Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-6 (Bölüm 1)
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-6 (Bölüm 1)

KALKALIM VE BİR ADIM ÖNE YÜRÜYELİM

 

Hakiki ömrümün [gerçek ömrümün değil] başlangı­cından, yani bir şeyler anladığımdan, toplumsal işler yaptığımdan ve az çok inanç ve düşünce konularına yö­neldiğimden bu yana, düşünce ve inanç konularından ve görüşlerinden birçoğu, sürekli olarak değişim ve dönü­şüm halinde olmuş ve olmaktadır. Fakat iki özelliğim, az bir değişim bile olmaksızın değişmeden kalmıştır [hep kalacağını, asla donup duraksamayacağını umuyorum.] Bunlardan biri düşünce yönüm, ötekiyse her şeyden umutsuzluğum ve imana, inanca, mabuduma ve kendi­me karşı umudumdur.

 

“DÜŞÜNMEK”TE SABİT BİR YÖN

 

Başlangıçtan şu ana değin, her ne yaptıysam, her ne yazdıysam, her ne söylediysem tek bir çizgide ve tek bir yönde olmuştur. Elbette çalışma türüne, koşullara, ola­naklara ve gücüme bağlıdır bu ve çeşitli durumlarda, türlü türlü görünümleri olmuştur. Ne ki düşünce ve inancımın yönü sürekli sabitliğini korumuştur.

 

Bu savı kanıtlamak için iki örnek vereyim; Birincisi, basılmış durumda bulunan ilkyazımdır [basıldığı için de belgedir.] Lisenin beşinci sınıfında okuduğum zamana rastlar; öğrenciler ve talebeler encümeninde çalışma programım, felsefî öğretilerin okutulmasıydı; o zamanki düşüncelerimin ve çevremin sınırları içinde. Dünya, iki düşünsel, siyasi ve toplumsal kutba ayrılıyordu ve tam olarak çatışık ve somut durumdaki o iki kutuptan başka bir kutup yoktu [çeşit çeşit kutupların bulunduğu ve hep­sinin birbirlerine girdiği, kıblelerinse farklı olduğu gü­nümüzün tersine]. Her kutup da üç çehre ve üç boyut taşıyordu; Birincisi, siyasi çehre ki bir yanda batı, bir yanda doğu bulunuyordu ve bu sınıflama esasınca bu ikisi­nin askeri bloklaşmaları vardı.

 

İkinci çehre, bunların toplumsal ve toplumbilimsel çehreleriydi ki biri komünizme, ötekisi kapitalizme da­yanıyordu. Üçüncü çehre, bunların ideolojik çehreleri -­kelimenin genel anlamında- olup biri bir tür idealizme ve zihinselciliğe dayanıyordu. [Her ne kadar Batı’da somut bir düşünsel çehre bulunmamaktaysa da; çünkü hem Hıristi­yanlık vardır ve hem materyalizm, o özel anlamıyla, hem nihilizm, hem varoluşçuluk vardır. Ama zihinselci­lik ve idealizm, belirgin ve Batı düzenini belirginleştirici bir çehre olarak bir karakter olabilir.] Ötekisiyse mater­yalizme ya da diyalektik materyalizme dayanıyordu.

 

Dolayısıyla bir yanda materyalizmin felsefî cephesi, komünizmin toplumsal cephesi ve Doğu’nun siyasi-askeri cephesi bulunuyordu. Öte yanda ise idealizmin felsefî cephesiyle sermayedarlığın ve kapitalizmin toplumsal düzeni ve idealizmin zihinsel ve düşünsel cephesi yer alı­yordu. Ve ben, aklımın yettiği, düşünsel durumun, aklî ve bilimsel koşulların izin verdiği ölçüde bu iki kutbu ir­deleyip çözümlüyor, İslam’ı felsefî bakımdan materya­lizm ve idealizm arasında bulunan vasat ve orta yolcu bir öğreti olarak [ki İslamî görüşün materyalist bir alt yapı­sı, idealist bir üst yapısı bulunmaktadır ve toplumsal ba­kımdan bu ikisi arasında özel bir düzendir; siyasi ve askeri bakımdan da Afrika’nın kuzeyinden Asya’ya ve Fars körfezine dek olan yerleri yönetimi altına alan bü­yük bir güçtür] tanıtıyordum.

 

Bunlar, bir öğrenci olduğum zamanın düşünceleriy­di. Bugün de siz, düşünsel yanımı, düşünce ve çalışma yönümü dakik olarak biliyorsunuz; düşüncemin yönü­nün yirmi yıl öncekinin aynısı olduğunu görüyorsunuz. Eğer bir değişiklik olmuşsa, söyleyişte, konuları çözümleyip irdelemede ve anlatım araçlarını kullanmada ya da geliştirmede olmuştur, yönde değil; ki asla durmadım, asla zikzak çizerek hareket etmedim ve inancımın cad­desinden bir adım olsun sola ya da sağa -Farsça anlamıy­la- sapmadım.[1]

 

 

UMUTSUZLUKTAKİ UMUT

 

Hemen işin başından, hiçbir gücüm ve yardımcım ol­mayacağını kesin ve yakin olarak bilerek çalışmamı te­mellendirme durumunda olduğum gerçeği üzerine oturt­tum temeli. Bu yolda, bu çizgide, bu düşünce biçimiyle, ben ve fıkirdaşlarımın yalnız kalacağını bilerek, görerek; çalıştım ve sadece garazkâr düşmanların, bizi ezme göre­vini ve sorumluluğunu üstlenen kimselerin ve sadece karşı düşünsel ve toplumsal cephede bize muhalefete kalkışanların bulunacağını değil, buna ek olarak yoldaş­larımızın, dertdaşlarımızın ve fikirdaşlarımızın da en güç, en hassas anlarda bizi yalnız bırakacakları, kural olarak, yasal olarak, ahlak olarak, toplumsal olarak ve dinsel olarak bir düşünce tarzını destekleyen, savunan ve koruyan kimseler olmaları gerekenlerin, bireysel ya da bireysel olmayan çıkarlar ya da başka maslahatlar hatırına, sen karşıtların düşmanlıklarının, suçlamaları­nın ve saldırılarının nişan tahtası olduğun anda, tam o anda, kendilerini yana çektiklerini ve ortamı uygun kıl­dıklarını bilerek attık hareketimizin temelini. Ta baş­langıcından inandım ki mutlak sadakat ve hakikat esa­sınca yapılan ve maslahatçılık, “şunu da elde etmek” “nabza göre şerbet vermek, siyaset oyunu, kişiliklerle oynama, yakınlaşmalar, tevessüller, boşa gitmeler, kötü gelmeler, buna sahip olup onunla temas kurmak, onu da razı etmek yollu olmayan her işte yalnız kalmak kaçınılmazdır. Sadece ve sadece umudumuz, imanımız­da, inancımızda ve mabudumuzdaysa, sadece kendimize dayanıyorsak, tek korktuğumuz da kendimizse -ki kay­mayalım, umutsuz olmayalım, bencillik karışmasın, bizi güçsüzleştirmesin, türlü türlü cazibeler ve davetler bizi saptırmasın diye- bu durumda kuşkusuz, meselenin başarı ve hassasiyeti arttığı ölçüde insan daha da yalnız ka­lacaktır. Normal durumlarda onaylayıcı, arkadaş ve yol­daş olanlar, mesele daha büyük, daha hassas ve daha be­lirleyici şekle geldiğinde artık yoldaş ve arkadaş olmaya­caklardır. Ve o zaman yalnız kalırız, kurban oluruz, yok oluruz ya da sesimiz kısılır.

 

Bunlar benim ilk inançlarımdır; yıllardır taşıdığım imanım. Kanıtı da yaşayış tarzımdır; söylediğim sözler, gündeme getirdiğim konular ve seçtiğim dil türü; ki hiç bir sınıfa hitap edilmemektedir, o sınıfın, bu grubun, şu gücün ve şu kitlenin hoşuna gitsin, onları hoşnut etsin için de konuşulmamaktadır. Şimdi gereksinim duyulan nedir, bu toplum, bu nesil neye muhtaçtır? İşte bu temele dayanır inancım.

 

NİÇİN VARIM?

 

Varolmanın delilini Albert Camus’dan sorarlar. “Düşünüyorum, öyleyse varım.” diyen Descartes ile “Du­yumsuyorum, öyleyse varım.” diyen Andre Gide’in tersi­ne Sayın Teskabuni’nin söyleşiyle üçüncü bir cümle daha vardır ki söyleyeni çoktur; “Okum var, öyleyse varım” Albert Camus, şöyle der; “Başkaldırıyorum, itiraz ediyo­rum, öyleyse varım.” insanın kurban olduğu dünyaya karşı, doğaya karşı ve düzene karşı ve olmaya karşı itiraz ediyorsam, öyleyse varım. Yine ona [Camus’a] “Sen dün­yada bir sorumlu tanımıyorsun, Tanrı’ya inanmıyorsun; kendin için itirazını duyacak bir karşı taraf kabul etmi­yorsun ki. Öyleyse senin itiraz feryadının ne anlamı ola­bilir? İşitmek için bir kulağın olmadığına inandığında itiraz etmeye ve ·bağırmaya etken olan nedir?” diye sor­duklarında şöyle der;

 

“Bir muhatap bulmak ya da bir sorumluyu uyarmak veya serzenişte bulunmak için itiraz etmiyorum. İtiraz etmemek elimde olmadığı için itiraz ediyorum. İtiraz edi­yorum, çünkü itiraz etmezsem, insana egemen olan düze­ni, mevcut durumu kabul etmiş, ona boyun eğmiş ve be­nimsemiş olurum. İtiraz etmekten başka -sonuçsuz da olsa- bir yol tanımıyorum.”

 

Ben hayatımda Camus’un sözünü, bilinç, sağduyu ve inancıma karşı duyduğum küçük ve değersiz yüküm­lülük ve sorumluluğum uyarınca kendime örnek edin­dim. Bütün ömrümce ettiğim her feryat, gösterdiğim her çaba ve heyecan, ıstırap, coşku, tehlike ve zararla birlik­te yaptığım çalışma açıkladığım temele dayanıyordu ve kabul etmeyi ve boyun eğmeyi bilmediğim içindi. Hiçbir umuda kapılmama, yalancı lambaların ve şimşeklerin bana umut vermemesi ve kişisel konumlara umut besle­meme inancını taşıdım sürekli. Sonunda, karanlık, sükût, yalnızlık, yenilgi, ıstırap ve bitkinlik olduğuna inanmakla birlikte yine de soluğum izin verdiği ölçüde feryat ettim, konuştum, bir şeyler yaptım. Tüm bunları yapma­saydım kabullenmiş ve boyun eğmiş olurdum. Tüm bunlar bir parça huzur bağışlamaktadır ki huzurun da akı karası vardır. Ak olanı, kendini başarılı ve kazançlı his­seden kimsenin huzurudur. Kara olanıysa, mutlak umutsuzluktur; kendine ve kişisel başarılara karşı. En­dişe, ıstırap, heyecan ve korku duyulması gereken kişi, bunlardan yoksun olan, ama sahip olma umudunu ta­şıyan ve başarmayı bekleyen kişidir; Gittiği yolun so­nunda bir takım sonuçlara ulaşma beklentisindedir. Ama dönüşsüz ve sonuçsuz yolu seçen, hiç bir etkenden asla yenilgiye uğramaz, hiçbir etken onu yenemez.

 

GEÇİŞ DÖNEMİNDE FIRSAT ISTIRABI

 

Sürekli olarak, bu nesil için az bir fırsatın kaldığını, bu nesil geçerse, artık hepsinin kalıba dökülüp yıkanaca­ğını duyumsuyordum. Hepsi, kesilmiş, yontulmuş ve üretilmiş olacaktı. Kitle iletişim araçları, eğitim, öğre­tim, dünyanın ruhu ve dayatılmış örnekler, tam anlamıy­la başarılı olacaklardı; tek tip ve dökme insanlar yarata­caklardı böylece. Özgür olan ve seçme yetisi bulunan ve iman kazanma ıstırabım ve yeni coşkuyu taşıyan bir nes­li, hazır kalıplara bir sıvı gibi dökmeyi başarabilecekler­di böylelikle. Kalıba döküldüklerinde, kalıbın şeklini al­dıklarında iş tamamdır.

 

Bu dönem, geçiş dönemidir. Biri bir şeyler yapmak is­tiyorsa kımıldamalıdır; çünkü bir iki yüzyılın işi değildir kesinlikle. Bir şeyler yapmak isteyen için ne kadar fırsat vardır? Yoksa “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyan için, yarın ölecekmiş gibi ahiretin için çalış.” rivayeti şu anlam da değil midir; Toplumsal sorumluluk, insan, halk, zaman ve inanç meselen söz konusu olduğunda sanki yarın öle­cekmişsin gibi ve bundan başka bir parça fırsatın olma­yacakmış gibi düşünmelisin. Kişisel ve bireysel sorunla­rın söz konusu olduğundaysa çok fırsat varmış gibi his­setmelisin. Gerçekten de böyledir. Çünkü bu elli, altmış, yetmiş yıllık ömrün tamamı bireysel hayatını, işini ve ki­şisel kazançlarını düşünmek için bir fırsattır. Bu yolda bir engel ve alıkoyucunun bulunmaması bir yana bütün koşullar, destekleyip yardım edeceklerdir, başını ve ba­kışını uzak ufuklardan ve dış dünyadan kendi yemliğine indiresin ve geviş getirmeye koyulasın diye. Toplum, yü­kümlülük ve sorumluluk konusu açıldığında birisi çıkıp da erken olduğunu söylerse, ya zamanın geçişinin ve ko­nunun hassasiyetinin farkında değildir ve zamanı ve dünyayı tanımamaktadır ya da kaçmak, pisliğe bulaş­mamak ve kendi bölgesel ve genel haysiyetini korumak için şereflice[!] yorumlara girişir. Yoksa her şey için geç bile kalınmıştır. Bu işlere en azından Seyyid Cemaleddin Afgani’nin zamanından başlamalıydık; böylece bugün yüz yıl önde olurduk.

 

UMUTSUZLUK KARANLIĞINDA BİR IŞIK

 

Nasıl oldu bilmiyorum, umutsuzluğun doruğunda, mutlak boşlukta, yoksullukta, yoksunlukta ve gerekme­yişte, emir ve yasakların, güçlüklerin ve engellerin mut­lak olanında, ellerimizi boş bırakan, bağlayan koşulların doruğunda, sizin varlığınızda bir ışık parlamaya başladı ansızın ve bana umut bağışladı, umutsuzluğum -ki di­nim olmak üzereydi- ilk kez yaralandı. Kurumun çağrısı­na ve dersime olan akınınız bana umut verdi biraz olsun. Ve bu, yitme ya da toplumda yalnız kalma kompleksi ol­mayan benim için [çünkü hep değerimden çok not aldım, onaylandım ve bende bir ukde oluşmadı] öğrenmeye olan aşkınızı güçlendiren ve dertdaş olduğunuzu ortaya koyan bir sadakati anlatmaktadır. Bütün bunlarla birlikte, bir süre sonra kalıcılar elenip kalırlar, gidicilerse -ki çoğunlukturlar kesin- giderler diye bir korku vardı yine de. Ama böyle olmadı ve umut daha bir güçlendi. Yine bunun yetkin bir umut bağışlamayacağını gördüm. Çünkü be­nim halimi kuşatan lütuf ve sevgidir; bu bakımından çok müteşekkirim. Ben olmazsam ders de olmayacak; tüm bunlardan sadece, zihinlerde kalan anılar olacak, başka bir şey değil.

 

Hep inanmışımdır; eğer on kişi olsa, bir yükümlülük, bir hedef ve iman doğrultusunda, ne istediklerini, ne yaptıklarını bilseler ve kendi inançları ve düşünsel ba­ğımsızlıkları temeline göre hareket etseler, bu düşünce tarzına, bu öğretiye, bu imana, bu kültüre ve tarihe ina­nabilir, güvenebilir ve umut besleyebilirim. Eğer bu şek­le girmezse, bir topluluk yığınının benim ruhumda hiçbir yankısı olmayacak, düşüncemde en küçük bir kıvılcım yaratmayacaktır. Ama bu hafta gerçekleşen, tanrısal bir işti ve tanrısal bir umut bağışladı.

 

Biz, ·bir bütçemiz ve olanaklarımız olmaksızın, hiçbir desteğimiz, yaslanmak için bir duvarımız, elimizde tuta­cak bir silahımız, giderlerimizi karşılayacak dolu bir ce­bimiz ve hatta sadıkça, hiçbir kayıt ve şart olmadan inanç ve toplum sorumlulukları üzere yardımcı olacak dehaların, yeteneklerin, fazılların ve âlimlerin yardım­ları olmaksızın bir işe el attık ve birtakım programları uygulamaya giriştik. Bunları bir yönetim ve devlet kuru­mu uygulamak istese, birkaç bin görevliye, birkaç kat binaya, büyük bir örgüte ve birkaç milyonluk bir bütçeye gereksinim duyardı.

 

Biz, tüm bunlar olmadan, en azından görsel ve işitsel bir konuşma derecesinde ilerleyelim. Böylece, “Hiçbir iş yapmadan hep konuşuyor, hep konuşma yapıyor, ders veriyor.” diyenler için bir cevap -tam anlamıyla doyurucu olmasa da- bulmuş olalım, dedik.

 

Bir şeyler yapmak isteyen ve mevcut, önerilen ve geç­mişi bulunan işlerden hoşlanmayan, bunların meyve ve­receklerine umut beslemeyen ve yeni yapılacak işin de nasıl olacağından haberleri olmayan, dinlerine ve top­lumlarına hangi yolla hizmet edeceklerini bilmeyen kim­seler için ya da çalışmaya hazır olanlar ve sadakat, inanç, coşku, hararet, kan ve yakin sahibi olan öğrenciler için en azından bir araştırma, bilim ve din kurumu sınır­ları içinde, bu kurumda -toplum ve dünya düzeyinde de­ğil- taşıdığımız sorumluluklar çerçevesinde planlar su­nalım, yani şu işler yapılabilir, diye ortaya koyalım iste­dik. Eğer yardıma gelmedilerse, karşılamadılarsa, himmet göstermedilerse, biri çıkıp da kademiyle, kalemiyle, parasıyla, gücüyle, umut vermesiyle, önerisiyle, eleştiri­siyle, yükümlülüğüyle bu emanet ve yükümlülük yükü­ne omuz vermediyse ve bir şey yapmak mümkün olma­dıysa, en azından aklımın yettiği şeyi söylemiş olurdum; bu kurumun bu nesil için şu şu işleri yapmayı arzuladığı­nı duyurmuş olurdum, böylece.

 

Bir görevi gerçekleştirme isteğim oldu sadece; arzu­larımın gerçekleşeceği yolunda bir umut taşımadan. Fa­kat gördüm ki, hiçbir aracımızın olmamasına, olanca en­gellerin karşımızda durmasına karşın, hatta daha çok yardım, destek ve dayanışma bekleyip de göremediğimiz ya da beklediğimiz ve zamanın gerektirdiği ölçüde destek vermeyen kimselere karşın, bu mutlak boşalma ve dolmada, bir iman, bir coşku, bir mesaj, bir ilham. Bil­miyorum bir şey, tüm göğüslerden, tüm boğazlardan bir ses, bir ahenk, bir hareket ve bir ruh, sadece sıradan bir cevap değil, ciddi, bilinçli ve yükümlü bir cevap olarak yükseldi. Bu, sizin sesinizdi, ömrümün tüm umutsuzlu­ğunu alt edip bana umut bağışlayan. Hiçbir kaldıracı, hiçbir etkeni kendini destekleyici olarak görmeyen gele­cek, yol ve düşüncenin size özgü inanç ve bilinç sermayesi ve aracıyla başladığına, şekillendiğine, program şeklini aldığına, bu zamana oranla piştiğine, düşüncesi, inancı ve toplumu için bir işe başlamak isteyen herkes için umut verici duruma geldiğine, ‘‘Ne yapmak gerek?”e ay­dınlık bir form bağışladığına inandım böylece. Bunların her ikisi de geçmişte olmayan şeylerdi.

 

Bu yüzden, benim bu yılki son dersim olan bu ders, hayatımın son dersi de olsa ümitvar kalacağım eğer ka­lırsam; ümitvar öleceğim eğer ölürsem.

 

Temel bir konudan söz etmek istiyorum. Başka bir ­şeyle ilgili olarak konuşamadığım, olanağı olmadığı için, burada birkaç hususu bu yılın son dersi olarak -ki üzerin­den bir yıl geçmektedir; ideal biçimde değilse de, çünkü olamazdı, sadece imanımızda, inancımızda ve yükümlü­lüğümüzde bulunan bir geleceği aydınlatmak için bir or­tamı olan bir yıldı- ele almak istiyorum, konulardan bir­çoğu konuşulmamış ve müphem kalmasın için. Sürekli olarak bir bahane ardında dolaşan bir grup için mesele­lerden birçoğu bahane olabilir. Bu bahanelerden birinin grafiğini çizersek oldukça ilginç olacaktır; Önce mesele, bizim dinsiz oluşumuzdu [elbette suçlanan bendim]. Sonra yavaş yavaş, Şiiliğimiz güçlük çıkardı, ama bunun [Şiiliğimizin] inkârı güçtü. Doğru bir Şiiliğe sahip olmak için ölçütlerimiz yanlış oldu. Git gide daha yeni meseleler ortaya atıldı. O ölçütlere de laf söyleyemeyeceklerini gör­düler. Şimdi artık bu bahaneler çok ince ve acemice ol­muştur.

 

Tıpkı, Şiiliğin başkentinde [Tahran’da] ve mescitte Ebuzer-i Gıfari’ye söven o vaiz efendi gibi. O sövgü ve suç­lamaların ateşi bizim eteğimizi tutuştursun için yap­maktadır bunu. Hem de Mervan’ın ve Abdurrahman b. Avf’ın bile Ebuzer’e yöneltmediği sövgüler. Onu, EI-Ezher Üniversitesi’nin; Ebuzer kitabını, yayınlandık­tan sonra yargılayıp mahkûm etmesi gibi muhakeme etti. Bunlar Osman ve Muaviye düzeninin sadece topluma değil, bizim içimize ve düşüncelerimize de etki edip yer­leştiğini, hatta musallat olduğunu göstermektedir. Çün­kü burada ve El-Ezher’de Ebuzer’i, bireysel içtihat yönü olduğu için ve inançları İslam ölçütlerine sığmadığı için mahkûm etmektedirler. 1360 yıl sonra buranın ve oranın Müslüman’ı Ebuzer’i ve Ebuzer’in İslam yolunu ve anlayışını mahkûm etmektedir.

 

Beylerden biri, bu yargılamanın Faruk zamanında olduğunu ve El-Ezher’in, El-Ezher’den ihraç edilen en cesur İslam düşünürlerinden birini -Şeyh Muhammed Halid’i- geri aldığını söylemişlerdir. Doğru buyurmakta­dırlar, ama o zaman Ebuzer’i yargılayanlar, Muhammed Halid’le birlikte hala durmaktadırlar. Yani El-Ezher’de iki kanat; aydın ve bilinçli ile gerici ve eski; iki çelişik kutup, yan yana ilerlemektedir.

 

Ne yazık ki ya da ne mutlu ki bu tür eleştiriler, hep iki çelişik kutuptan yöneltilmektedir doğru yoldaki insana. Gerçeğin ve hak yolun anlamı ve özelliklerinden biri işte budur. Ali’ye bir bakınız; Hariciler ve Beni Ümeyye ona saldırmaktadırlar. Onlar, o mutaassıp muttakiler, onun eski dostlarından olup Beni Ümeyye’nin sürekli düş­manlarındandırlar, Bunlar yani Beni Ümeyye, fasid, zalim, gerici ve kirli insanlardır. Bu iki kesim, bir doğru yolu ezmek için bilinçsizce elbirliği ederler. Bu doğaldır; bu saldırılar, bu eleştiriler. Yeni umutlar uyandırıldıkça, bir grubun bu yola olan inancı ve imanı arttıkça, bir grup da çıkıp bilerek bilmeyerek onlara karşı eleştiri ve saldı­rılarını artırır. Bunlar hep doğaldır; her şey doğaldır. Esas olarak, toplumsal konularda, baş gösteren her şeyin bir açıklaması vardır. Bu yüzden insan öfkelenip sinir­lenmemelidir, zıvanadan çıkmamalıdır. Her şeyin köke­ni tanınırsa her şey beklenilir. Her şeyi bekleyen kimse ise hiçbir şeyden sarsılmaz.

 

Burada, başka bir konuya da değinmeliyim, sürekli bu çalışmalar çevresinde koparılan yaygaralara cevap olarak. Derler ki; “Dine dayalı böylesi işler, her şekliyle, zihnin toplumsal konulardan ve insanî sorumluluklar­dan bir tür uyuşturulması, saptırılması ve gafil kılınma­sıdır.” Bu, yirmi otuz yıl boyunca söylenilen bir sözdür.

 

Bizim yaptığımızı uyuşturma olarak görenler, ya bizim konuşma ve çalışma türümüzü duymamış, görmemiş, tanımamış ve aslında farkında olmayan ve sadece kıyasta bulunan kimselerdir ya da sorumluluk yükü altına girmemek, sorumluluk yükü altından omzunu kurtarmak, sahneden kaçmak ve evlerinde ar namus terte­miz oturmak için, sahnede olup bitenleri suçlayan kim­selerdir. “İşimize gücümüze daldık, fırsatımız yok. Çün­kü karımıza, çocuğumuza, senetlere geri kalmış rütbele­rimize yetişmek istiyoruz.” diyecekleri yerde “Bu işlerin yararı yok” demektedirler. Biri çıkıp demiyor ki “Peki sen niçin yararlı bir yapmıyorsun?”

 

Yedi sekiz kişiyle bir yerde oturup portakal soyarken ona buna saldıran bir kanat vardı. Eli kalem tutanları, bir adım yürüyenleri, bir şeyler yapanları ezdikten, birbi­rine kattıktan ve mahkûm ettikten sonra kendisinin ak pak ve herkesten alacaklı olduğunu görüyor ve o zaman kalkıp evine gidiyordu, ta ki başka bir yıl, başka mecliste herkesi tekrar ezip kendisini yeni baştan arandırıncaya dek.

 

Kesin olan, bunca eleştirilerin çalışan insanlara yö­neltilmesidir. Yoksa kâğıda katlanmış ve başını yemliği­ne sokmuş olan asla yanılmaz. O konuşmaz âlimin, zayıf bir kuram sunması ya da ters bir söz söylemesi olanak­sızdır. Kendi uğraş ve sınıfının çıkarlarının kabuğundan bir adım dışarı çıkmayan o aydının bir adım olsun kay­ması olanaksızdır. Bunlar, hep ar namus tertemiz vazi­yette, hiç bir suçlamaya uğramaksızın yaşayıp giderler. Ancak eli işte ayağı yolda olan kimsenin eli ayağı kirle­nir. Eleştirilebilir olanlar da bunlardır. Fakat kötü ni­yetleri olmayanlar gelirler, görürler, tanırlar, konuları değerlendirirler, karşılaştırırlar ve zihni uyuşturma ve iğfal etme suçlamasının hangi gırtlaklardan çıktığını ve niçin çıktığını ya da en azından ne derece doğru olduğunu anlarlar.

 

İkinci mesele, kışkırtma meselesidir. Bu da tekerle­ğin arasına çubuk sokmak amacından başka felsefesi ol­mayan bir sözdür.

 

Ne kışkırtma, ne de uyuşturma, tersine sadece bilinç kazandırmak ve bilinç kazanmak [ki her ikisi de birdir]; aydının yükümlülüğü işte budur.

 

 

AYDININ YÜKÜMLÜLÜĞÜ

 

Bilinçsiz ve geri toplumda, dinin donukluğa uğradığı ve dinî geleneklerin bedevi, yöresel ve kavimsel gelenek­lerle karıştığı ve en yüce ve en uyandırıcı kültürel etkenlerin ya meçhul kaldığı ya da bozulduğu veya unutuldu­ğu ye da gereğinin tersine kullanıldığı, tarihin bozuldu­ğu, edebiyatın bir uyuşturucu ve zehirleyici madde ha­linde şırınga edildiği, toplumun geri bir avam toplumu, kırsal ve bedevi bir topluma dönüşmekte olduğu bir top­lumda, böyle bir zamanda, aydının yükümlülüğü toplu­mu bilinçlendirmek ve uyandırmak, kendi toplumunun kültür ve tarihine bağlanmaktır.

 

Dünyaya egemen olan düzen karşısında ve bir İslam toplumuna dayatılmış değerler ye da İslam dışı kalıtsal gelenekler karşısında boyun bükmüş, baş eğmiş olanı ayağa kaldırmak aydının işidir; Başucunda bağırmalı, onu uyandırmalı ve kültürel, ruhsal ve insanî bağımsız­lığını bağışlamalıdır ona. Hayat bağışlayıcı olan, ama uyuşturucu ve olumsuz değerler biçiminde telkin ve şı­rınga edilen değerleri tanıtmalıdır.

 

Bu şekilde aydın, kendi aydınca özel yükümlülüğün­den ayrılmadan, toplumsal harekette en büyük paya sa­hip olabilir. Böylelikle işte, kelime harekete dönüşür. Bir sanatçı -ressam, şair, oyuncu, filmci, yazar, çevirmen, bir konuşmacı, bir öğretmen- toplumun ve toplumun en sa­mimi insanî ve bilinçli öğelerinin hareket ettiği yönde ha­reket edebilir, toplumuyla aynı yolu adımlayıp aynı yol­da yürüyerek silahını eline alabilir böylece.

 

Bir yolda ve bir hedefte, ressam fırçasını yazar kale­mini ve şair kelimeyi düşünsel ve toplumsal savaşın si­lahı haline getirebilir. Bu yüzden, bir çağda ve toplumda oluşan bir harekette herkesin tek bir işi yapmak zorunda olması ve bu işi yapmayanın mahkûm edilmesi bir yan­lıştır. Tersine, herkes yeteneğine, uzmanlığına ve değerine göre bir iş yapabilmelidir. Dolayısıyla bir toplumun bireyleri için seçmesi ve ilerlemesi gereken yüzlerce iş tü­rü, binlerce çeşit olanak bulunmaktadır. Hatta sebze doğramakta, aşçılıkta, yol yapımında, ustalıkta ve her işte, bir çağın büyük hareketinde ve bir soyun, bir toplu­mun ve insan türünün idealinin gerçekleşmesinde yü­kümlülüğünü en iyi konumda yerine getirebilir böylelik­le. Aslında yükümlülüğü de işte budur.

 

İslam Peygamberi’ne bir bakın; Medine’den Mek­ke’ye doğru bir cephe hazırlamıştır. Mücahitler, Kâbe’yi kurtarmak için gitmektedirler; ilk kez olarak putları kır­mak için.

 

Hassan bin Sabit bir şairdir. İnsanlar ve binekler hareket halindeyken Hassan, uyandırıcı ve heyecan ve­rici bir hamasi şiir mırıldanmaktadır. Hamasenin coşku­sundan, gazelin sesinden aşk dolu olarak mücahitlerin ve Muhacirlerin ve Ensarın damarlarındaki kanı coştu­rur. Ezgisi, ağızdan ağza dolaşır ve sonra koro halinde bir şarkı olarak bütün Müslümanları kaplar.

 

Şairlere sert ve acımasız ilk darbelerini -vahiy diliy­le- vuran ve onları toplum karşıtı en pis öğeler olarak ezen Peygamber’in işte o zaman Hasan’ı en büyük övgü­lerle gönderdiğini, onu hayatının en özel nimetlerine ortak ettiğini ve hatta kendi hırkasını ona giydirdiğini görüyoruz.

 

Bu, bir şairin de, toplumsal sorumluluğu içinde şair ise, kendi büyük yükümlülüğünü yerine getirmiş oldu­ğunu göstermektedir. ‘Mekteb-i Vasıta’nın girişinde -ki birinci cildi basılmış olup daha çok bu girişin aynısıydı- ­şunu söyledim; Dünyadaki her hareket, tarihteki her toplumsal devinim -ister geçmişte olsun, ister bugün- ­eğer ciddi, etkili, pişkin ve toplumsal ve düşünsel düzenleri gerçekten değiştirici olmuşsa, onda düşünsel bir ma­yalanma ortamı olmuş ve ideolojik bir dayanağı bulun­muştur. Aydınların, yazarların, bilginlerin ve sanatçıla­rın bilinçli çalışma ve çabaları bu ham koşulların ve öğe­lerin pişmesini gerçekleştirmiş ve halka bir tür bilinç, uyanıklık, bilimsel maya ve kültürel sermaye vermiştir. Sonra da toplumda bir düşünce, uyanış ve bilinç hareketi ortaya çıkmış ve toplumun uykulu, geri ve donuk vücu­du, toplum bireylerinin karanlık ve felç olmuş, zehirlen­miş vicdanları sorumlu aydınların aydınca, düzeltici ve bilinçlendirici çabaları yoluyla harekete geçmiş, yun­muş, aydınlanmış ve uyanmış, sonra ise yine bu kelime­ler, kalemler boyalar ve aydınların kullandığı tüm araç­lar -bilim tarih ve toplumbilimden tutun da şiir, resim, edebiyat ve inanç esaslarına varıncaya değin- yoluyla uyumlu bir çabada toplumun içine hareket bağışlamış ve bir Rönesans yaratmıştır. Eğer geri bir din varsa olum­suzlamış ve zayıflatmıştır; eğer toplum karşıtı etkenler yoluyla gerilemiş, donmuş ve kendi çizgisi dışında kulla­nılmış bir din ise, aydınlar ileri dini, ilk yoluna, diline ve risaletine tekrar yerleştirmişlerdir. O zaman, köklü, ciddi, derin ve olanaklı bir toplumsal hareket ve değişim gerçekleşmiştir tarihte. Hemen burada, Yeniden Çar­mıha Gerilmiş Mesih adlı kitabı okumanızı ve bilinçli bir aydının Katolik Hıristiyanlığın yüzsuyunu nasıl yok ettiğini ve Mesih’in Hıristiyanlığına nasıl yüzsuyu bağış­ladığını görmenizi istiyorum. Hem de Hıristiyanlığın, başından beri Bizans Sezarlarının ve Yunan aristokrasi­sinin elinde, kitleleri uyuşturmak için araç olduğu o Yu­nan dinî toplumunda ki aslında bu Katolik mezhebi, bi­zim inandığımız Hıristiyanlık değildir. Katolik Mezhebi -Yunan’daki şekliyle- başlangıcından beri, Kayser karşısında boyun eğmenin ve köleliğin yorumlanışı ve haya­tın, dünya ve toplum yazgısının olumsuzlanışıdır ve bu yer sofrasının, bu maddi lokmaların -ki acıdır, tükür, dünya malıdır!- parıltısına, başka birinin keşiş efendinin işbirliğiyle el atmasına davettir.

 

Bundan başka Mesih ve ilk Hıristiyanlık, toplumsal savaşım dinî olmayıp sevgi, aşk ve barış dinidir. Dolayı­sıyla, bu kültürün, bu duyguların ve bu yükümlülüğün, bu dünyasal hareket ve toplumsal uyanış etkenine dö­nüşme olanağı yoktur. Fakat oldukça ileri bir aydın­ -dünya çapında- “Kazancakis” gibi, geri, durgun, halk dışı, ruhu uyuşturucu, iradeyi felç edici, zihinleri ve bu dünya hayatından umutsuz ve bizar kılıcı bir etken olan Hıristiyanlık karşısında ve iki bin yıllık kayserlik yü­kümlülüğünü omuzlayan Hıristiyanlık karşısında yeni­den bu tarihi, bu kültürü ve bu dini Mesihin çehresinde diriltir, onun ve gerçek Hıristiyanlığın dilinden, uyuştu­rucu Hıristiyanlığa karşı, inanan halkla konuşur. Mesih dini adına halkı uyutmakta ve zehirlemekte olan gerile­me nedenlerini ve uyku verici etkenleri anlatarak toplu­mu Hıristiyanlık aracılığıyla uyandırır, düşmanı ezerek silahtan arındırır. Dine karşı din, işte budur. O zaman nasıl olur da İslam toplumu Seyyid Cemal’i tanımaz, dili­ni anlamaz? Ki bu toplumun iç gerilemeyle ve dış sömü­rüyle boğuştuğu bu iki yüzyılda eğer İslam kültürü, İslam ideleri ve bu Kur’an’ın kendisi -ki toplum, toplumun içi ve gerici dinin kurbanı olmuş halk da ona inanmakta­dır- samimice, sadıkça ve aydınca [tahrif etmeksizin, araç ve oyuncak kılmaksızın] gündeme getirilseydi ve eğer bilinç verici, insanlık bağışlayıcı bağımsızlık getiri­ci ve izzet bağışlayıcı olan güç, hareket, uyanıklık, kültürel ve manevi zenginlik ve sermaye, tarihsel öz bilinç veren ve aptal aydınların çepeçevre oturup kendilerini, dinlerini ve tarihlerini alaya aldıkları, Batı’nın bütün kültürel değerlerini tezahüratçı bir tarzda övdükleri ve Batılıları anlatmada birbirleriyle yarıştıkları bu aşağı­lanmış soylara güç ve görkem bağışlayan tarih -gerçek ol­duğu gibi- ve Kur’an -taşıdığı gerçeklik olarak- gündeme getirilseydi... Fakat her kelimesi bir taşı parçalayan ­Kur’an’ın kendisi ve Ali’nin, Ebuzer’in sözleri gibi bu uyandırıcı ve bilinçlendirici kaynakları öyle bir şekle soktular ki ya esas olarak dinden, ilimden ve dinî meclis­lerden uzaklaşmışlardır ve onlardan, çalışmalarından ve savaşımlarından hiç söz edilemez olmuştur ya da öyle bir şekil almıştır ki, tarih boyunca Şia olma savında olan ve bugün Ehl-i Beyt’in, Şiiliğin ve Ali’nin ashabının ülkesi olmakla övünen bu toplumda resmi Şiilik elbisesini, resmi vaiz elbisesini giyerek İslam dinini tebliğ için var olan mescitte ve tekkede, bir adam, baştan ayağa Ali’ye, takipçilerine ve Şiiliğe karşı aşk ve sevgiyle dolu bir hal­ka dönüp Ebuzer’e -ki Ali’nin en samimi, en sadık takip­çisi ve İslam tarihinde Şii düşüncesinin kurucularından biri olup sonraları Ali’yi takip etme ve onu sevme yolun­da kurban olmuştur- sövmekte ve onun aleyhinde min­bere çıkmaktadır. Bunlar hep bilinçlice yapılmıştır.

 



[1] ‘Mekteb-i Vasıta’ ya da ‘Tarih-i Tekamul-i Felsefe’ kitabı ba­sılmıştır; inceleyebilirsiniz.