Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-7 (Bölüm 1)
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-7 (Bölüm 1)

TARİH FELSEFESİNDE TEVHİD

 

Bitmez tevhid konusu, kaçınılmaz olarak bitmek du­rumunda. Çünkü ele alınması gereken başka önemli ko­nular kaldı geriye. Fakat tevhid son bulası değil. Siz kendiniz insanbilim, tarih felsefesi ve toplumbilimden oluşan üç sütuna ulaştığımızda, tevhid içerisinde ele alınan konulardan birçoğunun yeni baştan gündeme geldiğini göreceksiniz. İnsanbilim, toplumbilim ve tarih felsefesinden oluşan üç sütun, tevhid altyapısının metninden her birini ele alırken tevhid de ele alınmalı­dır. Yoksa tevhid ile bu üç sütunun birbirlerinden ayrı ol­dukları sanılır.

 

Böylece, tevhid konusunu tamamlamakla tevhid so­na ermeyecektir. O üç sütundan her birine ulaştıkça top­lum, insan ve tarihi tevhidî görüşte ele almamız gerek­mektedir. İdeolojiyi de, hepsi tevhidle anlam kazanan ve temel tevhidî yapılar üzerine kurulu bulunan inanç­lar ve ameller dizgesi olarak ele almalıyız. Sonra, ideal toplumda ümmet, tevhidden özel bir zarf, özel bir anlatım ve özel bir tecelli olmaktadır. Ayrı­ca, ideal insan konusunda, tevhid -en temel anlam ve yön olarak- ele alınmalıdır. Dolayısıyla bundan önce dile geti­rilen şey, üç sütunda, ideoloji, ümmet ve tanrı benzeri ya da tanrı gibi insanda [kimi kelamcıların dilindeki anla­mıyla değil, Allah’ın halifesi anlamında] yeniden dile ge­tirilmektedir. Buysa, tekrar anlamında olmayıp tevhi­din, bir konu, bir inanç ve bir temel olmasının yanı sıra her şey olduğu anlamındadır ve her konuyu bu düşünce ve anlam bağlamında çözümlemek gerekmektedir. Eğer böyle yapmazsak, bunun anlamı, tek bir ruhu bulunan tek bir vücuttan, tevhidden söz etmeyip tersine, bölümleri birbirinden ayrı ve dağınık olan bilimsel bir kitap ya da dergiden söz etmektedir. Söylemiştim ya, tevhid, imamet, mead vb. gibi bölümlemeler yanlıştır. Çünkü sadece tek bir temel vardır; Tevhid. Geri kalanlarsa tevhidin parçalarıdır.

 

Bir temel olarak tevhidin tarihsel bir görünüşü var­dır ve özel bir tarihsel görüş türünü göstermekte ve tari­hin hareketinin içinde esas ve belirleyici derinlikli bir rol üstlenmektedir. Ayrıca, bir temel olarak tevhid, aynı be­lirleyici güçle ve en büyük hedef, dayanak, dört dörtlük etken ve insan oluştaki, bireyin ahlakî niteliğindeki de­ğerleri gösteren, maneviyat adını almakta ve davranışı, yarayış biçimini ve bir insan olma hedefini göstermekte olan sistem dizgesindeki etkenlerin etkeni -toplam ola­rak hayır ve şer felsefesi ya da ahlak felsefesi ve ahlak öğ­retisi adıyla felsefelerde ve dinlerde söz konusu olmakta­dır- olarak taşımaktadır aynı rolü. Burada tevhidin ta­rihsel rolünü ele almak isterim.

 

DİNİ GÖRÜŞÜN BAŞLANGICI, ŞİRK Mİ YOKSA TEVHİD Mİ?

 

Şirki anlamadan tevhidi anlamanın olanaksız ol­duğunu söylemiştim. Aydınlarımız arasında yaygın ola­nın tersine, diyalektik görüş, Batı’ya değil, Doğu’ya özgü­dür. Donuk olmakla biz suçlanmaktaysak da tam tersi­ne, donuk bir görüş olan, Aristo mantığıdır. Felsefenin or­taya çıkışından ve Yunan Felsefesi metinlerinin çevirisinden sonra bu mantık İslam’a girip yerleşerek, İslamî olmadan İslamî bir şekil almışsa da… Doğu’ya özgü olan mantık ve felsefe diyalektik olanıdır ve çelişki ve hareket esas ve temeli dinî ve felsefî doğu görüşü ve çıkarımında -­bu cümleden olarak İslam’da- gizlidir.

 

DİNİ GÖRÜŞÜN BAŞLANGICI ŞİRK MİDİR?

 

Dinler tarihinde şu özel ve önemli tartışma gündem­dedir; “Dini düşüncenin başlangıcı tevhid mi yoksa şirk midir?” Toplumbilimciler ve din bilimci bilginler -dindarlar değil; çünkü din bilimciler, dini ve değişimini bilimsel açıdan inceleyen kimselerdir- dinî görüşün başlangıcı­nın şirk olduğuna inanmaktadırlar. Yani dinî ruh, tasav­vur ve zihniyet, insan toplumunda ilk başta ortaya çıktı­ğında şirk biçiminde görünüm kazanmıştır; düşüncenin evrimi, ruhun arındırılması ve insanlık kültürünün ge­lişmesi -ki dinî görüş ve algılayış da gelişmiştir- sürecin­de din de şirk biçiminden tevhid biçimine dönüşmüş­tür. Dolayısıyla dinin tarihsel gelişim biçimi şirkten tev­hide doğrudur. Konuları tarihçiler ve din bilimciler gibi ele alan din adamlarından birçoğu da, peygamberlerin, ilkel ve geri şekliyle müşrik olan, dini sapkın olan ve ta­pınması şirk biçiminde görünüm kazanan insanlığın tevhide ve tevhid öğretisine doğru yol gösterip onları yön­lendirmek için geldiklerine inanmaktadırlar.

 

Öyleyse, dinin ilk şeklinin şirk olduğu ve dinî duygu­nun peygamberlerin, büyük düşünürlerin, filozofların, maneviyat ve din önderlerinin kılavuzluğuyla tarihte ev­rim geçirdiği, şirkin yavaş yavaş zayıfladığı ve tevhidin gerçekleştiği biçiminde bir tez söz konusudur.

 

Bu tez için bir aklî, bir de naklî delil getireyim; Tarih, geçmiş dinlerin şirk dinleri olduğuna ilişkin naklî delil­lerle doludur. Geriye gittikçe putperestlik, türlü türlü tanrılara, doğa güçlerine, gizli gaybî güçlere tapınma dö­nemlerine ulaşmaktayız ki bunlar şirkin çeşitli biçimle­ridir. İleriye doğru geldikçe de mabudlar azalmakta ve tevhid düşüncesinin tecellisi olan bire ulaşmaktadır.

 

Bu, naklî delildir.

 

Akli delil ise şudur; Esas olarak, tevhidi anlamak ve tevhid düşüncesine ulaşmak için gelişmiş bir görüş, bir değişim, bir uygarlık ve bir düşünce dönemi, ruhun gü­zelleştirilmesi ve aklın yüceltilmesi gereklidir. Duyumsa­nabilenlerde tutuklu bulunan, çevresinde olup bitenin dışında başka bir şey anlamayan, sorunların nedenlerini saptamaktan -neden sonuç esasınca sorunları çözümlemekten- aciz olan ilkel insan, tevhidi -ki dış dünyanın çe­şitli neden ve sonuçlarının ardında görünüm durumun­daki tek nedenler nedenidir- nasıl keşfedebilir? Olanak­sızdır; çünkü esas olarak, nedensel mantığı bulunan ve neden-sonuç ilişkisini zihninde yerleştiren biri dünyada tek Tanrı’yı kavrayabilir. Milyonlarca nesnenin milyon­larca nedeni bulunduğunu, her birinin birbirinden ayrı ve birbiriyle çelişik olduğunu, nedenlerinin de birbirin­den uzak, birbiriyle karşıt ve çatışık olduğunu, tüm bun­larla birlikte bu nesnelerin bir nedenden -ki nedenler ne­denidir- kaynaklandıklarını anlayamazsa hastalık ve sağlığı, kutlama ve yası, ölüm ve hayatı, bahar ve güzü, bela ve bereketi tek bir nedene bağlayamaz, tek bir ne­denle açıklayamaz.

 

Zihninde böyle bir bağıntıyı kurmaktan aciz olan ve çeşitli etkenlerle karşı karşıya olunca kaçınılmaz olarak çeşit çeşit etkenlere inanmak durumunda kalan bedevi beyni, kendiliğinden müşriktir. Bu böyledir; mantık geli­şip karmaşık ve zihinden uzak neden ve sonuçlar algıla­nabilir oluncaya değin. Sonunda sorunları çözümleme alışkanlığını edinir mantık. Sonra onda zihin, kültür, felsefe, anlayış ve akletme o denli gelişir ki makulattan mahsusata ulaşabilir, zihin görünenden gizli olana geçebilir, delillendirmede bulunabilir ve çeşitli belirtilerden temel etkene ve tam etkene ulaşabilir. Böyle bir gelişmiş­lik durumunda, tüm bu çeşitli ve çelişik mabudların ve güçlerin ardında tek bir gücün, tek bir neden ve kudretin varlığını anlayabilir. İşte orada tevhid görünüm kazanır. Bu, insanın bedevilik döneminde olmaz; ancak büyük medeniyetlerin ve çok ilerlemiş kültürlerden sonra olabi­lir. Bu, David Hume’un ‘Dinin Doğal Tarihi’ndeki ünlü kuramıdır.

 

DİNİ GÖRÜŞÜN BAŞLANGICI TEVHİD MİDİR?

 

İslam -İbrahimi zincirin peygamberlerinin tek mesa­jını getirdikleri bir din olarak- önceki tezin tersine, tevhi­din ve tek tanrıya tapınmanın dinî görüşün başlangıcı ve şirkin insan toplumlarında ortaya çıkan bir sapma oldu­ğuna inanır. Bu sapmanın nedeni de, yavaş yavaş tarih­teki ilk tevhid düşüncesini güçsüzleştirerek şirke kur­ban eden ve sonra da şirkin yaygınlaşmasını sağlayan ce­halet, zulüm, fesat ve gerçek karşıtı, insan karşıtı eller­dir. Dolayısıyla bu tezde önceki tezin -ki şirk tarihle ve ilk insanla birlikte doğmuştur ve tevhid zihnin ve düşünce­nin evrimidir, der- tersine tarih tevhidle başlamakta ve şirk bir bozulma yönü taşımaktadır.

 

Burada benim iki görüşüm var; Eğer bu önceki ilkel şekliyle -ki bütün tarihçiler ve dinler tarihi bilginleri bakmaktadırlar- dinler ve dinlerin değişim tarihlerine bakarsak, bedevi dinlerin şekillerini, orta dönem dinleri­ne ve ileri dinlere doğru izlersek, önce şirkin saptanması ve sonra git gide mabudların, yaratıcıların ve tanrıların sayılarının azalması ve böylece sonunda tek bir tanrıya ulaşmamız doğrudur. Fakat daha fazla dikkat göstererek konu üzerinde kılı kırk yararcasına düşünür ve daha da­kik çözümlemeler yaparsak ve bilginlerin genel yargıla­rının etkisi altında -ki daha çok 18. yy.dan başlayarak yaygınlaşmıştır- kalmayarak korkusuzca içtihatta bulu­nursak bütün şirk dinlerinin altında, tevhidin gizli bu­lunduğunu görürüz. Buysa tevhidin ilk düşünce olduğu­nu ve şirkin sonraki ve ikincil bir görünüm ve olgu oldu­ğunu göstermektedir. Ayrıca, şirk biçimindeki bu sonra­ki görünümlerin kendilerini, tek tanrının ya da tevhid dü­şüncesinin oluşturduğu temel görünüme yamamaya ça­ba harcadıkları da görülmektedir. Çünkü eski dinî gö­rüşte tevhid ve şirk, birbiriyle maniatu’l-cem [bir araya gelmeye engel] değildir.

 

Bu inancı kanıtlamak için, bir sürü örnekler ve delil­ler verilebilirse de fırsat olmadığı için bedevi dinlerle ile­ri dinlerden birkaç örnek vermekle·yetiniyorum.

 

Dünü dünlük bir görüşle, bugünü de bugünlük bir görüşle tanımak gerekir.

 

Şunu defalarca söyledim; “Geçmişle ilgili, başka ha­va ve çevreye ait konuları bugünün gözüyle görmemeli­yiz; tersine her şeyi kendi çevre ve havasında ve zamanı­nın gözüyle görüp çözümlemeliyiz.”

 

İslam-Şinasi’de söyledim; Bugünün gözüyle çok eşli­liğe, peygamberlerin çok evliliğine bakarsak ve bugünün iktisadî ve toplumsal düzeninde, bugünün medeniyetin­de -ki asalet toplumundur, kadın ve erkek hakları, iktisadî ve toplumsal eşitlik söz konusudur, birey iktisadî bağımsızlığa ulaşmaktadır- ele alırsak, kadının aşağıla­nışı olarak görünür, ahlakî ve insanî sapma sayılır.

 

Fakat aynı olgu [çok eşlilik] başka bir toplumsal dü­zende, başka bir tarihsel aşamada başka bir anlam taşı­maktadır ve tam anlamıyla, bireydeki ahlakî yönelişin ve insanî duygunun tecellisidir. Bugün kadının aşağılan­ması biçiminde söz konusu olan aynı etken, geçmişte ka­dının en büyük korunuşu olarak görünüm kazanmıştır [bak. İslam-Şinasi, Peygamber’in Gözünde ve Gönlünde Kadın Konusu].

 

Tek bir olgu, çeşitli zamanlarda, mekânlarda ve tarihsel aşamalarda farklı anlamlar almaktadır. Örneğin sakal tıraş etmek, kırk elli yıl önce -mü’minler arasında/bugün de- günah sayılıyordu. Bugünse sakal bırakmak olağan dışılık ve sapma olarak görülür. Yine şimdi, Ku­zey Amerika’da sakal bırakan biri, Vietnam Sa­vaşı’na, sermayedarlığa, burjuvazi hayatına ve sermaye­darlığın yeni medeniyetine karşı olduğunu ilan etmekte­dir bu yolla. Bunun anlamı, manevi ve insanî bir eğilim taşımasıdır [sapma olup olmadığını bir yana bırakalım]. Oysa aynı sakal bırakma işi, başka bir çevrede başka bir anlam taşımaktadır.

 

Toplumsal ilişkilerin, toplumsal ahlak gelenekleri­nin de -ölümsüz ahlakî değerlerin değil-göreceli olduk­larını ve bunları anlamak için, değer kazanmanın ve top­lumsal düzenin temelini anlamak -ki olgular o düzende ortaya çıkmışlardır- ve buna dayanarak çözümleme yap­mak gerektiğini biliyorsunuz. Bugünün görüşüne daya­narak dünün meselesini anlamak olanaksızdır.

 

Tevhidin, şirkin çatışığı olduğu yolundaki yeni görüşü İslam bize vermiştir. Fakat bu inanç da genelin zihninde değil, İslam mantık ve tevhidine karşı aydın bir bi­linç taşıyan ve İslam’ın tevhidî görüşünde şirk ve tevhi­din birbirlerinin çatışığı olduğunu ve bir araya geleme­yeceklerini bilen kimselerin zihninde bulunmaktadır. Eğer ben şu nesnede özsel, gizemli ve gaybî bir etki bu­lunduğuna ve bana olumlu ya da olumsuz etkisi olduğu­na ya da kişilerden kimilerinde benim yazgıma olumlu ya da olumsuz etkisi bulunan maddi ya da manevi bir güç bulunduğuna veya nesnelerden, kimilerinde insanlara iyi ya da kötü etkide bulunan ve kimilerini kutsayıp ki­milerini yok eden ya da uğursuzluğa düşüren gizemli özel ruhlar ve güçler bulunduğuna inanırsam müşrik olurum. Çünkü manacılık şirktir. Hatta bir kişiyle ilgili en küçük övgü -tapınma değil- şirktir. Tevhid meselesi bu kadar hassastır. Bu yüzden şirkle bir araya gelmesi olanaksızdır.

 

Fakat sıradan insanın zihninde şirk ve tevhidi montaj olmuştur ve bir dizge durumuna gelmiştir ki Allah ya da tevhidî düşünce, güneş biçiminde bu dizgenin merkezini oluşturur; şirk ya da tapınılabilir çeşitli tanrılar, güçler ve kişiler, bu güneşin çevresinde yıldızlar ve uydular bi­çimde dönmektedirler. Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında şirk ve tevhidi birbirine karıştırmış ve karıştır­makta olan birçok kimse bulunmaktadır. Hatta büyük müneccimler ve filozoflar -asil İslamî görüş ve algıları bulunanlar hariç- her felekte bir güç, bir yıldız ve bir akıl bulunduğuna ve bunların bizde ve dünyanın idaresinde etkileri bulunduğuna, uzaklaşıp yakınlaşmalarında bi­rey olarak bizlerin yazgısında neden-sonuç etkisi yarat­tıklarına inanmaktaydılar. Bugün de nesneleri ve kişi­lerle bir tür şirke bulanmış ilişkiyle -ki İslamî tevhid ba­kımından anlaşılır değildir, ama onlar için tevhidle bir çelişkisi yoktur- tam olarak manacı ya da puta tapar ya da kişiye tapar gibi davranan çok kimse bulunmak­tadır. Son derece yüceltme, saygı ve kutsamayla onlar­dan bereket, güç, şifa, kudret, izzet, afiyet, gelecek, cen­net, servet beklemekte ve kötülüğü defedip iyiliği getir­melerini dilemektedirler. Bunların dillerinden düşmeyen vird ise “La havle vela kuvvete illa billâh”tır. Ve bilmiyorlar, dillerine doladıkları şeyin ne ilginç bir devrim sloganı olduğunu. Bilmiyoruz, bizim en büyük, en güçlü, en devrimci İslamî ve Şii düşünce ve sloganlarımız nasıl oldu da mezarlığa yollandılar, şehirden kabristana göç ettiler? Kur’an, mezarlığa götürüldü, dua kitabı eve geti­rildi. Bugün değerli olan her şeyi kabristanlardan topla­malıyız; “İlla ilellahil masir” ve “İnna lilah ve inna ileyhi raciun.” Bunlardan olup her ikisini de kabristanda öğ­rendik, ama hayatta, insanların davranışlarında, toplu­mumuzun toplumsal, iktisadî ve siyasi ilişkilerinde bir anlamları yoktur, sadece ölüm dünyasına özgüdür. “La havle...” diyenlerse havle ve kuvvete her kişi ve her nesne için inanmaktadırlar. Çünkü herkes ve her şey için bir öv­gü okumaktadırlar. Tıpkı, bütün ömründe bir kaside ya­zıp memduhun yerini boş bırakan ve kim gelirse boş yeri onun adıyla dolduran ve ister devlet adamı olsun, ister iktisat adamı, ister ruhanî olsun herkesi memduhu yapan hemşerimiz gibi. Toplum erbabına hamd-u senada bulunmak onun mesleğiydi ve “elhamdülillahi rabbil âlemin” ise dilinin virdiydi. Buna gerçekten inanıyordu. Bunun tevhidin şiarı, onunsa şirk işi olduğunu bilmiyor­du. Şirk ve tevhidi montaj edenler de böyledirler. Şu farkla ki bunlardan avam olanların yorumlama güçleri yoktur ve her olgu için bir tanrı olduğunu söylerler ve tev­hide de inanırlar. Avam olmayanlarıysa şirki, tevhidî olarak yorumlarlar. Her şeyin Allah’ın elinde olduğunu, ama her biri özel bir alanda uzman olan ve bir bakıma işin içinde olan daha ufak tanrıların bulunduğunu söylerler. Fakat her iki grup da müşriktir. Şu farkla ki şirk dinle­rinin altında tevhid gizlidir ve bu dinlerin tevhidinin altındaysa şirk.

 

Burada, din toplumbiliminden söz etmekte olduğumu ve tevhidden muradımın tarih ve toplumdaki tev­hid olduğunu, kitapta ve gerçekte var olan tevhid olmadı­ğını, Kur’an’ın, Muhammed’in ve Ali’nin sözünü ettiği tevhidin burada konumuzun dışında olduğunu söylemeliyim. Şu anda benim için tevhid, toplumda ve tarihtedir ki önemli­dir ve hep önemli olmuştur. Açıktır ki Gandhi, Tagor ve Radha Krişnan gibi insanlar, sadece ineğe tapar ol­mayıp dini, öyle bir yücelikte anlamaktadırlar -Radha Krişnan gibi- ki Allah’a kulluk eden ben bile o makama erişemem. Budha heykeline tapınan büyük Budist hâkimler, onun asaleti olmadığını ve vürud amacıyla değil, reca amacıyla ona secde ettiklerini bilmektedir­ler. Gandhi de ineğin kutsanmasını, insan ile hayvan arasındaki kutsal bağın ve barışın remzi ve insanla doğa­nın akrabalığının göstergesi diye yorumlamaktadır. Ama Budha heykelini karşılarına koyan, ona secde eden ve ineği kutsayan Hindistan insanları putperesttirler. Onların putperest olmaları, Budha mezhebini velayetle­rinde bulunduran ve yükümlülükleri halkın düşüncele­rini aydınlatmak olan kimselerin günahıdır. Avam hiç­bir şeyin sorumlusu değildir. Avamı ezen kişi, kendisini temize çıkarmak istemektedir. Yoksa ya halka söyleme­miştir ya da söylemişse bile gerçek yükümlülük ve so­rumluluğun gerektirdiği gibi arka çıkmamış, her şeyiyle hurafe ve batılla savaşmamış, cehaletle iyi geçinmiş ve hurafelere dinî açıklamalar, şer’i yorumlar getirmiştir.

 

Tevhidin bütün şirk dinlerinin içinde bulunduğunu söylemiştim. Bu inancın ispatında Avesta, son derece da­kik bir örnektir. Avesta’nın en eski bölümünün Gatalar olduğunu ve geri kalan bölümlerin, Eşkaniler ve Sasani­ler döneminde derlenmiş ve derleyicilerin katıştırmalarından da nasipsiz kalmamış olan virdlerden, zikirler­den, dualardan, efsanelerden, çevirilerden ve tefsirler­den oluştuklarını biliyoruz.

 

Avesta’yı incelediğimizde Gatalar [ya da Gathalar] ­da, Avesta’nın en eski ve en asil bölümünde Ahuramazda tek tanrı olup Ehrimen [Şeytan] in, kötülük ve iyili­ğin, geceyle gündüzün, hastalık ve sağlığın, ölüm ve ha­yatın yaratıcısıdır ve bütün mevsimleri, soğuk ve sıcak rüzgârları verendir.

 

Gatalarda Ahuramazda tek tanrıdır; Zerdüşt ise bir muvahhiddir. Fakat Gatalar’dan ayrıldıkça, Zer­düşt’ün zamanından uzaklaştıkça ve Avesta’yı sayfa say­fa çevirdikçe tevhid zayıflamakta, Ahuramazda’nın güç­leri azalmakta, böylece yavaş yavaş Ehrimen, Ahura­mazda’nın yanında yerleşmekte ve bağımsız bir zat, asil bir cevher gibi, Ahuramazda’nın dengi olarak onun raki­bi haline gelmektedir.

 

Avesta’nın en eski bölümü olan Gatalarda şirkten bir haberin bulunmadığını, Ahuramazda’nın tek tanrı oldu­ğunu, ama sonraki bölümlerde -ki yüzyıllarca sonra oluş­muşlardır- şirkin belirdiğini, sonra tanrıların hesabını çeteleyle yapmamız gereken bir yere ulaştığımızı görü­yoruz.

 

En eski dinî Hint metinlerinde -Upanişadlar, Ve­da, Rig Veda gibi en eski Hint efsanelerinde- Krişna, tek tanrıdır ve şöyle söyler; “Dünyanın her yerinde herhangi bir insan her kime tapındıysa bana tapınmıştır; tanrısına ne ad verirse versin beni çağırmıştır.”

 

İlk Hint dinini tanrıyı ne ölçüde tek bildiğini ve tevhidi nasıl bir varlık düzeyinde ve geniş bir dünya görüşünde nasıl bir mutlak sınırda algıladığını görüyoruz. Fakat zamanın geçmesiyle -bin, bin beş yüz yıl sonra- Budha’nın en büyük devrimsel yükümlülüğü, birçok tanrıyla savaşım olmaktadır. O, şöyle haykırmaktadır; “İnsan­lar, yeri ve göğü tıka basa doldurmuş bulunan bunca tau­nların baskı yükü altında kurban oldular.” Hint şairle­rinden biri de şöyle der; “Tanrıların sayısı, insanların sa­yısını geçti.” Sonra iş öyle bir yere varır ki doğubilimciler­den biri -ki tanınmış bir Hindulogdur- bir kitap hazırlar, tanrı adları dizini olarak; öyle ki eğer Hint ileri gelenleri­nin, bilginlerinin ve tarihçilerinin adlarını kapsayan bir dizin hazırlasak o kitabın onda biri bile olmaz.