Menyu
Ali Şeriati ile Söyleşi / Muhammed CAN
HAKKINDA YAZILAN MAKALELER [TÜRKÇE]

Ali Şeriati ile Söyleşi / Muhammed CAN

Selam sana ey Ali!

Selam sana ey Mezinan’ın uslanmaz bilge çocuğu!

Selam sana ey ana Zeynebin sesi!

Selam sana ey zamanının Hür esiri!

Selam sana ey çağının Ebu Zer’i!

Nasılsın, rahat mısın, yerin iyi mi? Diye sormayacağım seni.


Ey Ali!


Sana o kadar kızgınım ki, anlatamam, ama kızgınlığımın kırgınlığa dönüşeceğini asla düşünmeni de istemem. Kızgınlığımın sebebini benden daha iyi biliyorsun, seni bana asla unutturamayacak türden bir kızgınlık. Kızgınlığım sebebi neden rahatımı bozduğundan. Seni tanımadan önce her mutlu köle gibi bende köleliğimi hürriyete karşı süsleyip bezemiştim! Sonra bir gün nasıl oldu, bende tam anlamadım ama bir vesile ile senin adını duydum. Ve ürktüm! Adın yabancı değildi ama soyadından daha çok ürkütücü gelmişti. Demek bu da gerici yobazlardan biri, baksana soyadını dahi özene bezene seçmiş! Diye geçirdim içimden...


Ey Ali!

 

Bir iyi, bir de kötü, olan iki günlük dünya hayatında, şuracıkta, şu anda olduğun gibi uslu uslu otursaydın olmazydı? Dün olduğu gibi bu günde aynı rahatsızlığı veriyorsun.


Ey Ali!

 
Yeryüzünde ki, bütün zulüm saraylarını yerle yeksan yapmaya adadığın o ömrünü, senin rahatları bozup rahatsızlığa dönüştürecek o güzelim mirasın vardı ya onları dahi lüks hayata çevirmenin yollarını bulanları sana şikayet etmeye gelmedim.


Geride bıraktıkların şimdiler de burnu sümüklü, pantolonu yamalı, yalınayaklıların yaşadığı gecekondu semtleri bir yana, Hititler’den kalma Kültürle yapılmış toprak damların hala lüks sayıldığı evlere.
Hani senin asla kabul etmediğin hayat, yaşam sayılırsa eğer yaşamın olduğu o en ücra köşelerdeki o evlere kadar girdi.


Nasıl oldu? Diye sorma. Bak dostum, senden sonra çok ilginç şeyler oldu. Hani senin Mısır Piramitlerinin yapımında işçi olarak çalıştırılan ve KURBAN diye adlandırdığın o zavallı köle kardeşlerine yazdığın mek
tubunu hatırlıyor musun? Evet işte onun gibi bir şey geliştirildi şimdilerde...


Geride bıraktığın mirasın talan edildi, tar
umar oldu. Mutakki bir babanın hayırsız ve berduş evlatlarına bıraktığı miras misali. Yani senin anlayacağın, ömrünün en değerli hazinesi olan uykusuz geçen gecelerin gözlerindeki buğularla harf harf, kelime kelime, cümle cümle gönlünden akıttığın, göz nurunla biriktirdiğin o nazenin bilgi dağarcığının yegane sermaye vardı ya, işte ondan söz ediyorum. Evet uykusuz ve rahat yüzü nedir bilmeyen bir ömrün ardından bıraktığın o eserlerinden bahsediyorum.


Ey Ali!


Demiştin ya, ‘sizi rahatsız etmeye geldim’ Biz o rahatsızlığı rahata çevirmenin yolunu çok erken bulduk, vermek istediğin rahatsızlığı rahata düşkün
lüğe farklı bir lükse çevirmeyi öyle bir bildik ki. Görsen sen dahi şaşar kalırsın!


B
iliyorum, sen de biliyorsun. Bu türler her zaman bir yolunu bulup başarırlar, işte yine öyle oldu. ‘Dinden bahsedip dinden geçinmek.’ Yok, nasıldı? Haa, hatırladım. ‘Dine karşı Din’


Ey Ali!


‘Kuru et yiyen kadının oğlu’nun dinini saraylara peşkeş çekmede yarışan, geçmişin alimlerinin yerini şimdiler de faklı türediler kaptı. Aydın denilen yeni bir güruh türedi biliyorsun, senden önce de vardı bu türler ve sen aydın olmak adlı konferansını bu türlerin foyasını açığa çıkarmak, onların yüzüne çarpmak için vermiştin, ama o kadar yüzsüzler ki, onları eleştirdiğin o konuşmanı dahi kendilerine malzeme yapmayı bildiler. Geçenlerde senden esintiler sunmak istedim! İnanır
mısın anlamak şöyle dursun üç beş mazlumdan başka kimsenin ilgi alanına dahi girmedi. Nedenini biliyorsun. Evet aynen senin düşündüğün gibi. Efendim üslup, edebiyat, kariyer, dizayn aklına ne gelirse. Neden şaştın? ‘Kuru et yiyen kadını oğlu’ dememiş miydi, ‘bir zaman gelecek, okumanın kıraatine değer verilecek’ diye? İşte onlar olmadığı için yani anlayacağın işçi parçası olduğum için kimse kale almadı. Almadılar şöyle dursun, alay edenler dahi oldu. Koyun güden ümmi bir peygamberin ümmeti sitem ettiği sistemin üniversitelerinde önce bir diplomaya kavuşup, birde mastır yapmadan ümmi peygambere ümmet olunmaz formülünü buldu! Neden hayret ediyorsun? Delil olarak seni sunmayı da öğrenmişler, sen de o yoldan geçmişsin..!?


Ey Ali!


Biliyorum sen bilgi ve hakikatin aşığıydın, bunu herkes kabul ve takdir de ediyor. Sen bilgiyi hakikate ulaşmak için bir araç olarak kabul etmiştin ve öyleydi de. Gel gör ki, şimdiler de oda çok farklı bir boyuta taşındı. Bilgiye olan aşk ve iştiyak diğer zamanlardan daha fazla oldu, ama bir farkla. Hakikate karşı kullanmak, hakikate karşı delil getirmek için.


Ey Ali!

 

Kızma biliyorum, ‘bu şeytanın hilesi’ diyeceksin, ama biliyorsun ki onlar senden ve benden daha iyi biliyorlar o ayetleri...


Unutmadan bir şey daha anlatayım. Bir kez daha görüşüp görüşemeyeceğimizi bilmediğim için unutmadan söylemek istedim. Bunlar ‘öze dönüş’ü de yeniden tanımladı. Senin anladığın ve anlattığın o manada değil artık öze dönüş! Sen çok katı kurallar koymuşsun! Kızma dur, biliyorum Ebu Zer’den öyle öğrenmiştin, ama çağın gerçekleri adı ve reel politik adı altında ıslahata gidilmesi şartmış! Sahi ne vardı sanki bu kadar katı kurallar belirtip geçilmez sınırlar çizmen gerçekten olmak zoru
nda mıydı?


Bak şimdilerde ‘Medeniyetler ittifakı’ diye bir sentez geliştirdiler. Hani şu meşhur Hindistan Kralı ‘Ekber Şah’ vardı ya onun formülünü uyguluyorlar şimdi. Nasıl bir formüldü o? Hatırladım, bütün dinlere mensup olanların gönlü kalıp hatırı kırılmasın diye, her dinden biraz alıp yeni bir din sentezi oluşturmaktı değil mi?

 

Ey Ali!

Seni ‘zamanın Zeynebinin sesi olarak tanıdığımda, sen çoktan Hüseyni iş yapıp gitmiştin!
Nasıl demiştin onu? Erkekler H
üseyni, kadınlar Zeynebi olmak zorunda, değillerse Yezididirler. Yok öyle değildi. Nasıldı? Erkekler erkekçe, kadınlar kadınca davranmalı. Yok yok, ha işte hatırladım. “Şehit olanlar Hüseyince bir iş yaptılar. Kalanlar ise Zeynepçe bir iş yapmalıdırlar. Bu ikisinin dışında kalanlar Yezittirler.”


Çok ağırıma gidiyor bu sözü
yere düşürmemek için ne yapmalıyım? İkisinin dışında kalır bir haldeyim! Bak sözü tam telaffuz etmek için dahi kaç kez kekeledim, yani içselleştirmek bir yana, entel takınmak adına dahi olsa tam ezberleyememişim! Kaç kez Papağan gibi tekrar takrar okudum. Ezberleyip bir toplantıda veya bir konferansta, bilgimin senden nasıl beslendiğini gösterip göğsümü gere gere gururlanayım diye!


Ey Ali!


İstihza değil, bildim ki
ne yapmalıyım değil, ‘nasıl anlamalı’yım? Evet neyi nasıl anlamalı? Her şey buradan başlıyormuş, sahi neden ne yapmalıyı yazdın? Keşke nasıl anlamalıyı yazsaydın. Bu sözle bütünleşmek o kadar zor ki, onu anlayanın dünyası...


Çağın Modern Yezit
lerinin dine alaycı ve bir o kadar da küstah açıklamalarına alkış tutan zamanın ‘senci’leri! Evet ‘senci’ senden dem tutarak kendinden geçen ilim sarhoşları o zevatları sende biliyor ve tanıyorsun. Aynen öyle, senin düşündüğün gibi zamanın Yezitlerine yol gösteren kadı rolünü kapmak için bukalemunlar dahi bu kadar renk değiştirmedi.


Ey Ali!


Zulmün, kalleşliğin, kahpeliğin, ezilmişliğin, onursuzluğun, kişiliksizliğin, hilelik ve düzenbazlığın adını maslahat koydular. Bu şablon öyle bir icat ki, çağın en dahiyane mucidi bile gıpta eder oldu. Neye kullanırsan onun ölçüsünü veren bir aygıt. Yani seni siyaset ve maslahatı bilmeyen, saf sade köylü bir zavallının çocuğu olarak kabul ettiler. Biliyorum, senin için onurdur ve sen hep böyle olanlarla gönüldaş olmuştun.


Ey Ali!


Benim sana söylediğim bu cümlelerle sakın beni gambazcı sanıp apaçık tavır ortaya koyacak kadar kalender olmadığımı düşünme. Gel gör ki,
kalplerinin en ücra köşesinde olanı dahi bilen alemlerin yaratıcısının Esma’sını şerh edenler, kendi kalplerini muaf tutmayı ihmal etmeden ağır kitaplarla seni ve düşüncelerini harıl harıl yazdılar. Onlara etmeyin, yapmayın diyemedim. Desem dahi kimse dinlemez ki.


Birde H
üseyin’le Yezid’i barıştırma misyonunu üstlenen bir güruh türedi. Gerçi senin zamanında da yok değillerdi, ikinci gurubun bir şubesi olan bu taife İsa Mesih’in bir tür barış Havarileri.


Hatırlıyor
musun, ‘Adem’in Varisi Hüseyin’ diye küçük ama Adem’den Hüseyin’e kadar olan tarihi sığdırdığın o kitapçığı? Evet işte o kitapçık, onu okuyup Hüseyin’i anlayıp yaşamıma koymaya çalıştığımda, inanır mısın önce adı Hüseyin olanlar ezdi geçti. Kerbela’da Hüseyin’in mazlumiyetine ağlayanlar, Hüseyni tavır sergileyenleri ümmetin baş belası olarak yaftaladı. Dahası bu yaftayı ümmetin peygamberine atfettiğini görmeyecek kadar kör olmamı beklediler.


Ey Ali!

 

And olsun Hüseyin’e, Hüseyin’i öz evlatlarını tanıdıkları gibi tanıyorlar ve Hüseyni tavrın şerh, tefsir ve dahi tevilini yaptıklarında dudaklarım uçuklayacak gibi oluyor!


Ey Ali!


En kötü ihtimalle benden iyisin, hiç değilse kokuşmuşluktan kurtulmuşluğa gittin, birde hangi makamda olduğunu ve nasıl olduğunu tahmin etmediğimi sanma. Biliyorsun yapacak çok şey varken, zamansız gelen o ani ayrılık nağmelerinin bende bıraktığı derin hüznü sana anlatamam.


Ey Ali!


Gidişin var ya... Yok yok, kurtuluş oldu senin için z
indandan özgürlük diyarına uçuşun, can kuşu gönül kafesinde olsa bile özgürlük aleminin beka vadisinde uçmadıktan sonra neye yarar ki?


Seni ziyarete gelmemin sebebi nedir deme! Beni tanımadığını da söyleme. Senden önce diğer büyüklerimize de gitmiştim. Onlara da içimi döktüm, derdimi söyledim. Onlar beni Medine hurmalıklarında biri var, ona git dediler! İki kez gittim, gittim ama utandım, yüzüm tutmadı! O kadar dertli gördüm kü onu, Medine kuyularına başın
ı salmış nale nale, derdini, gamını, gussesini döküyordu! Birde Medine’nin tam ortasında alemlerin nuru gözleri kamaştırır bir halde parlıyordu, nurun şuasından gözlerimi açamayıp ona gidemedim! Sonra yüzümü Küfe’ye dönüp içimden derin bir ah çekerek geri döndüm...


Bir kaç yıl önce de... Hatırladın değil mi?
Hüseyniyedeki dert ve dava dostlarına gittim. Selamları vardı buraya geleceğimi söylememiştim ama benden daha iyi biliyorlardı. Gerçi siz görüşüyorsunuz ama olsun ben emaneti ulaştırayım malum fazların yerine sünnetleri uygulamak şimdilerde farzın yerini aldı.


Ey Ali!

 

İlk tanıştığımız günü hatırlıyorum. Elime tutuşturdukları senin Mısır seyahatinde yazmış olduğun ve Mısır piramitlerinde kurban edilen kardeşine yazdığın o büyüleyici mektubunu. Hakikati, ölmüş kölelerin kabirlerinden öğreneğini nasıl da bilmiştin. Aradan geçen binlerce yıllık zemheri soğuklarının hiç söndüremediği o ebedi ölümsüz aşk ateşinin tüttüğünü, nasılda görememiştim. Kaldırılan her bir kabir taşının altında yanan mumları göremeyenler kabirlere mumlarla gelip aydınlatmak istememeleri çok tuhafıma gitti. Hayret, hayret ki ne hayret. Çöl gecelerinin zifiri karanlıklarını, ellerindeki minik mumlarla aydınlatmak isteyen yaşayan ölüler, ölülere ışık sunma yarışındaydılar değil mi?


Ey Ali!


Ama sen,
mum’un yüreklerin üstüne damlayıp düştüğü yeri öylece yakmasını istiyordun. Yani mum’un aydınlığından ziyade yakıcılığının etkisini ruhların derinliklerine işlemesini. Yani dökülen her bir damlanın verdiği acının etkisinden dolayı gözyaşına dönüşmesini.


Ey Ali!

 

Biliyorsun, kimi gözyaşların gözden değil de, gönülden geldiğini. İşte o tür yaşların sebebi gönüllere düşen mum damlalarının verdiği acıdır. Ve bu acının verdiği sızı haykırışa döner kimi zaman, artık tahammül edilecek hal olmaktan çıkar. İşkencelerin en katı yöntemlerinden biridir mum damlacıklarının gönle akıtılması!


Ey Ali!


Çilehanen de işkenceye davet edişindeki o günü bir daha unutamadım.
İlk göz ağrısının gönül ağrısından geçtiği o günü.


Ey Ali!


O gün köle kardeşlerine, yok kardeşlerime yazdığın o mektubunu bana getirenler sonradan beni birer bire terk ettiler, ama senin gibi bir dostla tanıştırdıklarından dolayı onlara minnettarım. Bu minnettarlığım senin yanına gelinceye kadar sürecek. Şimdi sende benden seni ziyaret ettiğime dair bir mektup yazmamı istersin değil mi? Yanılmadım, gel gör ki, seninle benim aramda bir fark var, sen köle kardeşlerini ziyarete giden Hür iken, ben Hürr’ü ziyarete gelen köle...


Ey Ali!


Özgürlük arayışındaki ellerine kelepçe vurduklarında nasıl da alaylı al
aylı tebessüm etmiştin. O resmin gözlerimin önünden hiç silinmiyor. Zeynep’ten ilhamını aldığını nerden bilsinler diki, bilememiştiler değil mi? Evet Yezitler nasıl anlayabilirdi ki, özgürlüğün kelepçelerle kısıtlanamayacağına. Lokman’ın esirliğinde Afrika’ya sunduğu Hürriyet nefesini hiç teneffüs etmemişlerdi ki. Onlar umutsuzluğun uğursuz kadınını nikahlamışlardı ve uğursuz nesil yetiştire dursunlar. Sense ilhamlarınla hürriyeti haykırıyordun ve peçesini yırtıyordun lanet çağın. Yırtıldı mı? Evet ama bir değil binler kez sarmışlar uğursuz yüzlerini bir bir yırtmakla bitmeyen, bir ömrü tüketen peçeler yığını...


Ey Ali!


Seni yok Şam’ı ziyarete gelenlerden okuyup öğrenmeye çalışıyordum. Senin naaş’ını gösterip boy boy resimler çekerek senden olduklarını göstermeye çalışanlar, şimdilerde lüksün rehaveti ve bilginin verdiği sarhoşluğun tadını çıkartıp hazların zirvesinde yaşam arzusunun ölümü. Biliyorum hiç bir zaman onlardan değildin ve hep uzak durmuştun, bir gün sana itam edenlere istemeyerek altı delinmiş ayakkabını göstermiştin, mah
cup bir halde! Ama onlar birkaç dakikalık ta olsa, senden olmak ve senin ulviliğin ise onları geri çevirmeyecek kadar büyük.


Ey Ali!


Çok dağınık konuşuyorum, farkındayım. Ama ne yapayım? Elimde değil ki, sözlerimi unutup sana içimi dökmeden gideceğimden korkuyorum. Sen konuşma, senin yerine de ben konuşayım. Sen dinle, sadece dinle, hem o kadar k
onuştun da ne oldu, kim anladı ki? Artık senin resimlerini nostalji resimler albümüne kaldırdılar desem gücenme. Öyle ki, seni Che Ernesto ile aynı kategoriye bile koyanlar oldu.


Ey Ali!

 

Geçenlerde seni tanıtmak adına bize emanet ettiğin (...) ziyaret edip, senin adına bir şeyler söyleyenleri okudum. Anladın değil mi...?


Ey Ali!


Zamanın Yezit’leri dahi ‘Hussein’ adını aldı, çok yakında Ali isimlerini
de alırlarsa şaşma! Eskiden alınan ...lara kimse rağbet etmiyor artık. Ebu Zer isimleri popüler kültüre dönüştü. Senin anlattığın ve yaşattığın o Ebu Zer değil, onların anladığı Ebu Zer, dışı Ebu Zer içi zer -u şer olanlardan bahsediyorum...


Ey Ali!


Yarım kalan hiç bir şey kalmadı, aynı sahneler aynı hızla tekrarlanır döner, gerçi ufak tefek revizyonlara gidenler de oldu. Sözüm ya
nlış anlaşılmasın, aynı hokkabazlık senden önce ve senin zamanında da yapılmıştı anlıyorsun değil mi?


Ey Ali!


Annemiz Zeyneb’in yanın
dasın, ona hürmetlerimi bildir. Umarım selamımı almayacak kadar kırgın değildir. Çünkü bana kızgın, evet onun o kutlu ve bir o kadar da yüce gönlünü kırdığım için. Bunu da nereden çıkardın? Diye sorma. Bak aramızda kalsın, gerçi senin gibi sır saklayan bir dost çok zor bulunur, sen sana açılan dertleri içinde saklamayı bilirsin, eh işte kahrolası anadolu kültürü sirayet etmiş, ara sıra bu tür durumlarda fark ediyorum Mü’min’in emin olduğunu!


Ey Ali!

 
Sakın seninle tanıştığımda gurbette olduğumu hatırlatma. Biliyorsun evet ama yarısı çamurdan olan benliğin hasleti olsa gerek, ne zaman kötü bir yönümü görsem günah keçisi olarak birilerini bir yerleri seçmek onlara oralar yaftalamak hastalığımı yenemedim.


Hani şu kahrolası ‘’Esaretle yoğrulmuş atalarımın et ve kemiğinden irsi olarak devraldığım utanç mirası vardı ya! Evet o sürekli olan bir olgunun içinden süresiz olanı anlama zorluğu. Neyi nasıl anlamaya çalışmakla tükenecek olan ömrümün ve sırtımda koca bir dağ gibi olan ebedi utançtan, evet o utançtan dolayı bir türlü kendim de kusur bulamıyorum.


Kuru et yiyen kadının oğlu’nun dinini anlatıp dururken kendimi ne kadar da onsuz ve ondan bağımsız hissettiğimi anlatamam. Neden? Diye sorma. Gerçi biliyorsun, hani Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı gat-ı Türk’ünü okumuştun değil mi? Tanrı’nın ‘kuru et yiyen kadının oğlu’nun dinini korumak için yarattığı tür psikolojisi!


Aklıma gelmişken, unutmadan, geçenlerde Gazze katliamını telin etmek için bizimkiler Siyonistlerin kapısında toplanıp bir güzel bağırıp çağırdılar. Allah’tan adamlar; bize niye kızıyorsunuz? Bak sizinde atalarınız aynı şeyleri söylemiş, aynı değerlere gönül vermiş dememişler! Anl
ayacağın üzmek istememişler bizimkileri!


Başını ağ
rıtıyorum değil mi? Olsun, kusurumu görmemeye gayret et 32 yıl aradan sonra seni ilk kez ziyaret etmeme bağışla. Hiç değilse bu ziyaretimle sana içimi dökmeme, dert ve gamıma ortak olmaya tahammül et.


Yalnızlık çok zor, yalnız değilim ama onsuz olmaktan korkuyorum! Senin ‘yalnızlık sözleri’ni okudum geçen yıllar, sana kızıyordum bir sürü gereksiz laflarla dolu iki cilt Türkçeleştirilmiş sayfaları elime verdiler, bu onun yalnızlık sözleri dediler. Açtım baktım, seni göremedim! Sözlerinde seni aradım ama yoktun. Ayrılmıştın sevgiliden ayırmak isteyen yollardan ve birde baş koymuştun yoluna yarin! ...Ve öylece tüketmiştin ömrünün en güzel yıllarını, sonra sana doğru uzanan karanlık kahpe eller, gecenin zifiri karanlığında, hicretteki ıssız hücrende neden tebessüm ediyorsun? Anladım senin için yaşam sabahıysı o gece.


Ey Ali!


Amacım maziyi hatırlatıp seni üzmek değil. Seni ‘Kevir’de görür gibi oldum, ama durmadın, çektin gittin. ‘Hubut’ta ardım yine aynı, gerçi sana zındık diyip seni kendi tekellerine aldıkları dinin dışına attılar Hubut ve Kevir’inle. Engizisyon mahkemelerinde değil, Kadı makamında ki, Kitap ne ki, Kütüphane olanlar...


Yani güvendiğim birisiyle sırrımı paylaşırken, ona nasıl da güvenemediğimi belirtmek için aramızda kalsın da tembihlerken, üstü kapalı tehdit ve güveni bir arada göstermek hastalığı işte. Gerçi İmam Ali; sırrın esirin, dudaktan dökülürse esiri olursun dediği halde, bir şey anlamadığım için bir an bu kaide’nin dışına çıkayım. Hem sen ben, ben sen, yani ‘biz’ olmayı hep söyler dururdun ya seni de ben gördüğüm için sana, yok bize söylüyorum.


Neden ilk
baharda geldiğimi sormayacaksın değil mi? Şafakların en güzeli ilkbaharlarda olur bunu sen söylemiştin ölümle alaylı alayılı gülerken ve ölümle pençeleşirken hatırlıyorsun değil mi? Ve yaşamı bulmuştun o pençelerin altında...


Nerde kalmıştım? Ana Zeynep’te...! ...! ...?


Elbette anlıyorsun. Hatta anlamanın ötesinde, benden daha iyi biliyorsun. Senden yok bizden görünmek, bizden olmak için bizim terimlerimizi kullanmaya başladılar! Ne var bunda, iyi ya bizde onların bizden olmasını istemiyor
muyduk? Hatta bunun için sevgiliye giden yola baş koymadık mı? Diye bilirsin, yok işte öyle değil, elbette o şekilde olmasını bende isterdim, ancak bunlar Küfe’den gelmişler.


Sahi K
üfe dünya oldu şimdi! O bir zamanların Küfe’si değil artık, bütün dünyanın Müslüm’e yaptğı kalleşlikten, Kerbela da Hüseyin’i yalnız bırakan eşi benzeri bulunmayan Küfe değil artık. Şimdinin Küfe’si çok farklı bir şehir oldu. İstanbul, Washington, Kahire, Mekke, Londra hemen hepsi aynı statüye kavuştu. Yani sanat, bilim, teknoloji, iletişim sair açılardan aynileştiğini söylemek istemiyorum. Elbette bunlarda olmadı değil, ancak benim anlatmak istediğim başka. Aynileşilen şey, senin kuyruğu kısalıp insanlaşan dediğin insan türünün evrimi gerçekleşti.


Ey Ali!


Sen gittikten sonra neler oldu neler, bir bilsen? Gerçi bilmiyor değilsin, hani o kutlu mekanda olanlara özel elçilerin getirdiği haberleri kast ettim, giderken gördüğün gelecekten, ondan bahsediyorum, seni tertemiz buse ile yeni hayatına uğurlayan Çamran sana nasıl da gıpta ediyordu! Biraz da kırgın ve kızgın, sen onun kırgınlığına inat yaşam türkülerini söylüyordun, oysa onun kırgınlık ve kızgınlığı uzun sürmedi, lanetli atalarım onu da senin diyarına gönderme görevini üstlendiler.


Yeryüzü’nün Cehennemi kızgın çölünde biten nadide güllerin ömrü ne kadar olursa, sen gittikten sonra Çamran’ın da o kadar oldu işte...


Şimdi gitmem gerekiyor, bak seni ziyaret etmek dahi belli süre içinde, zamanların periyoduna sıkıştırdığımız bir hayatımız var şimdi. Bir daha gelip gelemeyeceğimi bilmiyorum. Şimdi burada ayrılıp gideceğimi
mi sanıyorsun? Yok tene sıkıştırılış canımı burada bırakarak, canın teni götürmek zorunda olduğundan dolayı gitmem gerekiyor.


Ey Ali!


Bilmiyorum daha ne kadar sürecek seninle dertleşmem? Sahi köşe bucak senin adın konuşulur oldu. Öyle ki, her kes bir portre çizmeye başladı sana, en enva-i çeşitlerin piyasada kapış kapış, yani anl
ayacağın sermeye edildin, biliyordun değil mi? Senin fikirlerinin kritiğini yapanlar böylece geçimini sağlıyor, ne yapsınlar? İşsizliğin ayyuka çıktığı zalim Kapitalizm’in zulmünden çıkışın bir yolu oldun. Sende olmasaydın nasıl yaşar, ne yaparlardı? Bak seninle görüşmemi ben bile kendime malzeme yaptım. Şimdi merakla bekliyorum, acaba Medya da ne kadar reyting yapacak diye?


Bir
de Medya Yezit’leri türedi, bunlar o bildiğimiz Yezit’ten çok faklılar, hemen hepsinin emrinde birer ‘mücahid kalem ve Zeynebi mesajları harıl harıl yazmakla meşguller, resmi tarihin dışına çıkıp kazara da olsa bir satır düşenleri linç etmede o kadar mahir oldular ki, BBC bile mücahidleri istihdam ediyor şimdilerde, Londra şeriatla yönetilir oldu! Haccaclara gerek kalmadı. Birde o güzel paslaşmalara gıpta etmemek elde değil. Gelenekçi, radikal, ılımlı, modern mistik her türden neşvü nema bulup boy boy türeyen yeni yetme zamanın Zeynebi ve Hüseyinileri bir tek hedef için dur durak bilmeden, yorulma nedir hissetmeden, tek gaye için ant içmişler, nuru söndürmek için! Kıble olarak beyaz diye birde ev yaptırmışlar. Geçmişte ki yeşil sarayın çirkef yüzü deşifre olunca o rengi biz müslüman mücahidelere verdiler. Ne ilginç değil mi? Kerbelaları terkar tekrar yaşayıp duruyoruz şimdilerde beyaz denilen saraylardan, Gazze, Irak, Afganistan... Saymakla bitmez.


Ey Ali!


Uzun uzun sende misafir kalmak istediğimi sen
de biliyorsun. Biliyor musun seninle yaptığım bu dertleşmemden sonra dilime kilit vurup, Rebeze’ye gitmeyi tasarladım. Rebeze’ye gitmeden önce kuyulara derdini döken Ali’ye gidip, Ali’nin derdine dert katan Ebu Zer vardı ya? İşte onun gibi ben de sana gelip derdimi dökmek istedim. Zamanın Ali’sine gitmemi isteme benden! Yook onu rahatsız etme hakkını kendimde bulamadım. Malik-i Eşter’in, Alinin sözünü bir kez olsun yere düşürdüğünden dolayı utanıp huzuruna çıkamadığı bir haleti ruhiyi içindeyim. Şimdi gidip o kutlu ve yaşlı bilgenin huzuruna çıkma cesaretim ve dahası yüzüm de yok!


‘Yüreği büyük adam’
(Ahmedinejat) yeryüzünün Yezit’lerine nasıl haykırdı ise öylece haykırıp onun huzuruna çıkmak isterdim olmadı. Bana sen bu işi bilmiyorsun, böyle olmaz, tefrika yapıyorsun diye de çıkışıp bir güzel paraleldiler. Ebu Zer’e yapılanları hatırladım, sahi onu da aynı ithamlarla itham etmişlerdi de ölüme kadar yalnızlığa mahkumiyet cezası, yani ölüm cezası vermişlerdi. Kab bin Ahbarların adı yaşamıyor artık, onlar yeni isimler buldular. Ağızları salyalı önceki günün sarhoşluğunu üstünden atamadan Ebu Zer’i seni ve...


Ey Mezinan çölünün çocuğu, bağrı Kevir Ali!


Burada kalarak ayrılırken,
tekrar görüşüp dertleşmek nasip olur mu, bilmem? Ana Zeynebe yüzüm tutmadı, sen... Selam olsun ...