Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-6 (Bölüm 2)
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-6 (Bölüm 2)

İSLAM TARİHİ, İLK İSLAM’IN BİLİNÇLENDİRİCİ VE UYAN­DIRICI KAYNAĞINA BİR TÜNEL

 

Bu, sapma şeklinde İslam’a girmiş bulunan tüm öğe­lerden bizi haberli kılabilen ve bizimle hayat bağışlayıcı İslam arasında düşmanların elleriyle çekilmiş olan bu hepten boş [ya da dolu] kara çağların duvarlarından, te­pelerinden, çukurlarından ve on üç on dört gibi [hurafe] engellerinden geçirebilen ve bilinç ve uyanıklık veren o ilk kaynağa doğrudan doğruya ulaştıran İslam tari­hidir.

 

Bizim dinî kurumlarımızda, hatta dinî bilimsel ku­rumlarımızda tarihin gündemde olmaması bir yana, ta­rih hepten terkedilmiştir. Aslında ne olduğunu ve ne işe yaradığını bilmemektedirler. Oysa gerçek İslam’ı bize gösteren bu tarihtir, bu bilinçli tarih bilgisidir. Biz bu ta­rihi tanımadığımız için de yüz yıl önce ortaya çıkmış olan gelenek ve törenlerden birçoğunu İmam Sadık [a.s]’a ya da Peygamber’in kendisine nispet etmektedirler ve biz de bunları kabullenmekteyiz. Çünkü onların kimden gel­diklerinden, nasıl olduklarından ve kaynaklarından ha­berimiz yok. Birkaç yıl önce, Meşhed’de İmam’ın haremi­nin çevresine feleke yapmak istediler; dairemsi bir cad­de. Fakat eski ya da dinî okullardan, mescitlerden ve ya­pılardan birçoğu yıkılacağı için izin vermiyorlardı. O za­man İmam-ı Zaman’a ait olduğu söylenilen bir rivayet peydahlandı; “Ceddinin kabri çevresine feleke adında da­iremsi bir çarşı bina edilir.” O zaman, feleke yapımına karşı çıkanların tümü, bu öngörünün gerçekleştirilme­sinde daha çok sevap kazanabilmek için çırpınmaya baş­ladılar.

 

Bunlar, tarihi tanımazken bu inançların, bu gelenek­lerin ve bu şecere yazılarının kimlik kartının nerede bu­lunduğunu, hangisinin gerçek, hangisinin sahte olduğu­nu nasıl anlarlar? Düzeltici ve uyandırıcı olan, halkın ce­haletinin karanlığında parlayan aydınlık ve parıltılı çeh­relerden birçoğunun rezilliğini açığa çıkaran ve halkın bilmezlik karanlığında unutulup gidenlerden birçoğuna yüzsuyu veren işte bu tarihtir.

 

Biliyorsunuz Kur’an, Peygamber zamanında, taşın yüreğinden nice coşkuları, nice dehaları, ne büyük de­ğerleri ve ölümsüz ahlakı filizlendirdi. Yine biliyorsu­nuz, sömürüye karşı Asya’da ve özellikle de Afrika’da sa­vaşların verildiği son iki yüzyılda bu kitaba dönüş -Fer­hat Abbas’ın deyişiyle- İslam toplumunda uyanışın, sö­mürü karşıtı savaşın ve sömürü karşıtı ciddi bir hareketin başlangıcı oldu. Bugün bilinçli ve metodik olarak bu kitap üzerinde çalışan kimseler, her gün, tasavvur edile­mez bir şaşırtıcılık yakalıyorlar ki biz inananlar için de şaşırtıcıdır.

 

Fransız General Sustel’in söyleyişiy­le dinî kitap olmayan ve onun “Bu, geri, esir ve aşağı toplumun[!] bireylerine gurur veren ve harekete sürük­leyen bu kitaptır.” dediği -ki bence Kur’an’a yapılan en büyük övgüdür bu- bu kitap, nasıl oluyor da başka bir ye­ri değil de sadece ve sadece ölüm ve mezarlığı çağrıştırı­yor kulaklarımızda? Bugün Kur’an incelenen bir kitap değildir, hatta kişisel bir uzmanlığı olmasının ve kendi arzusuyla Kur’an’ı araştırma yoluna gitmesinin dışında din âlimi için bile böyledir. Yoksa Kur’an ne programda­dır, ne de gündemdedir. Öyle ki Kur’an’a hiç dokunma­dan gidip müctehid olup gelebilirim. Öyleyse Tahran Üniversitesi’nin, yüksek okulların ve benzerlerinin Kur’an merkezi olmasını mı bekliyorsunuz? Modernistlerin, yeni tahsillilerin ve Batı’dan dönmüşlerin Kur’an’ı tanıtmalarını mı bekliyorsunuz? Peki, neresidir Kur’an’ın yeri? Yoksulluk aracı olmaktan başka ne rolü vardır top­lumumuzda? Ölümden başka neyi çağrıştırmaktadır zihnimizde? Üniversite öğrencileri niçin salâvat getir­meyip de alkışlıyorlar, diye itiraz edene derim ki; Gençle­rin salâvat getirmemeleri sizin günahınızdır. Kendin de biliyorsun salâvatı ne hale soktuğunu ve ona nice kullanım alanları icat ettiğini. Bunlardan birisi şu ki, kelli-felli bir kişi girdiğinde bir yere, salâvat getirirsin. Başka bir kullanım alanı da diriler arasında tabutun ve cenazenin hareketidir. Başka kullanım alanları da var; Bir konuşmacının yuhalanması, bir minberin devrilmesi, biriyle alay edilmesi gibi. Bunlar, senin, salâvat için oluşturdu­ğun kullanım alanlarıdır. Bu yüzden öğrenci kesimi, duygularını dile getirmede salâvatı ciddiye alamaz. Çün­kü sen salâvatı o hale soktun ki yuhalamaya, alay etme­ye ve gerilik çağrıştırmaya yarıyor. Sen, el öpmeye iti­raz etmedin ki şimdi kalkıp da el çırpmaya itiraz edesin?

 

Şimdi biz, kendimizi -ki ya yok etmişlerdir ya da solgun, çürümüş ve geri bir cenaze olarak göstermişler­dir- kelimenin gerçek anlamıyla tanımak istiyoruz. İşte bu tanıma için geçmişe dönüyoruz.

 

SELEFİYE

 

Seyyid Cemal’in başlattığı hareket, Selefiye hare­ketiydi; fakat eskicilik, geçmişçilik, geriye hareket ve ge­rici hareket anlamında değil elbette. Geçmişe kaçmak da değil, tersine geçmişi tanımaktır.

 

Frantz Fanon ve Aimé Césaire Avrupa’ya cevap vermek için -ki siyahları geçmişten, kültürden, medeni­yet ve tarihten yoksun sanıyorlardı- siyahları, kültür, toplum, medeniyet ve tarih sahibi olduklarını kanıtla­mak için geçmişe çağırırlar. Bu yüzden Fanon ve Césaire için her hareket, her renk, her şiir ve her mitos, siyahın kültür yaratıcılığının kanıtlayıcısı olup saygıdeğerdir. Bizim büyük aydınlarımızdan birçokları -ki tüm varlı­ğımla saygı duyuyorum onlara, kutsuyorum ve bu günün en aziz düşünür çehreleri olarak tanıyorum- Afrika’nın büyük düşünceli ve ileri aydınlarının şiarını, şiarımız olarak ilan etmişlerdir ki son derece ileri bir davranıştır, ama küçük bir düzeltmeye gereksinimi bulunmaktadır; Avrupalılar, bizim geçmişimizi, kültürümüzü, medeni­yetimizi, dinimizi ve ahlakî değerlerimizi yok saymadı­lar, tersine onlara bizden daha çok dayandılar. Öyle ki bakarsanız, bizim eski metinlerimizin ve yazmalarımı­zın birçoğunun İngiltere’de, Leiden’de, Paris’te ve Brük­sel’de basıldığını görürsünüz. Böyle bir iş, onların gözün­de öylesine iyi ve sevaplıdır ki Profesör Gibb, nüshaları­mızın basımı için bir vakıf kurmuştur. Öyleyse, geçmişi­miz, Batılılarca olumsuzlanmamıştır; tersine, geçmişi­mize o kadar çok değer verdiler ve dikkatlerimizi geçmişe yönelttiler ki yüzümüz geçmişe döndü ve gelecek ense ta­rafımızda kaldı. Öyle ki keşfedilmiş eski eserlerimizin adilce paylaşılmasında[!] altın işlemeli levhalardan, mücevherlerle işlenmiş heybelerden, değerlerinin belir­lenmesi olanaksız kitap ve belgelerden ne varsa hepsi on­ların olmuş ve Paris ve Londra müzelerine vb. gitmiştir. Kırılmış tabut, paslanmış kılıç, çivi ve ma­şa cinsinden ne varsa bize kalmıştır. Manevi bakımdan da bize gene böyle adilce davranıyorlar! Öyle ki onlarca tashih edilmiş ve basılmış nüshalar mecmuasına -ki onuncu baskısı yapılmış- baktığımda İslam, kafamda, zihniyetçi, zahitçe, bireysel, vehimsel bir din, soyut dün­yaya boğuluş dini olarak betimlenmektedir. Sonra da Sigfried gibi bir bay, şöyle diyor; Sizin beyniniz yönetsel ve mekanik değil. Ve ben inanıyorum.

 

Dolayısıyla, kendimizi tanımak için eski kaynakları­mıza yönelmeliyiz, ama müsteşrikçe, fazılca ve filozofça araştırmalar yapmak için değil, yükümlü bir aydın olarak geçmişi araştırmak için. Geçmişi samimice tanımış olalım, tarihin lığ ve çamuruna gömülüp kaybolmuş de­ğerli öğeleri bulup çıkaralım, çağımızda ele alalım, ken­dimize düşünsel, insanı, ahlakî gıda ve inanç bağımsızlı­ğı verelim böylece. Tarih adına, bilim adına, din adına, ahlak adına, edebiyat adına, irfan adına, sanat adına vs. toplumumuzun kafasına sokulan ve toplumumuzu geri­letip zehirleyen, felç eden ve uyutan bütün sapmaları böylece düzelterek toplumumuzu uyaralım. Böylece ona, sağlıklı, zengin gıdalar, tarihsel süreklilik, birlik ve in­sanlık bağışlayalım.

 

Biz, Kur’an’daki bismillahın be’sinin zihnimizde neyi çağrıştırdığını araştırmak istemiyoruz; tarihte öyle­sine hareket yaratan ve yaratmakta olan bu mesajın ne olduğunu görmek istiyoruz.

 

Mü’min, Kur’an’ı kapatıp öper ve rafa kaldırır, Ki­tab-ı mukaddes bir nesne haline getirir. Fakat aydın, dinî bir kitap olduğu için onu olumsuzlar. Bu arada da, Kur’an gibi bir kitabı bir nesneye dönüştüren, onun karşısına ge­çip ona kurşun atıp saldırandan daha haindir.

 

İslam’ın beynini ve İslam tarihini doğrudan doğruya tanıyabilmek, İslam adını taşıyan kişiliğin biyografisini anlayabilmek, dinin gerçek yüzünü üç yüz yıl boyunca -ya da daha fazla- zihinlerimizin betimlediği sahte yüzler arasından bulup çıkarabilmek, bu maskeleri kırarak maskesiz gerçek İslam’ı yeniden tanıyabilmek için Kur’an’a dönmeliyiz. Tüm bunlar içinse bilince, yüküm­lülüğe ve imana gereksinimimiz vardır.

 

SEYYİD CEMAL VE ABDUH’UN YAPTIKLARI

 

Seyyid Cemal ve Abduh’un işi, kültürümüze hayat bağışlamak yönünde, hayatını kaybetmiş ve sömürü ve değerleri karşısında boyun eğmiş bulunan sömürü vur­gununu yemiş İslam toplumuna ruh vermek için yapılan bir işti. Ama bence onların çalışma üslubu tam değildi [Benim Seyyid Cemal ve Abduh’a olan duygularımı siz biliyorsunuz. Çünkü onlardan epey söz ettim. Onları sa­dece çağdaş İslam toplumunda yeni düşünsel özgür­lüğün önderleri olarak görmekle kalmıyor, hatta dün­yadaki kültürel sömürü karşıtı tüm hareketlerin önderi, yaratıcısı ve başlatıcısı olarak görüyorum.] Bununla bir­likte, onların tam başarılı olamamalarının nedeni olan yöntem eksikliği şuydu; Seyyid Cemal, siyaset adamla­rıyla birlik olma ve yönetimlerle ve kişiliklerle bağıntılı olarak hareketi gerçekleştirmek istedi [kendisi, halkın uyandırılması gerektiğini söylemiştir ama pratikte ise halkın dışından başlamıştır]. Sonuç olarak da İslam ül­kelerinin sarayları, sultanlar ve İslam halifeleri onu bir top gibi birbirlerine pas olarak atıyorlardı, o büyük tufanın, o dehanın layık olduğu ölçüde toplum içinde yankı­lanmasını önlemek için. Sonra da kolayca, nesilden nesile, bütünüyle felç etmek için onu arka arkaya bombaladı­lar. Bugün de bununla uğraştıklarını görüyoruz.

 

Muhammed Abduh’a gelince; O, Seyyid Cemal’in yo­lundan -Onun öğrencisi ve müridi olmakla birlikte- gidilemeyeceğini anladı. Bir kişiye eleştiride bulunmak ona inanmamaktan başka bir şeydir. Avam kafası ise birini eleştirdiyse onu bütünüyle mahkûm eder.

 

Abduh, siyasetçileri bir yana bıraktı; ruhanilere ve büyük İslam âlimlerine dayanarak ve resmi toplantılar­da bilimsel araştırmalar yoluyla çalışmasını başlattı. Çalışması ve yeniliği, oldukça etkili olduysa da yine de Kur’an, toplumların içinde hayat ve hareket kaynağı olarak tecelli etmedi ve Müslüman kitleleri uyanıklığa ve devinime çağırmadı; avam gene avam olarak kaldı ve sa­dece seçkinler arasında birtakım aydınlar ortaya çıktı­lar.

 

Seyyid Cemal ve Abduh’un hareketleri meyve vere­medi, onların yüce hedefleri, yetkin düşünceleri tam an­lamıyla gerçekleşemedi. Nedeniyse; Hem siyaset adam­ları hem de ruhaniyet adamları egemen sınıfın birer par­çası olup güç ve resmiyetleri bulunmaktadır. Genellikle, sahip olanlar her zaman muhafazakârdırlar. Düşüncede ileri ve hoşnutsuz, duyguda gerçekçi olsalar da pratikte muhafazakâr ve maslahatçı olacaklardır. Çünkü mev­cut durumda, kârlı ve maddi toplumsal ya da manevi resmi güç sahibi olan biri riske girmez ve durumun değiş­mesinden, farkında olmaksızın korkar. Sahip olduğu şe­yi yitirmekten korkar çünkü. Schandel’in deyişiyle; “Pa­rası ya da makamı olan aydınlar düşüncede devrimci ve solcudurlar. Pratikteyse muhafazakâr ve sağcıdırlar.” Bu kişilik izdivacı birçoklarında görülebilir.

 

Ali Büveyh, Abbasi halifelerini kendilerinin oyuncağı kılan, onları getirip götürdükleri eğlenceli oyuncaklar haline getiren ilk coşkulu Şiilerdir. İlk kez olarak onlar, İslam ülkelerinde aşura törenini gerçekleştirmişlerdir. Pratikteyse, menfur halifeye biat etmeyi, Alevi imama biata yeğlediler. Çünkü Şii rejim resmileşseydi, Ali Büveyh, artık siyaset oynayamazdı.

 

Mesih’in ya da Muhammed [s.a.v]’in bi’setinde, nü­büvvetle herkesten daha çok tanışık olan ve halkı Pey­gamber’in ve Mesih’in gelişini beklemeye yönelten resmi Yahudi ruhanilerinin kendilerinin, bu iki devrimci kur­tarıcının gelişine herkesten daha çok karşı çıktıklarını, nübüvvete bile inanmayan müşriklerinse yeni çağrıyı daha çabuk kabul ettiklerini görüyoruz. Öyleyse bu ge­nel bir kuraldır; her hareket karşısında, makam ya da güç ve servetleri bulunan kimseler, daha çok direnmek­tedirler. Çünkü durumun değişmesiyle, sahip oldukları şeyi yitirmektedirler. İşte Abduh da Seyyid Cemal’in yaptığı gibi, harekete kural olarak işin sonunda hareke­te geçen bir yerden başladı. Bu yer, koruması gereken bir şeyleri bulunan ve kaçınılmaz olarak muhafazakâr olan, bundan başka da ruhu ve görüşü sağlam geleneksel kalıplar içinde donmuş, aklî ve düşünsel kişiliği eski ilimler içinde şekillenmiş bulunan bir sınıf ya da grup­tur.

 

Bu yüzden, İslam ülkelerinin siyaset adamları ve resmi yöneticileri nasıl Seyyid Cemal ile gelmemişler, hatta onu felç etmişlerse, Irak’taki, İran’daki, Mısır’da­ki, Cezayir’deki, Tunus’taki, Marakeş’teki, Lübnan’daki Suriye’deki vs. ruhaniler ve şeriat hâkimleri de Abduh’la hareket etmediler. Çünkü hem ruhları durmuştu, hem de konumları sağlamdı. Mevcut çevreye, konuma, zemi­ne, zamana ve düzene bağlı oldukları için hicret yeni­likleri yoktu ve her değişikliği -haklı olduğunu bilseler de- uygun görmüyorlardı. Çünkü makam sahibi biri azledilme tehdidiyle karşı karşıyadır; parası olan biri tedbirsizlik ederse zarara uğrar, bir yeri bulunan, bilim­sel, ruhanî ve toplumsal resmi bir makamı bulunan biri, avamın beğenisinin tersine konuşursa haysiyetine zarar gelir.

 

‘Fatıma Fatımadır’ da söyledim ya, Peygamber’in sünneti Peygamber’in söz ve fiili değildir sadece; her iki­sinden de önemlisi, risaletini yerine getirmede Peygam­ber’in düşünsel ve sosyal savaşım metodu ve stratejisi olup buna dayanılmalıdır. Burada, Peygamber’in ne mele’den, ne ‘mutrif’ten, ne de ‘rahip’ten başlamayıp; tam tersine bunların karşısında, ‘nas’ tan ve ümmî kitleden başladığını görüyoruz.

 

Çünkü “El muflisu fi emanillah” [Müflis, Allah’ın gü­vencesindedir.] ki onu ne kimse alabilir, ne de korkutabi­lir.

 

Bütün gerilemeler, şu iki kelimeden, ‘istemek ve sahiplik’ten dolayıdır. Ad, haysiyet, ünvan, kanun, pa­ra, mülk, makam, yer rütbe vb. şeyler istemek ve bunlara sahip olmak, bunların korunması ve istediği­miz şeyi elde edip korumak için koşulları, konumları ve durumları korumaktır gerilemelerin kaynağı.

 

Seyyid Cemal ve Abduh’un yanlışları, sahip olan­lardan başlamak istemeleriydi ve bu olanak dışıdır. Yok­sunluk nimetini ellerinde bulunduran insanlardan baş­lanmalıdır; yitirmekten korkacakları bir şeyleri bulun­mayan ve bir şey elde etme peşinde olmayan, tümüyle iman ve inançla yoğrulmuş bulunan ve yükümlülükleri gerektirdiğinde, hiçbir kayıt ve şart olmaksızın neleri varsa feda eden insanlardan.

 

Asil bir savaşıma başlamak için halka, özellikle de genç nesle ve aydınlara -kelimenin tam anlamıyla- umut bağlanmalıdır. Çünkü bunlar inanç ve iman kazanırlar­sa çekinmeden her şeylerini feda edecekler, hızla, faal ve savaşımcı öğeler haline gelerek varlıklarını, hayatlarını çekinmeden gözden çıkaran insanlar olacaklardır.

 

Devrim, düşünce ve ıslah deneyimleri, her türlü fesa­dın canında, kemiğinde kök saldığı ve tüm zahirci aydın­ların milletin ve ülkenin geleceğinden umutlarını kestik­leri bozuk bir toplumda ansızın bilinçli bir inanç ve dü­şünce coşkusuyla bütün pisliklerin temizlendiğini ve bü­tünüyle insanların kirli giysilerden sıyrıldıklarını göstermiştir.

 

Ben kendim, Avrupa’da tanık oldum; en pis öğeler­den olup en kirli işlerle uğraşan Afrikalılar, inanç ve imana ulaşır ulaşmaz fedakâr ve samimi mücahitler ha­line gelmekte ve birkaç ay içerisinde öyle kişilik kazan­maktaydılar ki heykelleri özgürlük yoluna dikilse yeriy­di.

 

Batı’nın kumarhaneleri ve fuhuş yuvaları halini al­mış, özgür Fransa’da bile yasak olan ayyaşlıklar diyarı olmuş ve kadını erkeği, dünya ayyaşlarının kötü çırakla­rı haline gelmiş olan üçüncü dünya ülkelerinin insanları, ruhlarındaki bir kıvılcımla ve inanç bilinçliliğine, uya­nıklığa ve ortak hedefe ulaşmakla, öyle değişmekteydi­ler ki, dünya insanlarının zihinlerinde bilinçli ileri, yü­kümlü ve insan bir toplumun ve halkın sembolü olarak tanınmaktaydılar.

 

Düşünce ve iman hareketi, ortak bir yön ve hedef ka­zanmak mucize yaratır. Donuklaşmış bir toplum öğütle, makalelerle, ahlak yazgılarıyla, sıradan ana baba vaaz­larıyla değiştirilemez. Tersine, bir düşünsel kalkışla, bir bilimle, iman sıcaklığı ve yükümlülük duygusu -yüküm­süz ve laubali bir halkta- yaratmakla ve çeşitli grupların ve çeşitli kesimlerin tümünden ortak bir hedef edinmek­le gerçekleşebilir böyle bir mucize. Bu ise, her mucize gibi seri, öngörülmez ve tasavvur edilemez bir mucizedir.

 

Hem bilinçli olan ve hem de değerli insanî sermayele­ri bulunan biz Müslümanlar, özellikle de Şiiler, Şii mez­hep ve kültüründe el değmemiş İslamî kaynaklarda, İs­lam tarihini ve İslam’ı dünyada gerçekleştiren kişilikler­de ve olaylarda bulunan ve hayat bağışlayıcı, en hareket bağışlayıcı ve en izzet bağışlayıcı olan ve hem bu insanî boşluğu doldurmakta [ki istedikleri şeyle doldurmak için her şeyin içini boşalttılar], hem de bilinç aşılamak, so­rumluluk ve hayat bağışlamakta kullanılabilecek inanç ve din öğelerimizi modern bilimsel ve teknik araçların varlığındaki bütün insanî değerleri yok etmek yolunda çalışan genç nesillerde insanî değerlerin yaratılması için yükümlülüğümüzü duymalı ve Kur’an’a dön­mek, İslam tarihini tanımak, kültürel ve insanî benliği­mizin bilincine ermek, tüm gerileme etkenleriyle savaş­mak ve tarih boyunca belirli kutupların yararına, bu pak ve hayat bağışlayıcı akıntının, iman, inanç ve İslam saf suyunun içine çamur akıtan kokuşmuş suları keşfedip ayıklamak ve tarihte, toplumda ve zihinde kalmış bü­tün gerileme etkenlerini saptamak için de dünya düzle­minde büyük bir bilinç taşımalıyız. Çünkü yöresel ve böl­gesel olarak kalırsak ve çevrenin, dönemlerin, kavimle­rin, mahallemizin ve kentimizin dışına taşmazsak hiç bir iş yapmaya gücümüz olmaz. Ayrıca çalışmamızın metot ve biçimini, imanımızı anlatma araçlarını da za­mana uygun olarak kullanmalıyız; yani bizim her şeyi­mizi yok etmek, bozmak ve ayaklar altına almak için hep düşmanın elinde bulunan o güçlü araçları. Çünkü doğa­yı tanımak için nasıl bilimsel, bilinçli ve etkili metodu­muz varsa inanç, iman ve kültür kaynaklarını tanımak için de bir metot vardır ki bu metotla, bize ulaşan her şeyi yeniden gözden geçirmeliyiz.            

 

Nasıl, kimi besin maddelerinin içinde birtakım zehirli besin maddeleri bulunma olasılığı olduğunda, top­lumun selameti için bütün besin maddelerini iyice kont­rol ediyorsak, din, kültür, tarih, edebiyat ve sanat adı al­tında, yememiz için önümüze sürülen o sofraların tümü­nü de aynı şekilde gözden geçirmeliyiz, çünkü hepsi ze­hirlidir. Bu iş içinse metodumuz, coşkumuz, özverimiz ve imanımız olmalıdır; hayatımızdan, huzurumuzdan, ge­leceğimizden ve olanaklarımızdan bol bol harcamada bu­lunmalıyız. Ne talihsizliktir ki bizim sade ve temiz insan­larımız akılsız; zeki ve akıllı insanlarımızsa bozukturlar genellikle. Yeni kültürle, yeni zamanla ve yeni gereksi­nimlerle tanışık olanlar, zamanı, nesillerin hareketini ve her şeyin elden gittiğini anlayanlar ve duyumsayanlar, çoğunlukla kültürümüzü, imanımızı, azıklarımızı, ola­naklarımızı ve sermayelerimizi tanımamaktadırlar. Kültürel azıklarımızla ve dinimizle tanışık olanlarsa ‘göçebelik çağı’nda yaşamaktadırlar.

 

Bu yüzden resmiliği, işi, büyük olanakları, gücü, haysiyeti ve yüzsuyu bulunanlara umut beslemeli, ken­din -her kimsen- çabalamalısın. Çünkü iman ve yol so­mutlaştığında o harekette ancak Bilal-i Habeşi’nin bir rolü olabilir; bu rol, hiçbir güçte, hiçbir sınıfta ve hiçbir ilim havzasında, Yunan ve Bizans akademilerinde bile­ olmamıştır. İman, böyle bir insanî coşkuyu, böyle bir beşerî bi’seti ve böyle bir gücü su yüzüne çıkarandır.

 

NE YAPMALI?

 

Bu az fırsatta, ne her şeyi söyleme olanağı ve ne de herkese söyleme gereği vardır ki zamanı, durumu, dün­ya koşullarını, dini, imanı, kültürü, bütün sorunları ve de ilişkilerini duyumsadığımız ölçüde yükümlülük duya­rız; “Ne yapmalı?” diye sorduran yükümlülüğü. Aynı öl­çüde de bizde bilinç oluşmuştur.

 

Şimdi elimizin işte olma zamanıdır; hiç kimsenin, kendi kendisinin kâfiri olmaması şartıyla -bu kişiliksiz­liği büyük bilimsel ve parasal sermaye yatırımlarıyla ya­rattılar bizde- herkes kendisine imansız olmuş, kendi eliyle düşmanına kurban etmiştir kendisini.

 

Bu yüzden durum ne olursa olsun, aklımızın ve olanaklarımızın izin verdiği yere dek, bir program hazırladık ki bu onun ilk planıdır; Ham ve tamamlanabilir olmak. Eleştiride bulunan, yeni öneriler sunan, bu progra­mı yetkinleştirme düşüncesinde olan herkesi davet edi­yoruz; zayıf gördüğü her şeyi [programdan] çıkarsın ve deneyimleriyle, özgürce ve samimice görüş bildirmele­riyle bu programların ve planların sürmesine, gün geç­tikçe yetkinlik kazanmasına yardımcı olsun. Bu yolda ve çalışmada hiçbir taassup yoktur ki iki büyük nimet ve sermayeyle donanımlısınız; Biri yoksun olmak nimeti, ötekisiyse rehbersiz olmak nimeti. Bu iki nimetle, bir murad peşindeki müritlere dönüşmediniz ve dönüşme­yeceksiniz. Hiç kimse, eylem ve inançlarınızın temeli ve ölçüsü olmayacaktır. Size akletmeyi ve düşünmeyi ya­saklayacak bir kişilik bulunmamaktadır. Herkes -ister buraya gelip konuşsun, ister orada oturup dinlesin- bir sınıftan, bir tür değerden, bir makamdan ve bir çağrıdan­dır. Sizinle bizim ortak yönümüz -hep birlikte bizim- ve bağıntımız ise iman, inanç, ortak davet ve şu ortak soru­dur;

 

“Çalışmak gerektiğinden başka bir şey yoktur; öyley­se ne yapmalı?”

Burada, bu işte, kimse olmanın, kişilik taşımanın bir grubu kendine çekebileceği ne bir kişilik yer almaktadır, ne bir isim, ne bir resim, ne bir makam, ne bir cazibe ve azamet -bilimsel ya da toplumsal ya da bireysel bakımlardan- bulunmaktadır. Mürid ve murad ilişkisi, eski dö­nemlerin sınıfsal ilişkisidir. El öpmek, şirkin ve köleliğin sembolüdür. Birinin müridi olan biri, bir kimse olmak öz bilincini taşıyamayacaktır. Öyleyse mürid ve murad ilişkisi olmadan, el öpmek olmadan kollan sıvayıp çalış­mak gerek.

 

Ebu Sa’id Ebi’l-Hayr, va’zetmek üzere bir mescide davet edilmişti. Gelenler, mescide sığmıyordu. Dinleyiciler öyle oturmuşlardı ki, yeni gelenlere yer yoktu. Biri, yer açmak için seslendi;

 

“Allah bağışlasın, kalkıp bir adım öne yürüyeni.” Ko­nuşmasına başlamak üzere minbere daha yeni oturmuş bulunan Ebu Said şöyle dedi;

 

“Söylenecekler, bu adamın söylediğidir.”