olarak bilinmekle birlikte Croce [l866–1952]nin tarih felsefesi yoktur. Fakat o, tarihi felsefe olarak bilmektedir. Croce [İtalyan filozof], toplumbilimin ve tarih felsefesinin kurucularından ve önemli çehrelerinden biri olmakla birlikte -yaygın kanının tersine, tarih felsefesine inanmaz- burada söz konusu ettiğim anlamda Croce, tarihin felsefeden başka bir şey olmadığına inanır. Tarihi, bilimsel öz taşıyan ve benim de -birey olarak- onda toplumsal özsel savaşım içinde olduğum bir akım şeklinden çıkarmıştır. Tarihi felsefe şeklinde algılar; oldukça derin bir felsefedir bu. Fakat ben, hangi derdimize yaradığının somutlaşması için başka birtakım konulara -dinî, bilimsel konulara ve çeşitli öğretilere- eğiliyorum. Yani dinle, bilimlerle, sanatla ve edebiyatla ilgili son derece derin, güzel ve değerli -mantıksal, bilimsel, felsefî vb. açıdan- konular bulunur da şimdi işimize yaramaz ve bilimsel zihniyeti, aydınları ya da bilginleri ya da fazılları doyurursa, bu konuları söz konusu etmem. Onlara karşı olduğum için değil, eylemin esas oluşuna inandığımdan. [Villiam James ve benzerleri gibi de değil elbette.] Eylemden soyutlanmış olan her şey eylemsizlerin işine yarar; bütün konulara bu anlamda bakıyorum. Bugün toplumumuzun derdine bir çare olmayan her şeyin yanlış olduğuna inanmıyorum elbette; gündeme getirilmesinde aceleye gerek olmadığını düşünüyorum. Kimi zaman ayda iki üç ya da dört mektup geliyor çeşitli yerlerden. Örneğin içme suyu bulunmadığı anlaşılan bir köyden -ki adını hiç duymamıştım- bir mektup geldi bana. Mektubun yazarı, eğitmen ya da öğretmen olmalıydı. Mektubunda şöyle yazıyordu: “Bayım! Sorun şu: Âdem’in bacı-kardeş olan kızları ve oğulları birbirleriyle nasıl evlendiler?” Sevgili bayım! Sen ki Alemşir’de yaşıyorsun; sorunun sadece bu mu? Yoksa senin huzuruna gelip Hz. Âdem, kızını ve oğlunu nikâhlamanı mı istemektedir şimdi? Aydınların ve bilginlerin en büyük sapmalarından biri, zihinsel gereksinimlerin ve bilimsel hassasiyetlerin, onları öz gereksinimlerinden ve gerçekliklerinden gafil kılmalarıdır. Bu mesele yüzünden, dehalar hücrelerde hapsolmakta ve kitleler kendilerinden olan bu dehalardan yoksun kalmaktadırlar. Bu açıklamayı çalışma yöntemimiz için arz ettim.
[6] Çıplak insan -heykel ya da resim olarak- göğün asaleti karşısında insanın asaletine dönüş anlamındadır. İnsan ve Tanrı arasındaki rekabet -ki sürekli bir rekabettir- hümanizm felsefesinde ve hümanizm karşıtı dinler felsefesinde -Yunan’dan Rönesans’a değin- var olagelmiştir.