Menyu
İKBÂL'DE YENİDEN YAPILANMA / İNŞA
YAZDIKLARINDAN SEÇMELER [TÜRKÇE]

İKBÂL'DE YENİDEN YAPILANMA / İNŞA

Eğer biri, Müslümanlığın tarihsel süreç içinde bozulan şeklini yeniden inşa eder, ruhunu tek vücut haline döndürerek yeniden birleştirir ve 20. yüzyılda İsrafil’in, surunu ölü bir topluma üflemesi ve onun hareketini, gücünü, ruhunu diriltmesi gibi, İslâm’ın mevcut, doğudan uzak esaslarını bir kalıba koyarsa, Muhammed İkbâl gibi örnek şahsiyetler yeniden doğabilir ve yetişebilir. Muhammed İkbâl; Gazalî, Muhyiddin İbn Arabî ve Mevlânâ gibi sadece tasavvufla ve metafizik ile ilgilenen bir mutasavvıf değildir. Mutasavvıflar, ferdi tekâmülün, ruhun temizlenmesinin ve benliğin ruhânî aydınlığı üzerinde durdular. Sadece az sayıda insanı kendileri gibi yetiştirdiler; ancak Moğol saldırısına, sonraki despotça düzenin oluşumuna ve insanlara yapılan baskının farkında olmayacak kadar dünyaya yabancı kaldılar.

 

İkbâl, İslâm tarihinde, kılıcın, gücün, savaşın, mücadelenin, güç gösterisinin ve düşmanları mağlup etmenin, insanların zihinlerinde ve sosyal ilişkilerindeki reform ve inkılâba tesir etmek için kâfi olduğunu düşünen Ebû Müslim, Hasan Sabbah ve Selâhaddin Eyyubî gibi bir şahsiyet de değildi.

 

İkbâl, Hintli Seyyid Ahmet Han gibi, İslâm toplumunun, hangi durumda olursa olsun [İngiliz valilerinin tahakkümü altında dâhi olsa], modern ilmî tefsirlerle, İslâmî içtihatlarla, Kur’an ayetlerinin 20. yüzyılın fennî ve mantıkî yorumlarıyla ve derin malûmatlı felsefî ve ilmî araştırmalarla yeniden canlanacağını düşünen âlimlere de benzemiyordu.

 

İkbâl, ilmin, insanlığın kurtuluşu, gelişmesi ve ıstıraplarının dinmesi için kâfi olduğunu düşünen birtakım batılı düşünürlerden de değildi. Ekonomik ihtiyaçlarla insanî ihtiyaçları aynı kefeye koyan filozoflardan da değildi. Hintli ve Budist düşünürler, zihin huzurunu ve ruhî kurtuluşu, tenasüh [hicret] olarak; ya da Nirvana’ya ulaşmayı, insanlık görevinin tamamlanışı olarak görürlerdi. İkbâl, -bir tane de olsa- aç insanın, köleliğin, mahrumiyetin ve rezaletin olduğu bir toplumda, bütün bunlara rağmen refaha ve ahlâkî şuura erişmiş, saf, yüksek ruhlar ile disiplinli ve eğitimli insanlar hayal eden bu hemşehrileri gibi de değildi.

 

İkbâl; “Hayatın en güzel hallerini, fecirle tan yerinin ağarması arasındaki özlemlerde ve tefekkürde buldum” derdi. İkbâl, materyalizmden sıyrılmış, lekesiz ruhu ile büyük bir mutasavvıftı. Aynı zamanda O, çağımızın ilmine, teknolojik ilerlemelerine ve insanlığın gelişimine önem ve değer verirdi. Sufizm, Hristiyanlık, Lao Tzu ve Buda inançlarıyla canlanan duyguları; ilme, mantığa ve bilimsel gelişmelere verdiği değeri azaltmadı. İkbâl, Francis Bacon ya da Claude Bernard gibi fenomenlerin ve maddî tezahürlerin arasındaki ilişkinin keşfi ve maddî hayat için, doğal güçlerin istihdamı ile sınırlı, sadece olaylara dayanan “kuru” bir ilmin savunucusu değildi. Aynı zamanda bazılarının yaptığı gibi, felsefeyi, ilmi, dini, mantığı ve vahyi mânâsız bir şekilde birleştirmezdi. Mantığı ve ilmi, günümüzde anlaşıldığı gibi, aşkın, duygunun ve ilhamın insan ruhundaki tekâmülü olarak sayar; fakat onların gayelerini kabul etmezdi.

 

İkbâl’in insanlığa verdiği en büyük öğüt şudur: “İsa gibi bir kalbiniz, Sokrat gibi fikirleriniz ve Sezar gibi kuvvetiniz olsun; fakat bunların hepsi tek kişide, ruhun tek bir hedefe vâsıl olması temeli üzerine olsun.” Bu, İkbâl gibi olmak demektir: Kendi döneminde siyasal şuurun doruğuna erişmiş, insanların, 20.yüzyıl bağımsızlık sembolü olarak gördüğü, liberal ve milliyetçi bir lider olmak. İkbâl, felsefî düşünce alanında, bugün, batıda Bergson ile veya İslâm tarihinde Gazalî ile aynı mertebede olduğu düşünülen çağdaş bir düşünür ve filozoftur. Aynı zamanda, yaşadığı ve Müslümanların kurtuluşu, bilinçlenmesi ve özgürlüğü için cihad ettiği İslâm toplumunun ve insanlığın durumunu düşünen, bizlerin, İslâm toplumunun ıslahatçısı olarak itibar ettiğimiz biridir. Onun gayretleri, sadece sathî ve fennî ya da Sartre’in deyimiyle “sahte solcuların entelektüel delilleri” gibi değil, sorumluluklarının bilincinde olan fertlerin gayretleri gibidir. İkbâl, çabalar ve mücadele eder. Mevlânâ’nın hayranlarındandır. Manevî yükselişlerinde, onunla birlikte yolculuk eder ve âşıkın alevleriyle, ıstırabıyla ve manevî endişeleriyle yanardı. Bu büyük adam, tek taraflı ya da tek boyutlu bir Müslüman değildi; parçalara ayrılmadı. Tam mânâsıyla bir Müslüman’dı. Mevlânâ’yı sevdiği halde, onun etkisinde kalmadı. Avrupa’ya, oradaki felsefe okullarını tanımak için gitti ve onları kendi çağdaşlarına tanıttı. Herkes İkbâl’i bir 20. yüzyıl filozofu olarak kabul eder; fakat O, batılı düşünceye teslim olmaz; aksine, batıyı fetheder. İkbâl, 20. yüzyılda ve batı medeniyetinde münekkit bir zihin ve seçme gücüyle yaşadı. Mevlânâ’nın, İslâmî ruhun hakikî boyutlarıyla ters düşmeyen ve onları tekzip etmeyen sâdık bir müridiydi.

 

Tasavvuf der ki; “Yokluğumuzda kaderimizin önceden tayin edilmesi seni memnun etmiyorsa, şikâyet etme,” ya da “Eğer dünya seninle mutâbık değilse [sana uygun gelmiyorsa], sen dünya ile mutâbık ol.” Fakat mutasavvıf İkbâl der ki; “Eğer dünya seninle mutâbık değilse, ona başkaldır!” Burada dünya, “kader” ve “insanoğlunun hayatı” anlamına geliyor. İnsan bir dalgadır, durgun bir sahil değil. Erkeğin ya da dişinin varlığı ve oluşu harekettedir, harekette olmalıdır. İkbâl’in tasavvufu, Hint mistisizmi ya da dinî taassup gibi değil, Kur’an mistisizmi gibidir. İnsanın dünyayı değiştirmesi gerektiğine inanır. İslâm, insanı önemsemeyen kadercilik yerine, insanın önemli bir rol üstlendiği bir anlayışı getirmiştir. Bu, İslâm’ın dünya görüşü, hayat felsefesi ve ahlâkıyla yarattığı ilerleyen ve müspet esas kaidesi gibi, en büyük inkılâptır.

 

Hümanistlerin ve liberal entelektüellerin İslâm’a karşı yaptıkları en büyük tenkit, dinin mutlak doğru veya ilâhî emir olarak telakki edilmesi, bundan dolayı insanların tam bir teslimiyetle inanması ve bunun sonucunda da Müslümanların, Allah ile olan ilişkilerinde serbestçe hareket etmelerinin mantıken kısıtlanmasıdır. Eğer bu, doğru olsaydı, İslâm adına bir utanç kaynağı olacaktı. Kölelik olacaktı; gücün, özgürlüğün, sorumluluğun inkârı olacaktı. Bu, statükoya ve “ne olacaksa olsun”a bırakmak, dünya hayatında insana empoze edilen akıbeti kabul etmek ve hayatın faydasızlığı ile boşluğunu kabul etmek olacaktı.

 

Geçmişte ve günümüzde olayların gerçekleştiği ve gelecekte de vuku bulmaya kaderin emriyle devam edeceği gibi herhangi bir tenkit ve itiraz çabaları da, “bizim için önceden ne takdir edildiyse” inanışı gibidir. Bu sûretle, insanoğlunun değişmek ve statükoyu düzeltmek adına yaptığı girişimler imkânsız, mantıksız ve ihtiyatsız olur. Fakat İslâm felsefesinde tek Allah [cc], mutlak güçtür; her şeye kâdirdir ve yaratmak, rehberlik, deva ve kainatın hâkimiyeti sadece O’na mahsustur. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de “... Dikkat edin ki, yaratmak ve emretmek yalnız ve yalnız O’na mahsustur.”[7:54] buyurulmuştur. Bu geniş kainatta yaşayan insanların kimi Allah’ın emirlerinden ayrılmazken, kimi de istediği gibi serbestçe yaşayabilir. Müslüman, hür irade ile isyan ve teslimiyet gücüne sahiptir. Bu sûretle hareketlerinin yapıcısı ve sorumlusu da kendisidir. “Herkes kazandığına karşı rehin tutulacaktır.” [74:38] “...Şüphe yok ki Rabbin, kimin O’nun yolundan saptığını ve kimin O’nun rehberliğine uyduğunu hakkıyla bilir.” (53:30)

 

Hümanist, varoluşçu ve radikallerin, dini ve Allah’ı yalanlama ve inkâr için kullandıkları bu prensipleri, İkbâl, Kur’an’daki tasavvufî yolculuğunda, insanlara iyilik yapma ve sorumluluk sahibi olma şeklinde yorumlamıştır. Hümanist, varoluşçu ve radikaller, İslâm’ın ve Allah’ın, zihinlerde insan hürriyeti, itibarı, salâhiyeti ve sorumluluğuyla zıt olarak algılandığını düşünüyorlar.. Halbuki İslâm, felsefî ispat ve izahlara başvurmadan, açık ve net bir şekilde şöyle beyanda bulunur: “... O gün kişi [hayır veya şer] iki elinin önden ne gönderdiğine bakacak...” [78:40]

 

Görünüşü, imana yönelişi ve İslâmî tasavvufuyla İkbâl, çağımızın bütün felsefî ve manevî hallerine nüfuz etmiştir. O, Hint Okyanusunun derinliklerinden Avrupa’daki heybetli dağların zirvesine yükselmiş Müslüman bir göçmendi. İkbâl Avrupa’da kalmadı; harikulâde seyahatinde öğrendiklerini anlatmak için, bize geri döndü. Kişiliğine bakınca, O’nun, 20. yüzyılda kendini anlama bilincine ulaşma yolundaki yeni nesil için bir model, bir örnek teşkil ettiği bir kere daha görülür. Ruhanî ve aydınlık bir kültürün kalbi olan diyardan seçilmiş, doğu telkinleriyle dolu parlak bir ruh. Çok sayıda batılı düşünce, medeniyet diyarı, idrak, ilerleme ve yaratıcılığın gücüyle ilim, zihninde yer edinmişti. Bütün bu yatırımlarla, 20. yüzyılın âlimi hâline geldi. O, batıya ve yeniliklere düşman olan, yeni medeniyete sebepsiz yere muhalefet eden, geçmişin gericilerinden değildi. Seçme ve kritik etme cesareti olmayan, batının yuttuğu taklitçilerden de değildi. Bir taraftan ilmi kullanırken, diğer taraftan, ilmin, insanlığın manevî gereklerini ve gelişme ihtiyaçlarını karşılama konusundaki kusurlarını ve yetersizliğini de idrak ediyordu; bu eksikliğin giderilmesi için çözüm teklifleri getiriyordu. İkbâl’in, dünyaya ve insanlara arz ettiği, felsefî-manevî açıklamalar üzerine kurulu bir dünya görüşü vardı. İkbâl, sosyal öğretisini bu dünya görüşü üzerine tesis etmişti. Bağlı olduğu kültür ve tarihe dayanarak, günümüzde insanoğlunun gelişmesinin elverdiği kadar, Hz. Ali ayarında bir insan mefhumu düşünmüştür. “Hz. Ali ayarında” ne demektir? Hz. Ali ayarında demek; doğulu kalbine ve batılı zihnine sahip bir insan demektir. Derin ve engin düşünen insan demektir. Güzel ve muhteşem bir aşkı anlatan bir insan demektir. Hayatın acıları kadar, ruhun ızdıraplarını da tanıyan biri demektir. Hem Allah’ı, hem de insanları bilen biri demektir.

 

İkbâl, ilmin ışığına sahip, aşk ve iman ile yanan, keskin bakışları, esir milletlerin kaderini sorgulamadan, gafletin ve cehaletin galip gelmesine asla izin vermeyen biriydi. Reformları, inkılâpları ve zihinsel değişimleri araştırırdı. Bir düşünür olarak, ilmin ruhsuz gözünün [Francis Bacon’a göre] kainatın bütün gerçeklerini görmekten âciz olduğunu idrak etmişti. Sevdalı bir kalbin, sadece zâhitlik, kendini alçaltma ve paklama ile hiçbir şeye ulaşamayacağını hissederdi. Çünkü madde dünyası, toplumun ve hayatın kabullendiği bir insanı yalnız başına serbest bırakmaz. Kişi toplum kervanıyla birlikte hareket eder ve kendine ondan ayrı bir yol seçemez. İşte bizim, hem felsefî ihtiyaçlarımıza cevap verecek, hem de dünyaca kabul görecek, medeniyet ve dünyanın yeni kültürü tarafından fark edilecek, bir “düşünce ve hareket ekolü” isteme sebebimiz budur. Biz, düşünce ve hareket ekolünü; kişiyi, kültürümüzün ve bütün manevî/dinî servetlerimizin farkında olan, 4. veya 5. yüzyıldan değil, günümüzden vazgeçmeyen bir birey olarak yetiştirmesi için istiyoruz.

  

Biz, sorgulayabilen, ilmî bir düşünce yapısına sahip, insanlarının ıstıraplarına, hayatına, esaretine ve sıkıntılarına kayıtsız kalmayan insanlar yetiştirmek için böyle bir oluşumun özlemini çektik. Hem insanlığın gerçek ve [somut] ıstıraplarını, bütün toplumların ve kendi toplumunun içinde bulunduğu karmaşayı ve zorlukları düşünen, hem de örnek insanı, insanın önemini, insanlığın tarihteki ebedî vazifesini unutmayan ve bütün insan ideallerini maddî tüketim seviyesine indirmeyen bireylerin yetişmesini arzuladık. Bizim, bu muhtelif sahalarda ulaşmaya çalıştığımız her şey, İkbâl ’de bulunabilir. Çünkü İkbâl ’in yaptığı tek şey -ki bu, 20. yüzyılda, İslâmî bir toplumda, İkbâl’in bir Müslüman olarak gerçekleştirdiği en büyük başarıdır-, eski ve yeni kültürlere ait zengin bilgisiyle ve İslâm’ı örnek alarak kurduğu ideolojik ekolün ona verdikleriyle kendini geliştirmeye çalışmasıdır. İkbâl için mükemmel ve örnek bir insan diyemeyiz. O, ayrılıp dağıldıktan sonra, 20. yüzyılda tam bir Müslüman ve mükemmel bir İslâmî şahsiyet olarak yeniden yapılandı. Bu yeniden yapılanma, biz Müslüman aydınların atacağı ilk adım için bir başlangıç noktasıdır. Biz, en büyük sorumluluğu kendimizi ve toplumumuzu yeniden yapılandırma hususunda hissetmeliyiz. Seyyid Cemal [Cemaleddin Afgani] yeniden uyanış gibi bir duyguyu meydana koyan ilk kişidir. İkbâl, “Kimsiniz? Kimdiniz?” sorularını sorarak, Seyyid Cemal’in insanlarda canlandırdığı bu hareketin tohumunun ilk meyvesi oldu. Bu ilk mahsul, büyük bir model, bir örnek ve bizim uyanışımızdır. Doğulular gibi biz de dünyanın bu bölümüne aidiz; bu tarihle bağlantımız var. Tabiatın ve batının karşı durduğu insanlarız.

 

Peki, biz “İkbâl bir reformcuydu” derken ne demek istiyoruz? Gerçekten de reform, bir toplumu, bütün talihsizlik, ıstırap ve zorluklarından kurtarabilir mi? Toplumla ilgili ilişki ve düşüncede ani, sert ve köklü bir inkılâp yer almamalı mı? İkbâl’in bir reformist olduğunu söylediğimizde, eğitimli sınıftakiler, sosyo-politik anlamda “reform”un “inkılâp” ile zıt olduğunu düşünürler. Çoğunlukla “reform” dediğimizde, tedrici değişimi veya üst kademedeki değişimi kastederiz. “İnkılap” ise, alt yapıdaki ani değişime, topyekün bir çöküşe ve akabinde de yeniden yapılanmaya işaret eder. Bu değişimler içinde, İkbâl’e reformist derken, toplumda yavaş ve tedrici bir değişimi kast etmiyoruz.. Maksadımız, tedrici değişim veya haricî reform değildir. Biz bu kelimeyi, “inkılâb”ı da içeren genel anlamıyla kullanıyoruz.

 

İkbâl’in bir reformist olduğunu, Seyyid Cemal’den sonraki büyük düşünürlerin yüzyılın dünyadaki en büyük reformistleri olarak bilindiğini söylerken, onların, toplumdaki tedrici ve haricî değişimi desteklediklerini söylemiyoruz. Onlar, düşüncede, görüşlerde ve duygulardaki köklü bir inkılâbın, ideolojik ve kültürel bir inkılâbın taraftarıydılar. İkbâl, Seyyid Cemal, Kevakibî, Muhammed Abduh, İbn İbrahim ve Mağrib Ulema Cemiyeti’nin üyeleri, son yüzyılda doğuyu sarsan büyük adamlardı. Kişisel reformun bir çözüm olmayacağına inandıkları için, bunların reformları ya da “ıslah edici inkılâpları” topluma yönelik olmaktadır.