1- Radikalizm: Radikalizm tarihi, tam olarak 1800 yılında belirginleşmiştir; radikalistlerin resmi bildirilerinin yayınlanış yılıdır 1800. Bunlar, ahlakı ve eğitim öğretimi, Tanrı ve dine göre değil toplumsal akıl ve mantığı temel alarak biçimlendirmeye çabaladılar. Fakat bu çabada çabucak yenilgiye uğradılar.
2- Batı’da Hümanizm: 19. ve 20. yüzyıllarda egzistansiyalizm, Batı hümanizmine özgü en büyük öğreti olup bugün de yaşamaktadır.
3- Doğu’da Hümanizm: Nasıl tarihin batılı ve doğulu akımı bulunuyorsa hümanizmin de doğulusu ve batılısı vardır. Batılısını söyledim; şimdi sıra doğulusunda.
Kişisel bilimsel yetenek olarak, insanın bulma ve anlamadaki en iyi kaynaklarının mitlerde olduğunu görürüz; milli mitler, dinî kıssalar. Uzak geçmişe döndüğümüzdeyse millî ve dinî olanın arası kapanır, her ikisi de bir olur.
Doğulu görüş, felsefe ve algılamada insanı tanımak için en iyi temel, Doğu dinlerinde, kültürlerinde ve mitolojilerindeki insanın yaratılış kıssasıdır. İnsanın yaratılışının nasıllığını öyküleyen bir yaratılış kıssası vardır her dinin ki ya efsane ya da öykü biçiminde veya dinî bir gerçeklik biçiminde olup tarihsel ya da remizlik veya sembolik bir gerçeklik oluşu önemli değildir. Çünkü bir dinin yaratılış kıssasında insanın yaratılışının nasıllığını anlamak değil, insanı nasıl algıladığını anlamak istiyoruz. İşte bu kıssalarda hümanizm mütalaa edilebilir, insan tanınabilir.
Hemen burada söyleyeyim; dinimiz İslam’ı böylesine müphem ve karanlık olarak zihnimizde taşımamıza neden olan etkenlerden biri, İslam’ın insanı nasıl anlamlandırdığını bilmememizdir. Oysa İslam adına var olan her hüküm, inanç, buyruk ve gelenek insana ve insanın nasıl oluşuna, nasıl olmak gerektiğine dayanmaktadır. Öncelikle, İslam’ın insanı nasıl anlamlandırdığını anlamalıyız; böylece söylediğinin ne anlam taşıdığını anlamış oluruz o zaman. Doğu’da insanı tanıyışın en büyük kaynaklardan biri mitler, felsefî, dinî ve tarihi kıssalardır. Ama ne yazık ki, en küçük mitin, en aşağı edebi eserin tashih edip çözümlemesi yapılan, yüz kez felsefî, bilimsel ve dinsel yorumu yapılan Batı’nın tersine; öyle ki örneğin Yunan hümanizmini tanımak istedin diyelim, en azından elli tane büyük ve yeni kitap bulabilirsin ki bu kitaplarda hümanizmle ilintili olan mitolojik çehreler ve eserler birer birer açıklanıp çözümlenmişken, bunun tam tersi olarak Doğu’da, tüm bunların yerine helâ adabına dair eserler yazılmış olup bunları uygulayacak olursan ömrünün tümü boşaltmak için harcanmış olur. Doğu’da, mitlerin açıklanması, ilgili eserlerin tashih ve basımı yolunda bir çalışma yapılmamıştır; Kur’an’ın, insan ve âdem kelimeleri üzerinde onca durmasına rağmen İslam’da özellikle. Öteki Doğu ülkelerinde de durum böyledir.
Ne olursa olsun, Hint’teki, Çin’deki, İran’daki ve Maveraünnehr mitolojilerindeki insanın yaratılış kıssaları -ki hepsi de İbrahimî dinlerdeki Âdem’in yaratılış kıssasına oldukça yakındır- Doğu hümanizmidir. En yetkin hümanizm felsefesiyse İbrahimi kültürde ve bu cümleden olarak Kur’an’da yer alan Âdem kıssasıdır. Sonra, bu konuyla ilgili olarak sonsuz tuhaf ve şaşırtıcı olan birçok rivayet bulunmaktadır metinlerde. Öyle ki dört yıldır, hümanizmi Âdem kıssasından çıkarma üzerinde düşünmekte ve çalışmaktayım.
Ben, mitler üzerine çalışıyorum epeydir. Çünkü mitleri tarihten daha çok seviyorum, hatta tarihten daha çok gerçeklik bulunduğuna inanıyorum mitlerde. Mitler, insanın zihninde oluşan hikâyelerdir. Tarih ise oluşturulmuş gerçekliklerdir. Oysa mitler, nasıl oluşturulması gerekiyorsa öyle bir tarihtir.
Bunlar, Doğulu öğretilerde insanbilimin ve hümanizmin anahtarlarıdır. Böylece varır dayanır İbrahim öğretisindeki Âdem kıssasına, Kur’an’daki ve öteki metinlerimizdeki Âdem’in yaratılış kıssasına, İslam ideolojisinde hümanizm olarak.
Birkaç oturumu Doğulu, Batılı ve başka öğretilerdeki hümanizme ayırmalı, İbrahim öğretisindeki insanbilime eğilmeliyiz. Üçüncü aşama toplumbilimdir.
Sözünü etmek istediğim toplumbilim, eski bir toplumbilimdir; Aristo ve Eflatun’un -Batılı öncülerin söylediği anlamda- bir başkası da Saint-Simon’un, Proudhon’un, Marx’ın toplumbilimleri ve yirminci yüzyılın çözümlemeli toplumbilimi olup bunları tek bir çehrede adlandırmak olanaksızdır. Sonra ise İslam’dan elde edilen, Kur’an’dan çıkarımı yapılabilecek bir toplumbilimi tanımak yolunda bir ortam olarak görülebilecek bir toplumbilimi ele alacağız. İslam toplumbilimine dinî bir toplumbilim de ekleyeceğim [burada son derece hassas bir konu ortaya çıkmaktadır; Kur’an’dan tarih felsefesi, insanbilim ve toplumbilimle ilgili olan bölümleri burada okuyabileceğimizi umuyorum].
Bu bölümde İslam öğretisini şekillendiren temel esasların ya da temel öğelerin ilk kaynakları ele alınmaktadır. İlk kaynak -ki İslam oradan alınmalıdır- kitaptır. Ötekisi ise Peygamber’in ashabının yaşayışı ile İslam öğretisinin örnek insanlar olarak sunduğu yetişmiş örnekler ve modellerdir.
Öyleyse İslam’ı tanımak için Allah’ı -öğreti mabudu olarak- tanıma gereksinimimiz vardır; ilk İslam metinlerinde tanıtıldığı üzere.[1] Sonra, öteki kahramanlar, peygamberler ve önderlerle karşılaştırmada peygamberin insanî tipini tanıma gereksinimimiz bulunmaktadır. Ayrıca bir site, bir geçici örnek insanî toplum, bir model, bir maket, son derece sade fakat oldukça aydınlık bir toplum örneği olarak Medine toplum tipinin tanınmasına da. Aynı şekilde model olarak sunulan örnek insan tiplerini de tanıma gereksinimimiz vardır. Bunlar, İslam’ın anlaşılma kaynaklarıdır; bunları anlayıp tanımakla İslam’a ulaşılabilir, eski kelamın sınıflamalarından yararlanmakla değil. Bu sınıflamalar, iyi olmakla birlikte bugün için değil, geçmiş için iyidir. Ne var ki bu zamanda artık eskimiştir ve vahiy konumunda görülebilecek bir form değildir. Hemen burada söyleyeyim de kimileri fırsat bularak karşıtlık suçlamasında bulunmasınlar; tıpkı konuşmamın yarısında gelip Tanrı’yı inkâr edenlerin delillerini naklettiğimi duyarak Tanrı karşıtı ve dinsiz olma suçlamasında bulunan ve kendi inançlarımı söylediğimi sanan bay gibi. Oysa sadece birtakım sözleri aktarıyordum; gerçeği anlaması için daha önce gelip daha çok oturması gerekiyordu oysa. Başkaları da fazlaca oturmayıp eski olan her şeye karşı olduğumu söyleyebilirler. Ne ki, burada onaylama ya da karşı çıkmadan söz edilmemektedir; hangi yolda ve nasıl yürümekten söz edilmektedir, en iyi sonuca ulaşmak için.
Dolayısıyla İslam’da araştırma yapmak için kaynak, Kitap ve Sünnettir.[2] Ne ki zihinlerimizde bulunduğu anlamda değil -ki kendi önsel inancımızı kitaba yüklemekte ya da Peygamber’in sadece sözlerini, sükûtunu, amel ve kavillerini sünnet olarak bilmekteyiz- bunun tersine, daha önemli, daha ivedili, daha hassas ve daha öğretici olan -ki hep yeni ve gündemdedir- ideallerinin toplumda gerçekleşmesi ve mevcut toplumsal düzenin, toplum içinde devrim ve devinim yaratmak için değişip dönüşüme uğraması yolunda Peygamber’in toplumsal çalışmasının yöntemi olan üçüncü boyutudur sünnetin.
Karşılaştırmalı ya da ölçmeli, bugün yanlış olarak tatbiki dediklerinin aynısıdır. Bilimsel metot olarak karşılaştırma, dakik bir tanıma ve değerlendirme için, özellikle insanî bilimlerde, oldukça büyük bir yardımcı etkendir. Ali [a.s] yi tarihten ve tarihteki rakip ve görünürde benzer olan çehrelerden soyutlayarak sadece soyut bir olgu olarak onun üzerine konuşup onu tanıtırsak, belki görkem bakımından onu tanrılık derecesine -kimilerinin yaptıkları gibi- çıkarsak da onu hiç anlamamış, hiç tanımamış oluruz. Şia imamlarını tanımak için -ki şimdi onlarla ilgili olarak sıralanış numaralarından başka bir şey bilmiyoruz; -ölüm tarihlerini anımsarsak, ahlakî ya da kerametlik bir cümle söyleyip geçeriz, aklımıza gelmezse o da yok- biyografilerini okumaktan başka, onlardan geriye kalan cümleleri aktarıp açıklamaktan başka ve soyut bir biçimde çevre ve kişiliklerini değerlendirmekten başka karşılaştırmada bulunmaya yönelmeliyiz; ta ki çehreleri dakik olarak değerlendirilmiş olsun ve kişiliklerine ulaşalım. Yani onların çehrelerini çağlarındaki karşıt çehreler karşısına koymalı ve topluma egemen olan güç sahibi çehrelerle karşılaştırarak tanımalıyız onları.
Öyleyse Şia imamlarını, kendi siyası, toplumsal ve düşünsel dönemlerinde ve çağlarında, hatta insanlık tarihinin düşünsel ve toplumsal önderlerinin çehreleri arasına koyarak, onların anti tezi olan çehreleriyle karşılaştırdığımızda tanıyacağızdır.
Onları dakik ve inkârı olanaksız bir biçimde tanıyacağız böylece.
Karşılaştırma, diyalektik bir yöntem olup Batı’nın alnına damgalanmış olmakla birlikte tam tersine, Doğulu bir düşünme tarzıdır. Defalarca söyledim, Ali meselesi -tanınması gereken bir kişilik olarak- hem Şiiliği tanımak için, hem Ali’nin kendisini tanımak, hem de İslam’ı tanımak ve bu insan fabrikasının yüce örneğinin teknik ve mekaniğini anlamak için gereklidir. Ali’yi tanımak için kullanılacak yöntemlerden biri karşılaştırmadır. Bu karşılaştırma, sadece Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye çehreleriyle olan rekabetin dar ve son derece yüzeysel alanında ölçme anlamında değildir. [Gerçi bu da dakik değildir ve doğru olarak gerçekleştiyse bile yine de oldukça sınırlı ve küçük bir alanda ölçülmüştü ve sonuç alınabilir cinsten değildi]. Tersine, bir yazarın, Ali’yi [bu mucizevî olguyu] Peygamber’den sonraki Medine’nin dar alanından alıp tarihin ve insan toplumunun Medine’sinde, içinde tarihin bütün kahramanlarının toplandığı büyük bir salona götürmesi ve görkemini, tarihin bütün görkemli çehreleri karşısında görmesi anlamındadır karşılaştırma. İşte o zaman Ali’nin görkem ve değerini dakik olarak görmüş olacaktır.
Karşılaştırma, hem kişiyi ve değerini hem de bu kişiye olan inanç türünün çelişkisini ve onun düşünce ve kişiliğinin değişimini anlatır bize.
Ali’yi onun rakibi olan halifelerin karşısına, onun hakkını gasp eden ama insanî değerleri de bulunan ve haktan Batılı -kişisel güçlerine ve emellerine zarar vermeyeni- gözeten ashabın karşısına yerleştirin. Ebubekir’in [Müslüman, muhacir, fedakâr ve İslam’da geçmişi önceye dayanan sahabi] olumsuz bir niteliği vardır; gasp edicilik. Ebubekir’i geçip Ömer’e varıyoruz; aynı özelliklerin yanında Ebubekir’den daha olumsuz bir niteliği vardır onun. Çünkü gasıp olmasından başka sert ve yüzeyseldir de. Ali’yi tez, Ömer’i ise antitez olarak aldığımızda Ali’nin halka olan şefkatindeki büyüklük, felsefe, Kur’an’ı tanıma, İslam’ı anlama ve ilimdeki derinliği daha da somutlaşır.
Sonraysa Osman gelir; Ömer’in olumsuz sıfatını o da taşıyarak, olumsuz bir sıfatı da eklemek suretiyle; aristokrat olması, ailesinin elinde oyuncak olması, toplumsal ve iktisadî cahiliyete eğilimli olması bakımından. Burada Ali’yi tanıma yolundaki hareketle yeni keşiflere ulaşırız; Ali’nin zahitliğini keşfederiz. Çünkü antitezi zahidlikten uzak kirli biridir. Adaletini keşfederiz. Çünkü antitezi bir zalimdir, yığıcı ve malperesttir. Adaleti uygulamada ayrımcı olmayışını, sertliğini, kavminin ve yakınlarının beklentilerine karşı savaşımını keşfederiz.
Çünkü antitezi adalet tanımaz ki uygulamayı düşünsün; kavmi ve kendisi üzerine titremektedir o.
Böyle bir karşılaştırma yoluyla, hilafetin ve halifelerin grafik eğrisi düşerken, aynı ölçüde de Ali’nin yaşayışının grafik eğrisi yükselir. Tarihte halifeler, hatalı ve bencil Müslüman bir sahabi konumundan yavaş yavaş zorba bir zalim ve sonra kesin zulme ve en sonunda da mutlak cehalet ve gerilemeye dönüşürler. Karşıdaysa Ali, mutlak adalet, ilim ve ismet biçiminde tecelli eder.
Diyalektik karşılaştırma ve bağıntıda antitez ve Ali’nin karşı olumsuzlayıcı kutbu, şeytan şekline bürünür. Sonuçta da Ali, kimi mazlum kitlelerin duygularında Allah’ın simasında görünür. Ali’nin karşıtı, artık hatalı, fasit, fasık bir Müslüman, bencil bir yönetici değildir, Mütevekkil’dir, Timur’dur, Cengiz’dir, Atabekler, Timurlular v.b dir ki İslamî yönetici adıyla İslam toplumunda yönetimi elinde bulundurmakta, halkın derisini yüzmekte, insan başını kadeh yapıp şarap içmekte ve sonra -Beyhaki’nin söyleyişiyle- namaza durmakta ve namazdayken boynunu işaret ederek, esirlerin öldürülmesi emrini vermektedirler.
Osman olmasaydı, Ebuzer olmazdı; Yezid olmasaydı, insanlık tarihinin Hüseyin’i olmazdı; Muaviye olmasaydı, hürriyet, adalet, bilinç ve insanlık Ali’den yoksun olurdu. Sonuçta tarihte cinayet, zulüm ve iblislik olmasaydı, her şeyini imam karşılığında bağışlayan tanrısal insan, özgür ve şehid insan olmazdı. Çünkü ortaya çıkması için uygun ortam olmazdı.
Tarihin, insanın ve toplumun diyalektik çelişkisi bu demektir. İslam-bilim planında tevhidden kaynaklanan üç temel, birlik taşmaktadır. Fakat insan, tarih ve toplum temelinin her biri çelişkiye dayalıdır. Fakat bu, hikmet yönü bulunan ve mantıklı bir ilişki taşıyan bir çelişkidir. Cahiliyet mantığı, kuru zihinsel ve biçimsel şekiller mantığı olan Aristo mantığı -ki bizim havzalarımızda İslamî mantık adıyla okunmaktadır- yerine diyalektik görüşümüz olsaydı, İslamî hayat ve hareket olarak algılardık, donuk sabit sınırlarını, biçimini, cinsini, mesafe ve tanımını oluşturduğumuz ve bunların içine girerek taş haline geldiğimiz taşlaşmış kalıplar şeklinde değil.
Bir kaç yıl önce İrşad’da Camie Şinasiyi Ümmet ve İmamet [Ümmet ve İmamet Sosyolojisi] adı altında birkaç oturumda tamamlanan bir konuşma yapmıştım ki basılmaktadır, okursunuz. Orada, sonradan zihnime gelen bir konu dışında birçok konuyu ele aldım. Fakat asıl tez, orada söylediğimdir.
İmamın rolünden insanlığın temsilcileri [Emerson’un söylediği gibi] olarak söz ediyorum;[3] yani ideal biçiminde insanda var olan zihinsel gerçekliğin belirginleştiricisi ve tanımlayıcısı olarak.
Ümmeti -ideal toplum olarak- Marx’ın sınıfsız toplumuyla ya da J. Isoulet’nin Temiz Kent’i ya da Eflatun’un Ütopya’sı ve Thomas More’un Güneş Kenti’yle ve aynı şekilde ideolojilerin oluşturduğu ideal toplumlar -ister burjuvazi gibi çeşitli düzenler olsun, ister çeşit çeşit ideolojiler olsun, örneğin Saint Simon’un sanayi toplumu adıyla arzuladığı gibi- ile karıştırıyorum.
Ümmetin ideal ve tarihsel toplumlarla ve mevcut toplumsal düzenlerle karşılaştırılmasından sonra, insanın bu tasvirinin doruğunda Tanrı’nın halifesi olduğu son aşamaya ulaşıyoruz. Burada artık hümanizm söz konusu değildir. Olması gereken insan meselesidir bu; kendisine doğru gitmeye arzuladığımızdır. Her zaman için Tanrı’ya doğru giden bir insandır ve biz, tarihte hep o insana doğru gitmeliyiz. Ona doğru gitmek için insanın silahı öğreti, ideoloji ve imandır; fakat kalıtsal olarak donuk gelenekler biçiminde, bir tür kavimsel değerler, bir tür yüklenmiş, telkin edilmiş, boyun eğdirilmiş hükümler biçiminde bir iman değildir bu. Bilinçsiz, duygusal ve içgüdüsel bir iman da değildir ve ayrıca sadece bilimler, felsefe, uygarlık ve kültür biçiminde bir iman da olmayıp tersine, bilinç bağışlayıcı bir bilinç öğretisi biçiminde, insana sürekli gelişim hareketinde kılavuzluk eden imandır.
İslam-bilim döneminde ele almayı arzuladığım şeylerdir bunlar. Hemen belirtmeliyim ki benim ve İrşad Kurumunun hedefi, örneğin bizim de bir dershanemizin ya da yeni, temiz, yıkanmış, süpürülmüş bir salonumuzun olması değildi ve olmayacaktır. Ya da din için çalışmama ukdesini bu şekilde kapatma ya da ahiret için bireysel sevap kazanmak ve geçmişlerimizin ruhları için bir şeyler yapma amacında değiliz. Biz ne kalıtsal ve taklitlik kalıplarda kalanlardanız; ne her şeyi geçmişten geldiği gibi benimseyenlerden ve ne de yeni olan ve sınırların ötesinden gelen her şeyi peşin peşin kabul edenlerdeniz. Kendisine, inançlarına, topluma olan ilişkisine, çevre ve zamandaki sorumluluklarına karşı bilinci olan ve ciddi işler yapması gereken kişiyi aydın olarak biliriz. Böyle bir iş için geleneksel meclislerde ve törenlerde hazırlanılamaz ve moda yüzlerden vitrinlere yaptırılan çevirileri incelemekle aydın olunamaz; geviş getirip böbürlenilemez. Öyleyse yeni işler, yeni üretimler gerçekleştirmeli ki böylece hem o düşünsel bilincimize ulaşalım, hem de imanımızı bilinçli bir ideoloji biçimine sokalım. Eğer mü’min isek ister avam güruhundan olalım, ister bilginler ve din âlimleri arasında yer alalım, dinimizin maarifini ve İslamî bilgilerimizi -ki son derece değerli maddelerdir- meslek, erek ve ideoloji yapısında kullanmalıyız, inşa etmeliyiz. İslam’ın içinden, İslam risaletinin gerçek tarihsel, toplumsal yönünü ve özünü keşiften elde ettiğimiz erek ve ideolojiyi, yani İslamî bilgileri kendi İslamî bilinç ve inancımıza araç kılmalıyız, İslamî ilim şeklinde değil elbette. Bu konuşmalardan ve çabalardan amacımız, olukça aydınlık ve açık olan iki arzu yolundadır; Birisi, kendimizin -bu zamanda, bu çağda ve bu sınırlı ve bilinen koşullarda, olanaklarda var olan bir grup olarak- düşünsel ve inançsal öz bilinç kazanması, ötekisiyse özgür ve aydın bir Müslüman olarak topluma düşünsel ve toplumsal bilinç vermemizdir. Dolayısıyla hedefimizin topu topu iki aşaması bulunmaktadır; birisi öz bilinç bulmamız, kendimizin öz bilinçli olması, ötekiyse halkı bilinçlendirmek, yani emri bil ma’ruf ve nehyi anil münker. Burada hemen belirteyim ki şu sorumluluktan kaçış anlamı taşıyan, “önce kendini düzelt, sonra toplumu düzeltmeye çalış” sloganıyla yanılgıya düşülmemelidir; orada kendini tanı olarak düzeltinceye dek sabretmelisin ama tam düzeliş hiç bitmez, Öyleyse toplumu kendi haline bırak. Gördüğünüz gibi, güzel ve aldatıcı bir cümle; oldukça korkunç ve İslam dışı. Çünkü İslam, bize bireyin, toplumu düzeltme yolundaki çabası olmaksızın düzelmeyeceğini öğretmiştir.
Eğer görüşümüz bulunursa ve İslam bizim için ideoloji şeklinde söz konusu olursa çözülmemiş konulardan birçoğunu –ki hiçbir yazar, bilgin ve araştırmacı açıklayıp yorumlamamıştır- gördüğümüzde anlayabiliriz. Çünkü dünya görüşü, düşünceye bir tür aydınlık vermek, göze bir tür bakış kazandırmak demektir. Bütün bilgileri stok etmekle -ideoloji olmaksızın- muhterem ve değerli bir bilgin de olsak, sadece toplumumuzda ve küçük çevremizde değil, kalbimizde bile bir ışık bulamayacağızdır;
“İlim bir nur olup Allah onu dilediğinin kalbine yerleştirir.” Allah’ın kalbe attığı ışık, tanrısal ilmin ışığıdır; ne fiziktir, ne kimyadır, ne fıkıhtır, ne kelamdır, ne usuldür, ne toplumbilimdir, ne ruhbilimdir, ne insanbilimdir [ki bunlar hep maddedir]; tersine insanî öz bilinç ve bilinçlice inançtır. İnsanı fazıl ve bilgin değil, bilinçli ve savaşımcı kılan bir ilimdir. Ebuzer’i yaratan ilimdir, İbn Sina’yı değil.
Ya süreğen geleneklik ve duyusal telkinler şekline girmiş olan ve herkesin bilinçsizce uyguladığı ya da uzmanlık bilimlerinden bir dizge şekline bürünmüş olan bu İslam, eğer bizim için ve toplumumuz için bir bilinç şekline girerse, şu anda büyük İslamî bölgede bulunan ve birçok düzensizliklere boyun eğmiş durumda olan, cehalete ve zillete esir insanların izzet ve kurtuluşunu ve toplumun hareketini sağlayacaktır. Fakat bilimlerden oluşan bir dizge, hiç’in hizmetinde olabilir ve bir köşeye gömülebilir; bir dershanede ya da hücrede öğrencilerden, âlimlerden ve fazıllardan bir grubun elinde mahsur kalabilir. Ya da avam kitle arasında bilinçsiz telkinlik duyusal ve geleneksel duygular biçiminde -din adını da taşısa- bozulabilir ya da yok olabilir; varlığını korusa bile, yazgıda hiçbir etkisi olmayabilir.
Dolayısıyla, ne bilgince İslam, ne avamca İslam; sadece bilinçlice İslam. Ne bilgin Müslüman, ne avam Müslüman; sadece aydın Müslüman. Kültür olarak, gelenek olarak İslam değil, inanç olarak İslam.
İslam’da öz onarım ve başkasını onarım birbirlerini gereksinirler; önceli ve sonralı iki aşama değildirler. İslam; namaz kıl, oruç tut, derken aynı zamanda iyiliği emretmeyi, kötülükten alıkoymayı da yüklemektedir. Yoksa “Ebuzer makamına ulaştığında iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma adında yeni bir hüküm ve sorumluluğun oldu.” demiyor; tersine tüm öz onarım hükümleriyle birlikte başkasını onarım hükümleri de ortaya konuluyor.
Anlatım üslubu ve dil şekli bakımından şunu açıklamak gerekmektedir; Kendimi sizin -topluma bilinç aşılama sorumluluğunu omuzlarına alanlar- karşınızda hissettiğimden, kaçınılmaz olarak terimlerle konuşuyorum ve sözlerim sizin düşüncenizin düzeyine değin yükseliyor, böylece, meseleler kendiliğinden üst düzeyde gündeme geliyor ve aşağılara inmek, aşağı düzeyde ele alınmak olanağını yitiriyor. Siz, topluma bilinç bağışlama sorumluları olarak, benim ham tezimi olgunlaştırınız, daha yetkin kılınız ve ortak görüş ve bakış çizgimizde daha yeni konuları keşfediniz. Çünkü ortak bir bakış ve metot bulunduğunda sizlerden her biriniz kolaylıkla bir araştırmacı olabilirsiniz ve bu alanda uzman olan -ama metotsuz- bir bilgin’in zihninde yeri olmayan konular ortaya çıkar zihninizde.
Gördünüz ki Horsend, -o Aşura günü toplantısında Habil ve Kabil kıssasında bir sembol keşfetmişti ki mitolog olup sürekli olarak mitoslarla ve mitolojik sembollerle uğraşan ben her gün yeni bir şeyler söylediğim ve bu konuyu keşfetme uğraşında olduğum halde o sembolün farkına varmamıştım. Sözü edilen konu, kargalar ve onların Habil’in gömülmesindeki rolleridir.
İslamî hikâyelerde, Kabil, Habil’i öldürdükten sonra cesedini sırtına alıp yollarda ve çöllerde dolaşıp inler. Çünkü öz olarak insan katili, cani ve kardeş katili değildir. Tersine, birini Kabil, ötekiniyse Habil yapan bu toplumsal düzendir; bir tür özel eğitimin ve özel bir rejimin gereğidir. Bu cinayet, düzenin gereğidir. Fakat Kabil’in insanı ve duyusal fıtratı, kardeşini öldürdükten sonra uyanır ve pişman olur, cenazeyi ne yapacağı konusunda çaresiz kalır. Bu sırada işte, bir karganın başka bir kargayla dövüştüğünü görür; biri öldürülür ve ötekisi [katil], pençeleriyle toprağı kazar ve ölüyü toprağa gizler.
Buraya kadarı İslamî ve gayri İslamî hikâyelerde vardır ve benim zihnimde de var. Bu, insan olma, Âdem’in oğlu olma gurur ve benine karşın Kabil’in bir kargadan ders alışını göstermektedir.
Bu yorumu inkâr etmeksizin, bu alanda fazlaca uzman olmayan birinin, uzman olanın ve hep bu işle ilgilenenin farkına varmadığı bir keşifte bulunduğunu görürüz kimi zaman.
Horsend, kargayı üçüncü sembol olarak almıştı; Kabil ve Habil çatışmasında, işleri cinayeti gizlemek, zulmü örtmek ve Kabil’in cinayetine dinî, felsefî ve ahlakî bir yorum getirmek olan ara güçlerin sembolü. Kabil cinayet işler ve karga bu tuhaf nakşı gözlerden gizler.
Bu sembol, üçüncül akımdır tarihte [Fırat ve Dicle’den başka]; karga kara olduğu için, uğursuzluk sembolü olduğu, birlerce yıl yaşadığı, leş yediği ve hep pisliği, uğursuzluğu ve kötü haberi anlattığı için özellikle. Tüm bunlar, bu hikâye de doğru bir sembolün alındığını göstermektedir ve benim için oldukça dikkat çekicidir.
Metodun önemiyle ilgili olarak söyleyebileceğim bir başka örnek; Öğrencilerimden kimileri -hatta Arapça bir cümleyi bile okuyamayanlar- metod kullanarak Kur’an’dan öylesine yeni konular elde ettiler ki tefsir uzmanları için -kendi itiraflarına göre- de yenilik taşıyordu.
İslamî öz bilincimizi, ideolojik öğrenim gördüğümüz zaman bağışlayabiliriz öz bilinçsiz topluma. Böyle bir öğrenim için, bu dershane -bu geniş yüzeyi ve bu kısıtlı olanakları ile- her bakımdan o gereksinimleri karşılayamaz. Bir başlangıç, genel bir çağrı, genel bir toplanma, oldukça genel bir ortam hazırlama olarak belki de yararlı olmuştur ve olmaktadır. Fakat onarılmak ve ideolojik öğrenim kazanmak için yeterli değildir. Ama olur ki, dört beş bin kişilik bu dershane -ki bir yüzme havuzu gibidir- kanalize olur ve katılanları, dinleyicilikten, alıcılıktan, kitap okuyuculuktan, konuşmalara kulak vericilikten çıkarıp çeşitli uzmanlık ve öğrenim alanlarında, toplumda inançları için çalışan kimseler durumuna getirebilir. Ancak böyle bir çevre, bilgi arayıcısına güven bağışlayabilir, çünkü her gün, ilerlemekte, insanî ve toplumsal deneyimler kazanmakta, zihinsel pasifliği bulunan ve sapkın hayallerin tutsağı olan bir genç durumundan çıkarıp, özdeşlik ve gerçeklikle sürekli temasta olmasını sağlamaktadır. Onu saptırmak için bilgince çabalar gösteren güçlerin isteklerine karşın onun sapması olanaksızdır. Çünkü hem bilinç kazanmakta hem de yükümlü duruma gelmektedir. Bir kimseyi kazalardan ve tehlikelerden korumak için caddenin bu yanından o yanına geçirmeye çalışırken kendim de korunmuş oluyorum böylece.
Riyazet bu demektir, yani inanç ve halk için savaşım vermek; çabalamak ve katlanmak, olumlu sıkıntılar küresinde onarılmak ve arınmak “Ve teva sav bi’l hakk ve teva sav bi’s sabr” budur işte.
İnsan, iki iş yaparak inançlı, mücahit ve akide sahibi olur; Birincisi, çalışmakla; yani düşüncen için çalıştığın sırada iman da kazanırsın. Fakat imanın dereceleri vardır; öyle çabalamalı ve çalışmalısın ki, iman sende bulunan bir sıfat değil, senin özünün bir parçası olsun. İman senin varlığının bir parçası olduğunda hayatın, doruk noktasını Hüseyin [a.s]’in tanımladığı -bizim için tasavvur edilecek cinsten değildir- bir biçim alır; Hayat, inanç ve savaşımdır, başka bir şey değil. Ki böyle bir tanım, amelde son derece şaşırtıcıdır.[4]
İnançlı olmak için ikinci iş, bir düşünsel havada yaşamak ve soluk almaktır; bir iki dershaneyle, dört beş kitapla hava oluşturulamaz. Düşünsel hava, her yeri tek bir ışıkla, tek bir ısıyla, tek bir oksijenle dolup taşan bir fezada soluk alıp verdiğimiz zaman oluşur. Yani öğrenci olan ben, İslam-bilim dershanesinden çıkıp, bir kütüphaneye ya da bir filmi görmeye ya da bir tiyatroya gittiğimde, bu görüş benzeri ideolojiyi esas alarak üretilmiş kitapla, filmle ve·tiyatro oyunuyla karşılaştığım zaman, hatta yurda, bir toplantıya, dinlenmek için bir dinlence yerine uğradığımda kendimi bu düşünceye benzer bir düşünce ortamı içinde bulduğum zaman düşünsel hava içerisindeyim demektir. Böylece benzer bir düşünsel hava oluşur ve insan böyle bir düşünsel havada inançlı ve bilinçli duruma gelerek onarılır, gerçekleşir.
Bu dershaneler bu şekliyle erdemli ve bilinçli kılarak bilinmesi gerekenlerden birçoğuyla donatır sizi. Ama feza oluşmaksızın, bir inançta yetişmiş bir ruh şekline ulaştırması olanaksızdır. Fezanın oluşturulması güçtür bizim için. Geleneksel anlamda dinli olanlar, elinin bu kadarıyla da kendilerine yettiğini düşünen ve dünya ve ahiretlerini bu kadarıyla temin edilmiş gören kimselerin de hava ve fezaları vardır. Soluk alıp vermek için bir yer bulamayan bizleriz sadece.
Maddeler, dil, hareket, ilişki ve çalışma.
Maddeler, bana düşünsel gıda veren öğeler dizgesidir. Dil ise, o ideolojiyi çeşitli şekillerde, çeşitli söyleyişlerle, çeşitli teknik araç gereçlerle ve çeşitli metotlarla açıklayan ve sürekli bana muhatap telkin eden araçlar dizgesidir.
Düşünsel hava ve fezayı yaratan dil ya da diller, tebliğ araçları ya da bugünkü söyleyişle kitle iletişim araçlarıdır. Kitle iletişim araçları bir mesajı ya da bir düşünce ya da öğretiyi veya haberlerden, bilgilerden ve bilinmesi gerekenlerden bir dizgeyi bir grubun hizmetine sunmaktadır. Bu araçlara her iki grup da sahiptir. Onların [geleneksel dinlerin] mihrapları, minberleri, tekkeleri, mescitleri, minareleri hatta ceride [haç]leri -ki hepsi fezayı tebliğ, telkin ve oluşturma araçlarıdır- vardır. Bunların, [modern tipin] ise televizyonları, radyoları, dergileri, tiyatroları, çeşitli broşürleri, çeşitli matbuatı, hepsinden önemlisi, çağımızın en büyük, en güçlü natıkası olan filmleri vardır ellerinde.
Buna karşılık, bizimse hiçbir şeyimiz yok; her şeyi yaratmak durumundayız; Hem havaya uygun ortam –ki bugün yoktur- hem havanın zihinsel geçmişini –ki kesinlikle yoktur- ve hem de sonunda feza ve havanın kendisini.
İşimizin ne kadar ağır ve zor olduğunu görüyor musunuz? Yeni başlanılan, önceden üzerinde hiç yürünmemiş, ayakaltında çiğnenmemiş, düzlenmemiş, tanınmamış her yol, zor yoldur.
Çevrenin bireylere yüklemediği, tersine bilinçli ve özgür bireylerin seçtikleri ve çevreye yüklemeye çalıştıkları her iş, zor iştir.
Bilince ve seçme özgürlüğüne ulaşmak, yani tarihin, geleneğin ve zaman belirleyiciliğinden özgür olmak isteyen, kendi bilincini, imanını ve yolunu seçen, çevresini değiştiren ve kendi toplumunun tarihinin akışını yönlendiren olmayı amaçlayan herkes bu zorluklara göğüs germelidir.
Sabır ve hak, ağır bir yükümlülüktür.
[1] İlk İslam metinlerinde ortaya konulup tanıtıldığı şekilde Allah’ın tipini tanımak -ki Tanrı birdir- doğrudur, ama ondan söz eden kimdir?
[2] Bugün, din esasları [tevhid, nübüvvet ve mead] ve mezhep esasları [imamet ve adalet] sınıflaması hiçbir sorunu çözmez, bu çağda İslam’ın kendisini tanımak için düşünsel açlığımızı gideremez.
[3] Les Représentants de L’humanité
[4] Bu cümle, daha sonraki dönemin şairlerinden birine ait bir şiir dizesidir, ama mazmunu Hüseyin’in sözündedir.