Ali Şeriati’nin, Ali Şiası ve Safevi Şiası diye bir kavramı ve bir kitabı var. Elbette kitap devrimden önce yazılmıştı. Ali Şiası ona göre ideal bir Şia tiplemesinden ibarettir. Ama Safevi Şiası, nazarında dinde taassubu ve siyasette ise Makyavelizme dayalı bir anlayıştır. Siyasette Emevi anlayışıdır. Yani Şia adına siyasette Emevi anlayışını ve karakterini temsil etmektedir. Sadece asabiyesi Şiadır onun, anlayışı ve özü ise Emeviliktir. Çünkü dürüstlüğe dayanmaz. Ali Şeriati şayet bugün yaşasaydı ve devrim sürecini görseydi yaşanan tecrübeye ne isim verirdi? Hangi kategoriye sokardı, değerlendirmesi nasıl olurdu, tabii ki bilemiyoruz. Keşke bu imkânımız olsaydı. Gerçi en iyi takipçilerinden olan Abdulkerim Suruş’un başına gelenlerden nasıl bir çizgide olacağı az çok kestirilebilirse de muhtemelen önünde iki şık bulunacaktı. Ya realist olurdu ve yapılanları özümserdi ya da idealist çizgide kalır ve Nietzsche gibi içeriden bombardımana devam ederdi.
Ali Şiası ve Safevi Şiasını devrimden sonra yazsaydı eminim ki bugünkü çizgiden çok farklı olurdu. Bu anlamda onun çizgisini bazı farklarla birlikte Suruş’un temsil ettiğini söyleyebiliriz. Kitle ruhu ile aydın ruhu farklıdır. Aydın hakikatı, kitle ise sürüyü temsil eder. Bugünkü İran’ın Suriye ve İran politikalarına baktığımız zaman bunların ideal bir anlayışa istinat etmediği görülüyor. Mücadelenin özü ve hak ve batıl farkı şartlara bağlıdır. Sıfat veya şartlar değiştiğinde mücadelenin ekseni de değişir. Şartlar değişir de taraflar değişmezse o zaman sıfatları değişir. Pratizm profesyonelliği o da ideal askerin zamanla paralı asker olmasını doğurur. Bundan dolayı sürekli zemin etüdü ve kontrolü yapılmalıdır. Haklı bir dâvâ zamanla haksız hale gelebilir. Sürekli, kesintisiz mücadele insanı mücahid yapmaz bilakis paralı asker haline getirir. İnsanı idealizmden realizm noktasına taşır. Nitekim, Hazreti Ali’nin kahramanlarından Malik Eşter’in oğlu bilahare İbnizzübeyr ordusunun komutanlarından birisi haline gelmiştir. Sebep, çıkışlar ve huruçlar Hazreti Hüseyin’in yaptığı gibi sosyal bir adaletten ziyade iktidar hırsına dönüşmüş ve dailer Ehl-i beyt adını kullanarak kendi namlarına iktidar arayışına girmişlerdi. Ve bunlar güçlü rakip olarak gördükleri Malik Eşter’in oğlu gibi komutanlardan sakınıyorlar ve onları lâyık oldukları göreve getirmeyerek rakip cephenin kucağına itiyorlardı.
Bunun adı realpolitiktir. Dolayısıyla ortam ideal bir mücadeleyi kaldırmıyorsa yapılacak iş mücadelenin eksenini değiştirmek ve siyasî mücadelede tevakkuf etmektir. Mehdi iddiasıyla kıyam eden Nefsüzzekiyye gibiler bunu göremezken Caferi Sadık ve Musa Kâzım’ın yolu bu olmuştur. Onlar dünyevî saltanat yerine ilmî saltanatı ve şah-ı velayet olmayı yeğlemişlerdir.
***
Dolayısıyla şartları itibara almayan kesintisiz mücadele Emevi siyasetine inkılap eder ve kaimlerini yeyip bitirir. Emevilere karşı çıkanlar neticede süreç içinde her ne pahasına olursa olsun zafer kazanma adına kurallarını terk ettikleri için Emevilere dönüşmüş oluyorlar. Bu itibarla, Emevi çizgisi genel anlamda maslahatçı çizgidir. Adları, sanları veya şanları ne olursa olsun bu maslahatçı çizgiyi benimseyenler Emevidirler. Bugünkü Şiilikte temel iki ayrım var. Velayetçi (fakih) çizgi veya öteki ismiyle yayılmacı çizgi (meddü’ş şii). Bu anlayışın karşı kutbunda da milli doku ile bütünleşmiş olan milli şiilik anlayışı var. Bu çizgiyi merhum Lübnan Şii Yüksek Konseyi Başkanı Muhammed Mehdi Şemseddin temsil ediyordu. Bu çizgiyi liyakatla temsil edip etmediği tartışılabilir, ama çizginin doğrulu tartışılamaz. Velayetçi veya yayılmacı Şiilik milli yapıların çözülmesine ve Şii-Sünni ahenginin zorlanmasına yol açıyor. Şii dailiğini yeniden tetikliyor. Bu da partizanca duyguları yeniden uyandırıyor ve harekete geçiriyor.
Şii kitleler şimdi bu iki sarkacın arasında gidip geliyorlar. Irak’ta (Lübnan’da da) göründüğü gibi birinci sarkaç hem millî devletlerin bütünlüğü, hem de Şii-Sünni ahengini dolayısıyla ümmet kaynaşmasını parçalayıcı bir nitelik arz etmektedir. Bu itibarla, dünün Safeviliğinin yerini bugün “el meddü’ş şii” tabir edilen Şii yayılmacılığı almıştır. Bunun muharrik gücü de İran ve geliştirdiği velayeti fakih doktrinidir. Bu Farabi veya Eflatun’da görüldüğü gibi filozofların yönetimini de hatırlatmaktadır.
***
Bu Şii yayılmacılığının en temel nedeni Sünni dünyadaki mercii yani liderlik boşluğu olduğu gibi müşterek zeminde olması gereken ‘er-rıza min ali-i Muhammed veya se’rü Eh-i Beyt’tir.’ Ehl-i beyt bağlılığı ve kan dâvâsıdır. Halbuki kan dâvâsı İslâm dünyasını bu hale getirmiştir. Önce Hazreti Osman’ın kanlı gömleği, ardından da Hazreti Hüseyin’in hunharca şehadeti İslâm dünyasında tamiri güç fitne ve yaralar açmıştır. Artık bunların tarafı kalmamıştır. Tarihî anlamda zaman aşımına uğramıştır. Dolayısıyla bunların üzerinden siyaset yapmak istismardır. Aksi takdirde bilmeden ve istemeden, modern nasibiler ile Aleviler arasında hayali ve hayali olduğu kadar anlamsız bir savaşın tarafları haline geleceğiz.
Ehl-i beyt adına intikam duyguları mübtedi yeniçerinin durumuna benzer. Yeniçeri vaaza gitmiş ve ilk kez Hazreti İsa’nın Yahudilerce Roma idaresine gammazlandığını öğrenmiş. İlk gördüğü Yahudiye bunun hesabını sormak istemiş. Yahudi “Bana ilişme bu mesele yüzyıllarca önce oldu. Benimle bir alakası yok” dediyse de yeniçeriye dinletememiş. O dâvâsında ısrarlıymış: “Ben ilk kez duydum da!...”
Duymayanlar varsa duysunlar artık duysunlar: Bu meseleler artık tarihte yani geçmişte kaldı.
21.12.2006/ Yeni Asya Gazetesi