Yunan’da -ki en ileri şirk yuvasıdır- Zeus tanrılar tanrısıdır ve çevresinde öteki tanrılar, tür Rableri bulunmakta olup her biri dünyadaki bir gücün ve gerçekliğin sembolüdür.
Örneğin, Promete, bilinç ve insan severlik tanrısıdır. Venüs, güzellik tanrısı, Herkül ise güç ve cesaret tanrısıdır.
Burada, ilkönce Zeus’un bulunduğunu ve sonra öteki tanrıların işin içine girdiklerini değil, tüm bunların, destanlara ve mitoslara az girmiş ve az vasfedilmiş bir tanrıdan doğmuş olduklarını söylemek istiyorum. Homer, destanının başlarında onu anmakta ama sonra unutmaktadır. Bu tanrının adı Kron’dur. Yunan mitolojisinde yapılan az bir betimlemeye göre neyin nesi olduğu, nasıl geldiği, ne delille ilk onun olduğu, sonra ötekilerin geldiği ve önce tevhidin, sonraysa şirkin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.
Kron, Zeus’un anası ve Zeus ile öteki tanrıların yaratıcısıdır. Yani tanrılar tanrısı Zeus da Kron’un çocuğudur.
Kron [Chron], çeşitli dillerde ve telaffuzlarda farklılık gösterir. Fransızcada Kron şeklinde, İtalyancada Çron şeklinde telaffuz edilir. Eski İran dilindeyse Heron ya da Harin’dir. Arapçası da aynı olup daha sonra Dehr olmuştur. Nehcü’l Belağa’da Dehr, bir ilah adı denilmektedir.
Yunan Mitolojisi kitabında -ki bir dilbilimci tarafından yazılmış olup son derece değerlidir- Yunan tanrılarının kelime kökleri verilmiştir. İşte orada tanrılar tanrısı Zeus’u Kron’un oğlu olarak kabul etmekte. Kron’dan önce hiçbir şeyin olmadığını, olamayacağını ve Kron’un zaman olduğunu söylemektedir.
Yunan, Hint ve Çin vb. efsanelerinde o derece bir felsefe ve gerçek gizlidir ki birçok felsefî ve edebî kitaplardan Veda, Avesta, Tevrat, İncil -öyle ki bugün de bizim elimizdedir- gibi dünyanın kimi dinî kitaplarında bile bu denli güçlü değildir. Bu durum, bunların başka kaynaklardan kaynaklanmış olmaları gerektiğini, yoksa dört bin, beş bin yıl öncesinin bedevi insanının bu dereceye değin Promete’yi ya da şu Kron felsefesini yaratamayacağını göstermektedir.
Arap dili ve edebiyatında dehr [ve onun etkisiyle de Fars dili ve edebiyatında rüzgar -zaman-] zaman tanrısı Kron’un [Chron’un çeşitli telaffuzlarıyla] verdiği anlamı vermektedir. Edebiyatımızda ‘dehr’e bunca saldırıldığını ve felsefemizin her şeyi zamanın boynuna yüklediğini görüyoruz; zamandan kastımızın işte bu Kron olduğu ortadadır. Yoksa şu anda zihnimizde bulunan zaman kavramıyla ilgisi yoktur. Tanrı’ya söylemeye utandıklarını ‘dehr’e söylemekteydiler; dehr burada tanrı anlamındadır.
Tüm bunlar, sayısız Yunan tanrılarının -ki Zeus onların en büyüğüdür ve hepsini tasallutu altına alıp yönetmektedir- Panteon’unun ötesinde [Panteon, bütün tanrıların bir araya geldiği tapınaktır.] Zeus’un, Promete’nin [Zeus’un düşmanı] Ahuramazda’nın, Krişna’nın, Agamennon’un ve Laokon’un yaratıcısı olan bir yaratıcının bulunduğunu ve Kron adıyla anıldığını göstermektedir.
Bu tasavvurdan ve tasvirden, ilk önce Kron’un bulunduğu ve sonra da öteki tanrıların ondan doğdukları anlaşılmaktadır. Yunanlıların aklî tasavvurlarında ve dinî inançlarında da böyledir. Yani önce Kron vardı ve başkası yoktu. Sonradan tarihte öteki tanrılar ortaya çıktılar.
Zeus -ki dünyanın ve bütün doğanın tanrısıdır ve bütün tanrılara ve doğaya egemendir- Yunan efsanelerine ve Homer’in rivayetlerine göre Girit Adası’ndan Yunan’a gelmiştir. Zalimdi ve insan karşıtıydı; Yunan’ın ve Yunan görkeminin düşmanıydı ve oldukça kötü, gaddar ve cabbardı. İşte bu dönemde Promete -insanların ve Yunanlıların dostu- yi zincire vurmuştu. Zeus’un yaptıklarından dolayı Yunan tanrılarının kalpleri kan ağlamıştı. Fakat yavaş yavaş yumuşar ve Zeus halkla uyuşur, insanla dost olur ve Promete’yi -ki insanın sembolüdür- bağışlar.
Bu, Zeus’un sonradan olmuş bir görüngü olduğunu göstermektedir. Varlık kazanan bir yokluktur. Zeus’un Yunan’da olmadığı dönemde insanların onsuz rahat, mutluluk ve huzur içinde yaşadıkları görülmektedir. Yunanlıların uğradığı bir bahtsızlık ve uğursuzluk nedeniyle, bir dış güç, Zeus’u bir fatih adıyla Girit adasından Yunan’a getirmiş ve Yunan halkına musallat etmiştir.
Girit, Yunanistan ile Maveraünnehr arasında bir adadadır. Bu ada, güç ve medeniyeti Maveraünnehr’den, üç bin yıl önce ya da dört bin yıl önce Yunan’a sokan bir araç konumundadır. Yani Maveraünnehr’de bulunan tanrılar, güçler, medeniyet, eserler, toplumsal ve iktisadî düzen Girit adasına gelir; Giritlilerle temasları bulunan Yunan halkı da bu eserleri iktibas eder. Böylece Yunan, Maveraünnehr’in egemen düzen ve gücünün tasallutu altına girer.
Bu durumda, Zeus’un Girit’ten Yunan’a hareketi, Zeus’tan önce Yunanlıların huzur ve güven içinde yaşıyor olmaları, Zeus’un dışardan, bu ada [Girit]dan Yunan’a gelen bir yabancı olması, önceleri Promete’nin -Yunan halkının ve insanın sembolü- düşmanı olması, onu zincire vurması, fakat yavaş yavaş halka alışması ve halkın ona alışması, yönetimine boyun eğmesi ve Promete’nin Zeus’un rahmet ve lütfuyla kurtulması vs. tüm bunlar, göstermektedir ki, birincisi; Şirkin tezahürü olarak Zeus, dışarıdan gelmiştir ve tarih olarak sonraları ortaya çıkmıştır. İkincisi; Kron, eski tanrıdır ve Zeus, ondan sonra gelmiştir. Üçüncüsü; Şirkten önce, Zeus fenomeninden önce halk huzur, güven ve eşitlik içinde yaşamaktaydılar. Sonraları mutsuzluğa, uğursuzluğa, savaşa ve kasavete düştüler. Dördüncüsü; Kron’un dini, insanların diniydi; Zeus’un diniyse halk karşıtı, insan karşıtı bir dindi ve herkes bu dinden dolayı sıkıntı içinde yaşıyordu. Son olarak; Yeni egemen düzen, Zeus adına, Yunan halkına bindirilir ve Yunan halkı yavaş yavaş, onca pisliğine, kasavetine, egemenliğine ve tahakkümüne karşın bu düzenle uyuşur, uyumlu duruma gelir ve yeni kalıba girer.
Zeus, şirkin tezahürüdür. Onunla birlikte tanrılar yığını Yunan’a doluşur. Şems, Ba’l, Iştâr vs. Maveraünnehr tanrılarıdır.
Maveraünnehr’de de nasıl şirkin gelip tevhidi yuttuğunu gösteren ilginç hikâyeler vardır. Sonra bu hikâye, bütün milletlerin efsanelerinde yinelenir. Maveraünnehr’de Ba’l, Babil’in büyük tanrısıdır. Şems, dünyanın büyük tanrısı olup güneşte oturmaktadır. Arapçada güneşe şems denilmesi mazrufun zarfa itlakıdır; yani tanrının adının tanrının mekânına itlakıdır. Çeşitli yıldızlarda başka tanrılar [Zühal, müşteri vb.] bu yıldızlarda yaşayan ve Şems’in -büyük tanrının- etkisi altındaki tanrılar idi.
Bu, Mevaraünnehr’in şirk düzenidir. Buradan, tevhidin şirke dönüştüğü dönemin, toplumsal tevhid düzeninin, toplumsal şirk düzenine dönüştüğü dönem olduğu anlaşılmaktadır. Bütün dinlerin, kendi efsanelerinde söyledikleri gibi toplumsal tevhidî düzen dönemi, insanların huzur ve mutluluk içinde yaşadıkları dönemdir. Sonra ise insanlar, bahtsızlığa, uğursuzluğa ve perişanlığa uğramaktadırlar.
Uzak geçmişte mutluluktan mutsuzluğa geçiş dönemi ve Dehr’den Zeus’un dinine geçiş dönemi, tevhidin şirke dönüşümünün insanlık tarihinde eşitlik düzeninin eşitsizlik, parçalanma ve fırkalaşma düzenine dönüşümü olduğunu göstermektedir. Tarihte insanlar arasında tahakküm, aldatma, tefrika ve zıtların yorumlanışına dayanma yoluyla toplumsal düzen bu şekle gelirse, tevhid de dinde böyle bir şekil alır.
Tarihte de böyledir, yani önce sınıfsal tevhid vardır, sonra da sınıfsal şirk. Durkheim, geçmiş tarihte, ilkel toplumların, tek bir gövde halinde bulunduğunu, her kabilenin, her toplumun bir birey olduğunu, bir ruh taşıdığını söylemektedir.
İlkel toplumlarda [eski kabilelerde ve taifelerde] ‘ben’ yoktu, ‘biz’ vardı. Bugün de uzak noktalarda bir köyde bulunan eski tip ailelerde, bir aile tek bir kişidir ortak vicdanı bulunmaktadır.
Dinî düzeni, fikrî ve itikadî dünya görüşünü de toplumsal düzene ve toplum görüşüne bağımlı tasavvur edersek şu sonuca ulaşırız; Toplumbilimsel çözümleme esasınca da, geçmiş toplumsal ruh ve toplumsal düzenle uyumlu olan tevhiddir; bedevi ve vahşi kabileler düzeninde tevhid totem biçimine dönüşür. Totemcilik, bir tür bozulmuş tevhid olup çekimde ve duyguda tevhid olmakla birlikte dış görünüşte ve özsel seçimde oldukça geri bir putperestliktir. Şu ikisini de birbirinden ayırmak gerek; Totemi ölçüt olarak almıştır ama kabilesinin tek toteminde tapındığı kavram tek tanrıdır. Durkheim, buna sosyalizm adını vermektedir. [Sosyalizmin, zihnimizde taşıdığı, üretimin ve üretim araçlarının bireyin değil, toplumun elinde olduğu şeklindeki kavramın tersine]. O şöyle demektedir; “Eski toplumda -ister aile olsun ister köy, ister kabile ve il olsun- toplu ruh esastır; aile ve topluma individüalizmin [bireyin asaleti, bireycilik ve bireysellik] egemen olduğu, her ailede beş bireyin, örneğin beş ben’in bulunduğu ve her birinin hepsinden ayrı olduğu, mutlulukların, programların, ilgilerin, düşüncelerin ve inançların ayrılık ve bağımsızlık taşıdıkları ve hiçbirinin kendisini bir başkasının kopyası olarak görmediği bugünün tersine. Fakat eski ailede toplumda ve kabilede tek ‘ben’ bulunmaktadır ki toplumun kendisidir. Bu sosyalizm demektir, o ise individüalizm. Niçin toplu ruhun vahdeti? İlkel toplumlarda bireysel mülkiyet, sınıf, soy ve aile ayrılığı bulunmadığından ve iktisadî eşitlik söz konusu olduğundan, herkes bir olduğundan, bireyler ‘biz’ toplu ruhunda eridiklerinden, totem şeklinde görünüm kazanan tek ruh bulunuyordu.
Mabud’un tek olduğu totem bedevi tevhid açıkça görülmektedir. Durkheim ve Muller, şöyle demektedirler; “Bütün vahşi ve bedevi dinlerin ilk şekli totemciliktir.” Ben de bu inancı benimsiyorum. Bu nedenle bedevi şekil ve görünümlü tevhidin, dinin ve tek tanrıcılığın ilk şekli olduğunu, mabudunun hayvan ya da bitki veya bir nesne olmasının onun bedeviliğiyle ve düşünsel geriliğiyle ilgili olduğunu söylüyorum. “Tevhidi anlamak için filozofvari bir zihin taşımak ve mantık bakımından ileri bir âlim olmak gerekir.” diyen Hume gibi kimselerin tersine, bedevi insanın, özgür ilkel yaratılışında, yaratılışsal ve doğal biçimde tevhidî eğilim taşıdığını söylüyorum. Sonra, zamanın geçmesiyle toplumun biz’i birkaç ben’e dönüşür ve toplum birkaç sınıfa, sınıf birkaç kesime ve kesim de birkaç bölüme ve gruba ayrılırlar. Tek tanrıysa birkaç tanrıya dönüşür. Her bir tanrının buyruğu altında birkaç tanrıça bulunur. Gökte, dünyada, fizik ötesinde ve insanın zihninde bir Panteon oluşur, tanrılar bir manzume haline gelirler; büyük tanrı ortadadır, küçük tanrılarsa onun çevresinde dönüp dururlar. İşte bu çok tanrılı dünya görüşü, tam olarak, sonraki bozulmuş toplumsal düzenden kopya edilmiştir.
Yeryüzünde ‘biz’, hâkim ve mahkûm, efendi ve köle, ağa ve uşak, aşağı ve üstün, varsıl ve yoksul, patron ve serf diye bölünürken gökte de tek Tanrı, hayır ve şer tanrısı olmak üzere ikiye bölünür. Toplumda ortaya çıkan hayrın ve şerrin yorumlanışında ikicilik ve seneviyet varlık kazanmıştır.
Sonra egemen sınıf, tarih boyunca, tek malik, tek efendi olan, parası ve gücü bulunan tek güç durumundayken halkın gelişmesi, bilimin gelişmesi, anlatımın gelişmesi, aldatmanın gelişmesi, nifakın gelişmesi, üçkâğıtçılığın gelişmesi, tekniğin gelişmesi, gerileme ve uyuşturma dininin gelişmesi nedeniyle üç boyutlu oldu ve efendi olan, elinde kırbacı bulunan ve başka bir şeyi olmayan egemen güç, gelişerek üç çehre altında halkı alt etti; Bir çehre, iktisadî gücün tezahürü oldu; bir çehre siyasî gücün tezahürü haline geldi; başka bir çehre dinî gücün tezahürü şeklini aldı. İnsanların yaratılışsal duyguları tanrıya tapınmaktı. Üniforma, özel ayrıcalıklar ve özsel yorum kazanmış olan aracılar üniforma buldu kendine. Bu aracılar, öz, hukuk, konum ve rol bakımından halktan ayrılarak halka egemenliği Tanrının temsilcisi sıfatıyla elde ettiler. Yaratılışsal ve insanî bir sürükleniş biçiminde sürekli olarak güneşe yönelen bir zerre gibi Tanrı’ya doğru sürüklenen ve aşk besleyen halk, bu aracılara tutsak oldu. Sadece kırbaçlama diliyle köleyle konuşan kişi, konuşmasını ve davranışını geliştirdi. Din ise -ki toplum ve bireyin yaratılışında, vicdanında ve derinliğinde büyük bir toplumsal güçtü- bu sınıftan bir grubun elinde bir yorum aracı durumuna geldi.
Bundan önce kırbaç vuran kişi, eğitme işini de üzerine aldı ve soysuz, vahşi ve yabani köleleri, soylu, uysal ve medeni yapmaya koyuldu. Böylece üç işi bir arada yapıyordu. Yavaş yavaş her şeyin gelişmesiyle tek sınıf, üçlü tek sınıf şeklini aldı. Sonra ise, iki boyutlu, iki sınıflı düzenin açıklayıcısı durumunda bulunan şirk tanrısı, üçlü biçimde görünüm kazandı ve üç çehreli oldu.
Sayıları birden çok olan bu tanrılar, yaratıcı değildirler. Bu inancı sabit kılan en sağlam delillerden biri şudur; “Başlangıçta tek yaratıcı bulunmakta olup, sonradan tanrılar ortaya çıkmışlardır.” Bu ayrı ayrı, sayılı tanrılar ve mabudlara rab adı verilmektedir; Farsçada da Hodavendigar, Yaratıcı’ya yani Halik’a gelince; o, dünyanın insanın ve varlıkların yaratıcısıdır. Tarihte tanrılık savında bulunan ve Kur’an ve İslam’ın müşrik bildiği kimseler ise yaratıcılık savında bulunmadılar ve biz yaratıcıyız, insanı yarattık, demediler. Firavun bizden çok daha dindardı. Musa ortaya çıktığında halkı şöyle korkuttu; Musa dininizi elinizden alıyor, sizi dinsiz yapıyor. Tanrılar bize ve size gazaplanacaklar; Mısır yok olacak. Bugün bile, Firavun’un tarihi, dini, mezhebi, tapınması ve mabudları birer birer ve dakik olarak dinler tarihinde belirgindirler. Firavun hikâyesi söyledikleri gibi sadece bir efsane değildir. Tarih onu tanımakta ve ondan söz etmektedir; o, dindardı, tapıcıydı. Fizik ötesine inanıyordu, tanrılara tapınıyordu. Fakat tanrılık savında bulunurken şöyle demiştir; ‘Ene Rabbikum illa ala’. Yoksa ‘Ene halikakum illa ala’ dememiştir. Yani demiştir ki ben sizin büyük efendinizim; efendilerinizin efendisiyim ve hayatınızın ve halklarınızın yazgısı benim elimdedir.
Dolayısıyla şirk, yaratma ve yaratıcılıkta değil, rububiyette gelişmiştir [bu konu önemlidir].Tanrılar, hiçbir zaman yaratıcı olarak çoğalmamışlardır büyük yaratıcının yanı başında. Tersine, rab, rabbu’l-erbab rabbu’l-envas ve rabbu’n-nas olarak büyük yaratıcının çevresinde çoğalmışlardır. Çünkü tarihte tanrı, yeryüzü tanrıları ve halk tanrıları oluşmakta, çoğalmakta ve çeşitlenmektedirler. Gökte de, rab ve tanrı biçiminde çoğalmaktadırlar.
Şirk tanrılarından hiçbirinin adı, yaratıcı anlamına gelmez; hepsi baba, sahip, sultan, üstün, müstebit, mütekebbir, egemen, muktedir, mazhar vb. anlamlarına gelir. Bu, şirk tanrılarının şirk rablerinin tecellisi olduklarını göstermektedir. Onlar gökte, yeryüzünde ve halkla ilişkide bu vesileyle çoğalıp, yorum kazanan yeryüzü tanrılarının birer ışığı ve yansımasıdırlar. İşte burada İbrahim’in tevhidî anlamını bulmaktadır. Çünkü eğer İbrahim baltayı eline alıp putları kırıyorsa bu, cahil bir grubun yanlış yere mabud olarak benimsedikleri birkaç heykeli kırıyor anlamında değildir. Tersine, gürzüyle insana, maneviyata, ruha, tarihe, insanlığa ve kitleye egemen olan toplumsal altyapıyı yıkmak istemektedir. Bunlar -putlar- o düzenin sembol ve göstergeleridirler. Bu gürz ise diridir, varis istemektedir; tarihsel bir olay olarak değil, toplumsal bir gerçek olarak hep sürmektedir ve sürecektir.
Tek ‘biz’ toplumunun hâkim ve mahkûm diye iki sınıfa ayrıldığı ve tek insanın [Âdem] aşağı ve üstün, efendi ve köle [ben ve sen] diye ikiye ayrıldığı tarihin başında ikicilik ya da hayır ve şer tanrılarının oluşturduğu iki tanrıcılık ortaya çıktı. Bu dinde tek bir güç olan egemen sınıf [Kâbil], ilerlemenin etkisiyle, üç boyutlu duruma geldi; Güç, para ve ruh; sermayedarlardan, yöneticilerden ve ruhanilerden oluşan üç sınıf. Tek tanrı da üç çehre kazandı; Baba, oğul ve kutsal ruh.
İlginçtir ki Kur’an küçük bir sureyle son bulmaktadır; Hem de istiaz [Allah’a sığınma] suresi adıyla. Hem de Peygamber’in Allah emriyle sığınması; Kur’an’ın sonunda. Anlatım biçimi oldukça anlamlıdır; Allah, Nas [Halk kitlesi] ile tamlama oluşturmuştur ve bu üç kez yinelenmiştir. Her defasında Allah, kendi zatına özgü bir sıfat ve güçle nitelenmiştir.
“Kul e’uzu bi rabbi’n-nas, meliki’n-nas, ilahi’n-nas”. Birinci ayette; Halkın efendileri sınıfından halk kitlesine egemen olan efendi gücü olumsuzlanmaktadır. İkinci ayette; Halkın yöneticisi olan sınıfın mülukiyet [malik olma] gücü, üçüncü ayette; İslam dışı mezhepte ilahî bir öz, maverai ve görsel bir yapı taşıyan ruhaniler sınıfının ulûhiyet gücü olumsuzlanmaktadır. Bu üç gücün Allah’a özgü kılınması, halka egemen olan üç sınıfın ya da bireylerin böylesi güçlere sahip olduklarını ileri sürmelerinin tanrılık iddiası olduğu ve bunu kabul etmenin de Allah’tan başkasına tapınmak olduğu anlamındadır. İslam, sürekli olarak “Hüküm ancak Allah’ındır” “Din tümüyle Allah’ın olur.” ve “Mal Allah’ındır” diye yinelemekle İbrahimî tevhidin baltasını halka egemen olan sınıf şirkine ve üçlemeye, yani siyasi istibdada, iktisadî istismara ve dinî eşekleştirmeye indirmeye çalışmaktadır. İnsanların dinî hidayetinin de yalnızca Allah’ın elinde olduğunu, Peygamber’in bile bu işte bir rolü olmadığını, onun işinin sadece mesajı bildirmek olduğunu yinelemesi, kimi zaman Peygamber’in manevi hidayete, halkı doğru yola, kulluğa ve dine inanmaya yöneltmek için kendini zorluğa atmasını, sıkıntı çekmesini ve bitkinleşmesini, sen başkalarının küfründen, dininden, sapıklığından ve hidayetinden sorumlu değilsin; Allah kimi dilerse yola getirir, kimi dilerse sapıklıkta bırakır, “Bil ki sen sadece bir uyarıcısın.” [İnnema ente müzekkir] diye eleştirmektedir. “Peygamber’in işi sadece tebliğdir” [Ma ale’r-Resul ille’l-belağ]. Burada İslam, insanlık tarihinde Tanrı’nın ya da tanrıların temsilcisi sıfatıyla ve din, ahlak ve halkın hidayeti adına kendilerine özel haklar, seçkin toplumsal mekân kazandıran, kendilerini hatta insanüstü bir kişilik ve soy, ilahi bir ruh ve nur taşıyıcısı durumuna getiren, ilahi bir doğaları bulunduğunu sayan, halkın hidayetinin sorumlusu, yerle göğün iletişimini sağlayıcı, Tanrı ve insanlar arasında bir aracı olduklarını ileri süren ve bu yolla halkın duygu, düşünce ve iradesine zincir vuran; hepsini dinî istibdat[1] rejimine tutsak kılan, dinin gerçeğini çıkarları doğrultusunda saptıran, kendi sanılarını Allah’ın kitabına [Kur’an’a] nispet eden, halkı kendilerine tapınmaya, kendi buyruklarını körü körüne taklit etmeye zorlayan ve çoğunlukla üst seviyedeki iki komşusuyla, kendilerini “meliki’n-nas” ve “rabbi’n-nas” olarak bilen baskı ve sermaye sınıfıyla birlik olan sınıfsal rolü ortadan kaldırmaya çabalamaktadır.
Tanrıyla kul arasında doğrudan ve aralıksız bir ilişkiyi gerçekleştirmekle, böylesi egemen güçlerin sınıfsal resmiyetini olumsuzlayan ve halkın gerçek anlamda bilinçlenmesinin, özgürlüğünün, seçme yeteneğinin ve hidayetinin yolu üzerindeki bu büyük engelleri ortadan kaldıran İslam’ın yaptığı sadece din âleminde değil, kültür, bilim ve düşünce tarihinde de en büyük devrimci eylemdir. Akıl ve bilgi üzerinde egemen bir güç, hareketin, ilerlemenin gerçeği bulmanın ayağında tutsaklık bağı durumundaki ruhani yerine âlim’i oturtmaktadır; İslam-Şinasi’de söylediğim gibi bu, toplum için zorunlu, bilinç verici ve uyandırıcı gereksinimdir; dinî görüşün yetkinleşmesinde, İslam bilgisinin yayılmasında önemli bir etkendir. Yola ışık tutan, hakikatin müçtehidini arayan, cehalet ve sapmayı yerle bir eden bir gereksinimdir.
Bu küçük surede bunca tekrar niçindir? “Kul e’uzu bi rabbin-nas” yeterli değil miydi acaba? Hayır, yeterli değildir. Çünkü halkın efendileri o “ilahi’n-nas”tır; bizse “rabbi’n-nas”ız; onun benim ve sizin rabbiniz olduğunu kabul ediyorum, ama ben sizin rabbinizim, diyebilirlerdi. Allah, ‘nas’ın sadece bir rabbi bulunduğunu, onun da Allah olduğunu; tek mabuddan başkasının bulunmadığını, onun da Allah olduğunu belirginleştirmektedir. Tarihte insanın özgürlük etkeni olan tevhidde ubudiyetin anlamı işte budur.
Dolayısıyla, tarih felsefesi olarak, sözlerimin özeti şudur; Toplumbilim bakımından, ilkel komün toplumunda sınıf birliği egemen olduğundan ve aynı şekilde Durkheim’in dediği gibi, ilkel toplumda -göçebe sosyalizmde- tek ruh, insan toplumlarına egemen ruh durumunda olduğundan, sadece ve sadece, toplumbilim ve tarih felsefesi çözümlemesine göre, dinin doğal tezahür ve tecellisi, tevhid olmalıdır.
Ayrıca, tarih, tüm bu şirklerin ardında tevhidin gizli olduğunu göstermektedir. İşte bu yüzden, tanrılardan söz eden tüm efsaneler içinde hem tek tanrı bulunmakta, hem de başka tanrılar sonsal olarak yer almaktadırlar. Bu yüzden, genellikle tek tanrı, yaratıcıyken sonsal tanrılar rab ve efendidirler. Bu yüzden, tarih boyunca insan toplumunun değişimi, hep ortak katılımdan, birlikten, ilkel iktisadî, sosyal, sınıfsal eşitlikten kölelik, çatışma, sınıf, sömürü, aldatma düzenine doğru olmuştur. Tüm dinlerde, geçmiş altın çağa bir özlem ve zulüm, bahtsızlık, bozgunculuk ve sapma dönemine geçiş bulunmaktadır [İslam kültüründe Nuh hikâyesinde, Sümer hikâyelerindeki Nuh hikâyesinde, hatta bir Kızılderili efsanesinde[!] bunu görebiliriz]. Dini tevhide dayalı o genel eşitlikten, toplumsal çatışmaya dayalı dinî şirk dönemine geçiş söz konusudur. Tarih boyunca, önce tevhid bulunmuştur. Beşerî vahdetle uyumlu olarak da ilahi tevhid vardır [Radha Krişna’nın söylediği gibi]. Daha sonra tarihte soy, sınıf, aile, grup ve değer ayrılığı oluşmuştur; bu ayrılıkla uyumlu olarak da, ilahi ayrılık, yani şirk vardır. Şirk, sınıf ve soy düzeninin toplumda iyiye yoruluşu olup sonradan ortaya çıkmış bir düzendir. Tevhid ise, tarihin ilk döneminden başlayan bir düşünme tarzıdır; çünkü insanlık tarihinin başlangıcındaki sınıfsal tevhidle uyumludur. Sonra tarih boyunca halk kitleleri, dinî ve toplumsal şirkin kurbanı olmuşlardır. Bu nedenle de toplumsal ve tarihsel şirkin kurbanı olmuşlardır. Bu nedenle de toplumsal ve tarihsel tevhidi sağlamak ve gerçekleştirmek, sınıflara, soylara ve insanlığa birlik bağışlamak arzusundadırlar. Bu yüzden tevhidin şiar ve görüşü, şirklerin kurbanı olan halk kitlesinin yönelişleriyle, çıkarlarıyla, arzularıyla ve görüşüyle uyum içindedir. İslam’ın, sadece ona tapmak, sadece onu övmek, ondan başkasından yardım almamak, ondan başkasından korkmamak, ondan başkasına yönelmemek, onun dışında hiçbir şeydeki, hiçbir topraktaki, hiçbir kişideki hiçbir güce, hiçbir güçlülüğe inanmamak gerektiği” şiarı, insanları parça parça eden şebekeden -yani şirkten- bağımsızlığa kavuşma ve kurtulmada insanlarla birlik olma, onlara kılavuzluk etme anlamında tevhidin yüklendiği tarihi rolden ibarettir. Ayrıca tevhid peygamberlerinin, seçkinler arasından değil, halkın içinden, ümmiler arasından çıkmaları rastlantı değildir. Çünkü seçkinler, ya ruhanilerdendirler, ya da tarihin aristokratlarından ve sermayedarlarından veya tarihteki şehzadelerden ve üst kademe insanlardandırlar. Her üç grup [ruhaniler, aristokratlar ve yöneticiler] da insanlık tarihinde ve dinde tanrısal üçlemenin üç tezahürünü oluşturan tanrıların tezahürüydü.
Dolayısıyla tevhid, hem bir vuruşta, insan toplumunun iki çatışık kutbunu ve ortaya atılan sahte Ahura ve Ehrimen savaşını yerle bir etmek ve kitleleri bağımsızlıklarına kavuşturmak, hem de bu vuruşla, sürekli olarak kitlelerin kurban edildiği sınıfsal teslisi, yani birbirine bağlı sapkın ‘din, para ve zor’dan oluşan üç gücün rabbaniliği, ulûhiyeti, mülkiyeti ve malikiyeti bir kılmak yoluyla ortadan kaldırmak, varlıkta tevhidi bildirerek tevhid düzenini hayatta yerleştirmek ve dünyanın ve dünya görüşünün altyapısı durumuna getirmek istemektedir. Dolayısıyla tevhid, kitlelerin hidayeti, halkın özgürlüğe, dinî sapma, iktisadî sömürü, siyasi istibdat kurbanlarının bağımsızlığa kavuşturulması rolünü, aynı şekilde halkın son arzusuna ulaşma -tarihe ve insanlığa birlik bağışlamak, insanlığı düşünsel, iktisadî ve toplumsal kulluğa ve köleliğe sürüklemekte olan tüm güçleri olumsuzlayarak insanı bağımsızlaştırmak arzusuna ulaşma- rolünü üstlenmiştir. Devrimci tevhid düzeninin önderlerinin tümünün, yoksun kesim -yani bu üç egemen boyuta kurban edilenlerin en kurbanları- içinden seçilmiş çobanlar, işçiler ve zanaatkârların olmaları rastlantı değildir.
İşte burada, Allah’ın, tevhidin dünya görüşü esasınca kitlenin kurtuluşu için, insanı bağımsızlığa -bu ayrılıktan, şirkten ve parçalanmadan bağımsızlığa- kavuşturma önderlerini halkın kendi içinden, kitlenin kendi içinden, işte bu ümmiler arasından seçtiğini görüyoruz. Çünkü önderler, açlığı, kırbacı, sıkıntıyı, zulmü, köleliği ve insanî aşağılanmayı duyumsamış, canlarında ve tenlerinde yaşamış olmalıdırlar; aristokrasiyi, zorbaların egemenliğini, savaşanların yağmacılıklarını, insan aklının düşmanlarını, ilahi mesajı ve dinin gerçeğini bozan ahbar ve ruhbanın uyuşturma, taklit, taassup ve donukluk yolundaki büyücülüğünü, tanımış olmalıdırlar. İnsanlığın gövdesini parça parça eden ve doğanın, hayatın, ilmin, güzelliğin, sanatın ve gücün maddi ve manevi bütün değerlerini ve hatta ahlakî ve dini erdemleri tarihin göz nuru olan ağalara bağışlayan ve insanların çoğunluğunu çileye, yoksunluğa, çalışmaya, açlığa, cehalete ve türlü türlü köleliklere düşüren ırk rejimlerini, kavmiyeti, ırkçılığı, sultacılığı ve tarihe egemen olan sınıfsal parçalanmayı derinlemesine anlamış ve insanın tüm sıkıntılarını, kitlenin dertlerini, insanlığın düşmanlarını, tüm çağların, yeryüzündeki tüm nesillerin insanının arzularını sadece anlama ve bilme yetisiyle değil, tüm vücutlarıyla, ateşin deriyi ve eti yakışını olduğu gibi duymalıdırlar. Hakikat, Allah, yarın, kulluk, hidayet, erdem, ahlak -Eflatun, Aristo, Konfüçyüs, Lao Tzu ve Budha’nın söz ettikleri gibi- konularına, bilginlere, filozoflara, zahitlere, ariflere özgü ve medreselerde ele alınan konulara dalarak ümmi halka, kitle hayatına ve mahkum kesime yabancı kalmamalı, tarihin lanetlenmişi ve yeryüzünün cehennemlikleri olmamalıdırlar. Tersine, temsilcileri, seçkinler ve ruhaniler dışında kimsenin yol bulamadığı, hepsi de egemen sınıftan olan ruhanilerin beyinleri, ilimleri ve dini bilgileri dışında halk içinden hiçbir ruhun ve duygunun ulaşamadığı Tanrı, gökten ve melekuti alandan sokağa gelmeli, benim ve senin yoksulluk sofrana oturmalı, arş-ı kibriyadaki makamı, yetimin yanağında zulümle akıtılan selden sarsılmalı, bir mazlumun boynuna zulüm çizgileri çizen bir kırbaçtan gazaba gelmeli, tarih boyunca yeryüzünün varisi olan ve insana, tanrılık tahtına, tanrılığa, büyük tanrıyla yakınlığa egemen olan yeryüzünün tüm galiplerini bir yana fırlatmalıdır. Elçisi ise, insanın kurtuluşunu, tutsak yığınların özgürlüğünü, zillete boyun eğmiş olanların ve parçalanmanın kurbanlarının izzetini sağlama yükümlülüğünü üstlenmeli, hanlık sarayının kapısında eğilmemeli, insanın Allah’a kulluktaki aşk ve fıtratını, baskı gücünün ve paranın ayaklarına sermemelidir.
Tevhid risaleti, özgürlük ve eşitlik risaletidir; tarihe ve insanın yazgısına egemen olan çatışma ve ayrılmaya birlik bağışlama risaletidir. Tevhid risaleti, tutsak yığınların kurtuluş risaletidir; yeryüzünün süreğen lanetlilerine veraset bağışlama ve zamanın mustazaflarına izzet bağışlama risaletidir. Bu yüzden, tevhid Tanrısı, ümmiler arasından elçisini seçmektedir; kitle arasından, tarihin en yoksun kurbanları arasından. Çünkü elçi, onların yanı başında olmalıdır, onların cinsinden olmalıdır. Aristokratların, yöneticilerin, filozofların, ariflerin ve toplumun seçkinlerinin diliyle değil, kitlenin diliyle, halkın diliyle konuşmalıdır. Çünkü onun muhatabı halktır. Çünkü onu gönderen, halkın Tanrısıdır, halkın Rabbidir, halkın melikidir, halkın dostudur.
Şirkin -tüm şekilleriyle; putperestlik, tür tanrılarına tapınmak, çok tanrıcılık, üçleme [üç tanrıcılık] ve ikicilik [iki tanrıcılık]- tarihsel şirkten [yani insanlık tarihinde çok soyluluğun, çok özlülüğün, çok sınıflılığın dinî, felsefî ve metafiziksel yorumlanışından] bir yansıma olduğu esası göz önüne alınırsa, şirk karşıtı, şirkin inanç alt yapısını olumsuzlayıcı olan tevhidin, güçlü, köklü ve devrimci bir tarihsel rolü bulunan, insanın serüvenindeki tarihsel birliği, soysal, özsel ve sınıfsal birliği açıklayan bir etken olduğunu, tarihsel parçalanma ve ayrılmadan kaynaklanan tüm güçlere karşın, insanın tarihinde insanî birliği ya da tarihsel tevhidi gerçekleştirmeye çabalayan nihai ve evrimsel tarih hareketini, tüm sınırları, tüm kısıtlamaları, tüm mesafeleri, tüm dereceleri, tüm çatışmaları yok etme yönünde hızlandırmaya çalışan ve sonuçta tarihi yazgıda ve insanın nihai takdirinde her yönüyle tekliği gerçekleştirmeyi muştulayan bir etken olduğunu görürüz.