Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-7 (Bölüm 2)
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-7 (Bölüm 2)

TANRILARIN YARATICISI KRON! [CHRON]

 

Yunan’da -ki en ileri şirk yuvasıdır- Zeus tanrılar tanrısıdır ve çevresinde öteki tanrılar, tür Rableri bulunmakta olup her biri dünyadaki bir gücün ve gerçekliğin sembolüdür.

 

Örneğin, Promete, bilinç ve insan severlik tanrısı­dır. Venüs, güzellik tanrısı, Herkül ise güç ve cesaret tanrısıdır.

 

Burada, ilkönce Zeus’un bulunduğunu ve sonra öte­ki tanrıların işin içine girdiklerini değil, tüm bunların, destanlara ve mitoslara az girmiş ve az vasfedilmiş bir tanrıdan doğmuş olduklarını söylemek istiyorum. Homer, destanının başlarında onu anmakta ama sonra unutmaktadır. Bu tanrının adı Kron’dur. Yunan mitolojisinde yapılan az bir betimlemeye göre neyin nesi oldu­ğu, nasıl geldiği, ne delille ilk onun olduğu, sonra ötekile­rin geldiği ve önce tevhidin, sonraysa şirkin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.

 

Kron, Zeus’un anası ve Zeus ile öteki tanrıların yaratıcısıdır. Yani tanrılar tanrısı Zeus da Kron’un çocuğudur.

 

Kron [Chron], çeşitli dillerde ve telaffuzlarda fark­lılık gösterir. Fransızcada Kron şeklinde, İtalyancada Çron şeklinde telaffuz edilir. Eski İran dilindeyse He­ron ya da Harin’dir. Arapçası da aynı olup daha sonra Dehr olmuştur. Nehcü’l Belağa’da Dehr, bir ilah adı denilmektedir.

 

Yunan Mitolojisi kitabında -ki bir dilbilimci tarafın­dan yazılmış olup son derece değerlidir- Yunan tanrıları­nın kelime kökleri verilmiştir. İşte orada tanrılar tanrısı Zeus’u Kron’un oğlu olarak kabul etmekte. Kron’dan önce hiçbir şeyin olmadığını, olamayacağını ve Kron’un zaman olduğunu söylemektedir.

 

Yunan, Hint ve Çin vb. efsanelerinde o derece bir fel­sefe ve gerçek gizlidir ki birçok felsefî ve edebî kitaplar­dan Veda, Avesta, Tevrat, İncil -öyle ki bugün de bizim elimizdedir- gibi dünyanın kimi dinî kitaplarında bile bu denli güçlü değildir. Bu durum, bunların başka kaynaklardan kaynaklanmış olmaları gerektiğini, yok­sa dört bin, beş bin yıl öncesinin bedevi insanının bu dere­ceye değin Promete’yi ya da şu Kron felsefesini yara­tamayacağını göstermektedir.

 

Arap dili ve edebiyatında dehr [ve onun etkisiyle de Fars dili ve edebiyatında rüzgar -zaman-] zaman tanrı­sı Kron’un [Chron’un çeşitli telaffuzlarıyla] verdiği anlamı vermektedir. Edebiyatımızda ‘dehr’e bunca saldırıldığını ve felsefemizin her şeyi zamanın boynuna yükledi­ğini görüyoruz; zamandan kastımızın işte bu Kron ol­duğu ortadadır. Yoksa şu anda zihnimizde bulunan za­man kavramıyla ilgisi yoktur. Tanrı’ya söylemeye utan­dıklarını ‘dehr’e söylemekteydiler; dehr burada tanrı anlamındadır.

 

Tüm bunlar, sayısız Yunan tanrılarının -ki Zeus on­ların en büyüğüdür ve hepsini tasallutu altına alıp yö­netmektedir- Panteon’unun ötesinde [Panteon, bütün tanrıların bir araya geldiği tapınaktır.] Zeus’un, Prome­te’nin [Zeus’un düşmanı] Ahuramazda’nın, Krişna’nın, Agamennon’un ve Laokon’un yaratıcısı olan bir yaratıcı­nın bulunduğunu ve Kron adıyla anıldığını göstermek­tedir.

 

Bu tasavvurdan ve tasvirden, ilk önce Kron’un bu­lunduğu ve sonra da öteki tanrıların ondan doğdukları anlaşılmaktadır. Yunanlıların aklî tasavvurlarında ve dinî inançlarında da böyledir. Yani önce Kron vardı ve başkası yoktu. Sonradan tarihte öteki tanrılar ortaya çıktılar.

 

Zeus -ki dünyanın ve bütün doğanın tanrısıdır ve bütün tanrılara ve doğaya egemendir- Yunan efsaneleri­ne ve Homer’in rivayetlerine göre Girit Adası’ndan Yu­nan’a gelmiştir. Zalimdi ve insan karşıtıydı; Yunan’ın ve Yunan görkeminin düşmanıydı ve oldukça kötü, gaddar ve cabbardı. İşte bu dönemde Promete -insanların ve Yu­nanlıların dostu- yi zincire vurmuştu. Zeus’un yaptıkla­rından dolayı Yunan tanrılarının kalpleri kan ağlamıştı. Fakat yavaş yavaş yumuşar ve Zeus halkla uyuşur, in­sanla dost olur ve Promete’yi -ki insanın sembolüdür- ba­ğışlar.

 

Bu, Zeus’un sonradan olmuş bir görüngü olduğunu göstermektedir. Varlık kazanan bir yokluktur. Ze­us’un Yunan’da olmadığı dönemde insanların onsuz ra­hat, mutluluk ve huzur içinde yaşadıkları görülmekte­dir. Yunanlıların uğradığı bir bahtsızlık ve uğursuzluk nedeniyle, bir dış güç, Zeus’u bir fatih adıyla Girit adasından Yunan’a getirmiş ve Yunan halkına musallat et­miştir.

 

GİRİT; ŞİRKİN GÜZERGÂHI

 

Girit, Yunanistan ile Maveraünnehr arasında bir adadadır. Bu ada, güç ve medeniyeti Maveraünnehr’den, üç bin yıl önce ya da dört bin yıl önce Yunan’a sokan bir araç konumundadır. Yani Maveraünnehr’de bulunan tanrılar, güçler, medeniyet, eserler, toplumsal ve iktisadî düzen Girit adasına gelir; Giritlilerle temasları bulunan Yunan halkı da bu eserleri iktibas eder. Böylece Yunan, Maveraünnehr’in egemen düzen ve gücünün ta­sallutu altına girer.

 

Bu durumda, Zeus’un Girit’ten Yunan’a hareketi, Ze­us’tan önce Yunanlıların huzur ve güven içinde yaşıyor olmaları, Zeus’un dışardan, bu ada [Girit]dan Yunan’a gelen bir yabancı olması, önceleri Promete’nin -Yunan halkı­nın ve insanın sembolü- düşmanı olması, onu zincire vurması, fakat yavaş yavaş halka alışması ve halkın ona alışması, yönetimine boyun eğmesi ve Promete’nin Ze­us’un rahmet ve lütfuyla kurtulması vs. tüm bunlar, gös­termektedir ki, birincisi; Şirkin tezahürü olarak Zeus, dı­şarıdan gelmiştir ve tarih olarak sonraları ortaya çık­mıştır. İkincisi; Kron, eski tanrıdır ve Zeus, ondan sonra gelmiştir. Üçüncüsü; Şirkten önce, Zeus fenomeninden önce halk huzur, güven ve eşitlik içinde yaşamaktaydılar. Sonraları mutsuzluğa, uğursuzluğa, savaşa ve kasa­vete düştüler. Dördüncüsü; Kron’un dini, insanların di­niydi; Zeus’un diniyse halk karşıtı, insan karşıtı bir dindi ve herkes bu dinden dolayı sıkıntı içinde yaşıyordu. Son olarak; Yeni egemen düzen, Zeus adına, Yunan halkına bindirilir ve Yunan halkı yavaş yavaş, onca pisliğine, ka­savetine, egemenliğine ve tahakkümüne karşın bu dü­zenle uyuşur, uyumlu duruma gelir ve yeni kalıba girer.

 

ZEUS; TANRILARIN AKIN ETMELERİNİN BAŞLAMASI

 

Zeus, şirkin tezahürüdür. Onunla birlikte tanrılar yığını Yunan’a doluşur. Şems, Ba’l, Iştâr vs. Maveraün­nehr tanrılarıdır.

 

Maveraünnehr’de de nasıl şirkin gelip tevhidi yut­tuğunu gösteren ilginç hikâyeler vardır. Sonra bu hikâye, bütün milletlerin efsanelerinde yinelenir. Maveraün­nehr’de Ba’l, Babil’in büyük tanrısıdır. Şems, dünya­nın büyük tanrısı olup güneşte oturmaktadır. Arapçada güneşe şems denilmesi mazrufun zarfa itlakıdır; yani tanrının adının tanrının mekânına itlakıdır. Çeşitli yıldızlarda başka tanrılar [Zühal, müşteri vb.] bu yıldızlarda yaşayan ve Şems’in -büyük tanrının- etkisi altındaki tanrılar idi.

 

Bu, Mevaraünnehr’in şirk düzenidir. Buradan, tev­hidin şirke dönüştüğü dönemin, toplumsal tevhid düze­ninin, toplumsal şirk düzenine dönüştüğü dönem olduğu anlaşılmaktadır. Bütün dinlerin, kendi efsanelerinde söyledikleri gibi toplumsal tevhidî düzen dönemi, insan­ların huzur ve mutluluk içinde yaşadıkları dönemdir. Sonra ise insanlar, bahtsızlığa, uğursuzluğa ve perişan­lığa uğramaktadırlar.

 

Uzak geçmişte mutluluktan mutsuzluğa geçiş döne­mi ve Dehr’den Zeus’un dinine geçiş dönemi, tevhidin şirke dönüşümünün insanlık tarihinde eşitlik düzeninin eşitsizlik, parçalanma ve fırkalaşma düzenine dönüşü­mü olduğunu göstermektedir. Tarihte insanlar arasında tahakküm, aldatma, tefrika ve zıtların yorumlanışına dayanma yoluyla toplumsal düzen bu şekle gelirse, tev­hid de dinde böyle bir şekil alır.

 

TEVHİD; TARİHİN BAŞLANGICI

 

Tarihte de böyledir, yani önce sınıfsal tevhid vardır, sonra da sınıfsal şirk. Durkheim, geçmiş tarihte, ilkel toplumların, tek bir gövde halinde bulunduğunu, her ka­bilenin, her toplumun bir birey olduğunu, bir ruh taşıdı­ğını söylemektedir.

 

İlkel toplumlarda [eski kabilelerde ve taifelerde] ‘ben’ yoktu, ‘biz’ vardı. Bugün de uzak noktalarda bir köyde bulunan eski tip ailelerde, bir aile tek bir kişidir or­tak vicdanı bulunmaktadır.

 

Dinî düzeni, fikrî ve itikadî dünya görüşünü de top­lumsal düzene ve toplum görüşüne bağımlı tasavvur edersek şu sonuca ulaşırız; Toplumbilimsel çözümleme esasınca da, geçmiş toplumsal ruh ve toplumsal düzenle uyumlu olan tevhiddir; bedevi ve vahşi kabileler düze­ninde tevhid totem biçimine dönüşür. Totemcilik, bir tür bozulmuş tevhid olup çekimde ve duyguda tevhid ol­makla birlikte dış görünüşte ve özsel seçimde oldukça ge­ri bir putperestliktir. Şu ikisini de birbirinden ayırmak gerek; Totemi ölçüt olarak almıştır ama kabilesinin tek toteminde tapındığı kavram tek tanrıdır. Durkheim, bu­na sosyalizm adını vermektedir. [Sosyalizmin, zihnimizde taşıdığı, üretimin ve üretim araçlarının bireyin değil, toplumun elinde olduğu şeklindeki kavramın tersine]. O şöyle demektedir; “Eski toplumda -ister aile olsun ister köy, ister kabile ve il olsun- toplu ruh esastır; aile ve topluma individüalizmin [bireyin asaleti, bireycilik ve bireysellik] egemen olduğu, her ailede beş bireyin, ör­neğin beş ben’in bulunduğu ve her birinin hepsinden ayrı olduğu, mutlulukların, programların, ilgilerin, dü­şüncelerin ve inançların ayrılık ve bağımsızlık taşıdıkla­rı ve hiçbirinin kendisini bir başkasının kopyası olarak görmediği bugünün tersine. Fakat eski ailede toplumda ve kabilede tek ‘ben’ bulunmaktadır ki toplumun kendi­sidir. Bu sosyalizm demektir, o ise individüalizm. Niçin toplu ruhun vahdeti? İlkel toplumlarda bireysel mülki­yet, sınıf, soy ve aile ayrılığı bulunmadığından ve iktisadî eşitlik söz konusu olduğundan, herkes bir olduğundan, bireyler ‘biz’ toplu ruhunda eridiklerinden, totem şek­linde görünüm kazanan tek ruh bulunuyordu.

 

TOTEMCİLİK; BEDEVİ TEVHİD

 

Mabud’un tek olduğu totem bedevi tevhid açıkça gö­rülmektedir. Durkheim ve Muller, şöyle demektedirler; “Bütün vahşi ve bedevi dinlerin ilk şekli totemciliktir.” Ben de bu inancı benimsiyorum. Bu nedenle bedevi şekil ve görünümlü tevhidin, dinin ve tek tanrıcılığın ilk şekli olduğunu, mabudunun hayvan ya da bitki veya bir nesne olmasının onun bedeviliğiyle ve düşünsel geriliğiyle ilgili olduğunu söylüyorum. “Tevhidi anlamak için filozofvari bir zihin taşımak ve mantık bakımından ileri bir âlim olmak gerekir.” diyen Hume gibi kimselerin tersine, bedevi insanın, özgür ilkel yaratılışında, yaratılışsal ve doğal biçimde tevhidî eğilim taşıdığını söylüyorum. Sonra, za­manın geçmesiyle toplumun biz’i birkaç ben’e dönüşür ve toplum birkaç sınıfa, sınıf birkaç kesime ve kesim de birkaç bölüme ve gruba ayrılırlar. Tek tanrıysa birkaç tanrıya dönüşür. Her bir tanrının buyruğu altında birkaç tanrıça bulunur. Gökte, dünyada, fizik ötesinde ve insanın zihninde bir Panteon oluşur, tanrılar bir manzume haline gelirler; büyük tanrı ortadadır, küçük tanrılarsa onun çevresinde dönüp dururlar. İşte bu çok tanrılı dün­ya görüşü, tam olarak, sonraki bozulmuş toplumsal dü­zenden kopya edilmiştir.

 

İKİCİLİK; HAYRIN VE ŞERRİN YORUMU

 

Yeryüzünde ‘biz’, hâkim ve mahkûm, efendi ve köle, ağa ve uşak, aşağı ve üstün, varsıl ve yoksul, patron ve serf diye bölünürken gökte de tek Tanrı, hayır ve şer tan­rısı olmak üzere ikiye bölünür. Toplumda ortaya çıkan hayrın ve şerrin yorumlanışında ikicilik ve seneviyet varlık kazanmıştır.

 

ÜÇLEME

 

Sonra egemen sınıf, tarih boyunca, tek malik, tek efendi olan, parası ve gücü bulunan tek güç durumun­dayken halkın gelişmesi, bilimin gelişmesi, anlatımın geliş­mesi, aldatmanın gelişmesi, nifakın gelişmesi, üçkâğıtçılığın gelişmesi, tekniğin gelişmesi, gerileme ve uyuştur­ma dininin gelişmesi nedeniyle üç boyutlu oldu ve efendi olan, elinde kırbacı bulunan ve başka bir şeyi olmayan egemen güç, gelişerek üç çehre altında halkı alt etti; Bir çehre, iktisadî gücün tezahürü oldu; bir çehre siyasî gücün tezahürü haline geldi; başka bir çehre dinî gücün te­zahürü şeklini aldı. İnsanların yaratılışsal duyguları ­tanrıya tapınmaktı. Üniforma, özel ayrıcalıklar ve özsel yorum kazanmış olan aracılar üniforma buldu kendine. Bu aracılar, öz, hukuk, konum ve rol bakımından halk­tan ayrılarak halka egemenliği Tanrının temsilcisi sıfatıyla elde ettiler. Yaratılışsal ve insanî bir sürükleniş biçiminde sürekli olarak güneşe yönelen bir zerre gibi Tanrı’ya doğru sürüklenen ve aşk besleyen halk, bu ara­cılara tutsak oldu. Sadece kırbaçlama diliyle köleyle ko­nuşan kişi, konuşmasını ve davranışını geliştirdi. Din ise -ki toplum ve bireyin yaratılışında, vicdanında ve derin­liğinde büyük bir toplumsal güçtü- bu sınıftan bir grubun elinde bir yorum aracı durumuna geldi.

 

Bundan önce kırbaç vuran kişi, eğitme işini de üzeri­ne aldı ve soysuz, vahşi ve yabani köleleri, soylu, uysal ve medeni yapmaya koyuldu. Böylece üç işi bir arada yapı­yordu. Yavaş yavaş her şeyin gelişmesiyle tek sınıf, üçlü tek sınıf şeklini aldı. Sonra ise, iki boyutlu, iki sınıflı dü­zenin açıklayıcısı durumunda bulunan şirk tanrısı, üçlü biçimde görünüm kazandı ve üç çehreli oldu.

 

YARATICI DEĞİL, TANRI

 

Sayıları birden çok olan bu tanrılar, yaratıcı değildir­ler. Bu inancı sabit kılan en sağlam delillerden biri şu­dur; “Başlangıçta tek yaratıcı bulunmakta olup, sonra­dan tanrılar ortaya çıkmışlardır.” Bu ayrı ayrı, sayılı tan­rılar ve mabudlara rab adı verilmektedir; Farsçada da Hodavendigar, Yaratıcı’ya yani Halik’a gelince; o, dünyanın insanın ve varlıkların yaratıcısıdır. Tarihte tanrılık savında bulunan ve Kur’an ve İslam’ın müşrik bildiği kimseler ise yaratıcılık savında bulunmadılar ve biz yaratıcıyız, insanı yarattık, demediler. Firavun biz­den çok daha dindardı. Musa ortaya çıktığında halkı şöy­le korkuttu; Musa dininizi elinizden alıyor, sizi dinsiz ya­pıyor. Tanrılar bize ve size gazaplanacaklar; Mısır yok olacak. Bugün bile, Firavun’un tarihi, dini, mezhebi, ta­pınması ve mabudları birer birer ve dakik olarak dinler tarihinde belirgindirler. Firavun hikâyesi söyledikleri gibi sadece bir ef­sane değildir. Tarih onu tanımakta ve ondan söz etmektedir; o, dindardı, tapıcıydı. Fizik ötesine inanıyordu, tanrılara tapınıyordu. Fakat tanrılık savın­da bulunurken şöyle demiştir; ‘Ene Rabbikum illa ala’. Yoksa ‘Ene halikakum illa ala’ dememiştir. Yani demiş­tir ki ben sizin büyük efendinizim; efendilerinizin efendi­siyim ve hayatınızın ve halklarınızın yazgısı benim elim­dedir.

 

Dolayısıyla şirk, yaratma ve yaratıcılıkta değil, rububiyette gelişmiştir [bu konu önemlidir].Tanrılar, hiçbir za­man yaratıcı olarak çoğalmamışlardır büyük yaratıcının yanı başında. Tersine, rab, rabbu’l-erbab rabbu’l-envas ve rabbu’n-nas olarak büyük yaratıcının çevresinde ço­ğalmışlardır. Çünkü tarihte tanrı, yeryüzü tanrıları ve halk tanrıları oluşmakta, çoğalmakta ve çeşitlenmekte­dirler. Gökte de, rab ve tanrı biçiminde çoğalmaktadır­lar.

 

Şirk tanrılarından hiçbirinin adı, yaratıcı anlamına gelmez; hepsi baba, sahip, sultan, üstün, müstebit, mü­tekebbir, egemen, muktedir, mazhar vb. anlamlarına gelir. Bu, şirk tanrılarının şirk rablerinin tecellisi olduk­larını göstermektedir. Onlar gökte, yeryüzünde ve halk­la ilişkide bu vesileyle çoğalıp, yorum kazanan yeryüzü tanrılarının birer ışığı ve yansımasıdırlar. İşte burada İbrahim’in tevhidî anlamını bulmaktadır. Çünkü eğer İbrahim baltayı eline alıp putları kırıyorsa bu, cahil bir grubun yanlış yere mabud olarak benimsedikleri birkaç heykeli kırıyor anlamında değildir. Tersine, gürzüyle insana, maneviyata, ruha, tarihe, insanlığa ve kitleye egemen olan toplumsal altyapıyı yıkmak istemektedir. Bun­lar -putlar- o düzenin sembol ve göstergeleridirler. Bu gürz ise diridir, varis istemektedir; tarihsel bir olay ola­rak değil, toplumsal bir gerçek olarak hep sürmektedir ve sürecektir.

 

Tek ‘biz’ toplumunun hâkim ve mahkûm diye iki sı­nıfa ayrıldığı ve tek insanın [Âdem] aşağı ve üstün, efen­di ve köle [ben ve sen] diye ikiye ayrıldığı tarihin başında ikicilik ya da hayır ve şer tanrılarının oluşturduğu iki tanrıcılık ortaya çıktı. Bu dinde tek bir güç olan egemen sınıf [Kâbil], ilerlemenin etkisiyle, üç boyutlu duruma geldi; Güç, para ve ruh; sermayedarlardan, yöneticiler­den ve ruhanilerden oluşan üç sınıf. Tek tanrı da üç çehre kazandı; Baba, oğul ve kutsal ruh.

 

İlginçtir ki Kur’an küçük bir sureyle son bulmakta­dır; Hem de istiaz [Allah’a sığınma] suresi adıyla. Hem de Peygamber’in Allah emriyle sığınması; Kur’an’ın so­nunda. Anlatım biçimi oldukça anlamlıdır; Allah, Nas [Halk kitlesi] ile tamlama oluşturmuştur ve bu üç kez yi­nelenmiştir. Her defasında Allah, kendi zatına özgü bir sıfat ve güçle nitelenmiştir.

 

“Kul e’uzu bi rabbi’n-nas, meliki’n-nas, ilahi’n-nas”. Birinci ayette; Halkın efendileri sınıfından halk kitlesine egemen olan efendi gücü olumsuzlanmaktadır. İkinci ayette; Halkın yöneticisi olan sınıfın mülukiyet [malik olma] gücü, üçüncü ayette; İslam dışı mezhepte ilahî bir öz, maverai ve görsel bir yapı taşıyan ruhaniler sınıfının ulûhiyet gücü olumsuzlanmaktadır. Bu üç gü­cün Allah’a özgü kılınması, halka egemen olan üç sınıfın ya da bireylerin böylesi güçlere sahip olduklarını ileri sürmelerinin tanrılık iddiası olduğu ve bunu kabul etme­nin de Allah’tan başkasına tapınmak olduğu anlamında­dır. İslam, sürekli olarak “Hüküm ancak Allah’ındır” “Din tümüyle Allah’ın olur.” ve “Mal Allah’ındır” diye yi­nelemekle İbrahimî tevhidin baltasını halka egemen olan sınıf şirkine ve üçlemeye, yani siyasi istibdada, iktisadî istismara ve dinî eşekleştirmeye indirmeye ça­lışmaktadır. İnsanların dinî hidayetinin de yalnızca Al­lah’ın elinde olduğunu, Peygamber’in bile bu işte bir rolü olmadığını, onun işinin sadece mesajı bildirmek olduğu­nu yinelemesi, kimi zaman Peygamber’in manevi hida­yete, halkı doğru yola, kulluğa ve dine inanmaya yönelt­mek için kendini zorluğa atmasını, sıkıntı çekmesini ve bitkinleşmesini, sen başkalarının küfründen, dininden, sapıklığından ve hidayetinden sorumlu değilsin; Allah kimi dilerse yola getirir, kimi dilerse sapıklıkta bırakır, “Bil ki sen sadece bir uyarıcısın.” [İnnema ente müzekkir] diye eleştirmektedir. “Peygamber’in işi sadece tebliğdir” [Ma ale’r-Resul ille’l-belağ]. Burada İslam, insanlık tari­hinde Tanrı’nın ya da tanrıların temsilcisi sıfatıyla ve din, ahlak ve halkın hidayeti adına kendilerine özel hak­lar, seçkin toplumsal mekân kazandıran, kendilerini hatta insanüstü bir kişilik ve soy, ilahi bir ruh ve nur ta­şıyıcısı durumuna getiren, ilahi bir doğaları bulunduğu­nu sayan, halkın hidayetinin sorumlusu, yerle göğün ile­tişimini sağlayıcı, Tanrı ve insanlar arasında bir aracı ol­duklarını ileri süren ve bu yolla halkın duygu, düşünce ve iradesine zincir vuran; hepsini dinî istibdat[1] rejimi­ne tutsak kılan, dinin gerçeğini çıkarları doğrultusunda saptıran, kendi sanılarını Allah’ın kitabına [Kur’an’a] nispet eden, halkı kendilerine tapınmaya, kendi buyruk­larını körü körüne taklit etmeye zorlayan ve çoğunlukla üst seviyedeki iki komşusuyla, kendilerini “meliki’n­-nas” ve “rabbi’n-nas” olarak bilen baskı ve sermaye sını­fıyla birlik olan sınıfsal rolü ortadan kaldırmaya çabala­maktadır.

 

Tanrıyla kul arasında doğrudan ve aralıksız bir iliş­kiyi gerçekleştirmekle, böylesi egemen güçlerin sınıfsal resmiyetini olumsuzlayan ve halkın gerçek anlamda bi­linçlenmesinin, özgürlüğünün, seçme yeteneğinin ve hi­dayetinin yolu üzerindeki bu büyük engelleri ortadan kaldıran İslam’ın yaptığı sadece din âleminde değil, kül­tür, bilim ve düşünce tarihinde de en büyük devrimci ey­lemdir. Akıl ve bilgi üzerinde egemen bir güç, hareketin, ilerlemenin gerçeği bulmanın ayağında tutsaklık bağı durumundaki ruhani yerine âlim’i oturtmaktadır; ­İslam-Şinasi’de söylediğim gibi bu, toplum için zorunlu, bilinç verici ve uyandırıcı gereksinimdir; dinî görüşün yetkinleşmesinde, İslam bilgisinin yayılmasında önemli bir etkendir. Yola ışık tutan, hakikatin müçtehidini ara­yan, cehalet ve sapmayı yerle bir eden bir gereksinimdir.

 

Bu küçük surede bunca tekrar niçindir? “Kul e’uzu bi rabbin-nas” yeterli değil miydi acaba? Hayır, yeterli de­ğildir. Çünkü halkın efendileri o “ilahi’n-nas”tır; bizse “rabbi’n-nas”ız; onun benim ve sizin rabbiniz olduğunu kabul ediyorum, ama ben sizin rabbinizim, diyebilir­lerdi. Allah, ‘nas’ın sadece bir rabbi bulunduğunu, onun da Allah olduğunu; tek mabuddan başkasının bulun­madığını, onun da Allah olduğunu belirginleştirmekte­dir. Tarihte insanın özgürlük etkeni olan tevhidde ubudiyetin anlamı işte budur.

 

Dolayısıyla, tarih felsefesi olarak, sözlerimin özeti şudur; Toplumbilim bakımından, ilkel komün toplumun­da sınıf birliği egemen olduğundan ve aynı şekilde Durkheim’in dediği gibi, ilkel toplumda -göçebe sosya­lizmde- tek ruh, insan toplumlarına egemen ruh duru­munda olduğundan, sadece ve sadece, toplumbilim ve ta­rih felsefesi çözümlemesine göre, dinin doğal tezahür ve tecellisi, tevhid olmalıdır.

 

Ayrıca, tarih, tüm bu şirklerin ardında tevhidin gizli olduğunu göstermektedir. İşte bu yüzden, tanrılardan söz eden tüm efsaneler içinde hem tek tanrı bulunmakta, hem de başka tanrılar sonsal olarak yer almaktadırlar. Bu yüzden, genellikle tek tanrı, yaratıcıyken sonsal tan­rılar rab ve efendidirler. Bu yüzden, tarih boyunca insan toplumunun değişimi, hep ortak katılımdan, birlikten, ilkel iktisadî, sosyal, sınıfsal eşitlikten kölelik, çatışma, sınıf, sömürü, aldatma düzenine doğru olmuştur. Tüm dinlerde, geçmiş altın çağa bir özlem ve zulüm, bahtsız­lık, bozgunculuk ve sapma dönemine geçiş bulunmakta­dır [İslam kültüründe Nuh hikâyesinde, Sümer hikâyelerindeki Nuh hikâyesinde, hatta bir Kızılderili efsanesinde[!] bunu görebiliriz]. Dini tevhide dayalı o ge­nel eşitlikten, toplumsal çatışmaya dayalı dinî şirk döne­mine geçiş söz konusudur. Tarih boyunca, önce tevhid bulunmuştur. Beşerî vahdetle uyumlu olarak da ilahi tevhid vardır [Radha Krişna’nın söylediği gibi]. Daha sonra tarihte soy, sınıf, aile, grup ve değer ayrılığı oluşmuştur; bu ayrılıkla uyumlu olarak da, ilahi ayrılık, yani şirk vardır. Şirk, sınıf ve soy düzeninin toplumda iyiye yoruluşu olup sonradan ortaya çıkmış bir düzendir. Tev­hid ise, tarihin ilk döneminden başlayan bir düşünme tarzıdır; çünkü insanlık tarihinin başlangıcındaki sı­nıfsal tevhidle uyumludur. Sonra tarih boyunca halk kit­leleri, dinî ve toplumsal şirkin kurbanı olmuşlardır. Bu nedenle de toplumsal ve tarihsel şirkin kurbanı olmuş­lardır. Bu nedenle de toplumsal ve tarihsel tevhidi sağla­mak ve gerçekleştirmek, sınıflara, soylara ve insanlığa birlik bağışlamak arzusundadırlar. Bu yüzden tevhidin şiar ve görüşü, şirklerin kurbanı olan halk kitlesinin yö­nelişleriyle, çıkarlarıyla, arzularıyla ve görüşüyle uyum içindedir. İslam’ın, sadece ona tapmak, sadece onu öv­mek, ondan başkasından yardım almamak, ondan baş­kasından korkmamak, ondan başkasına yönelmemek, onun dışında hiçbir şeydeki, hiçbir topraktaki, hiçbir ki­şideki hiçbir güce, hiçbir güçlülüğe inanmamak gerekti­ği” şiarı, insanları parça parça eden şebekeden -yani şirk­ten- bağımsızlığa kavuşma ve kurtulmada insanlarla birlik olma, onlara kılavuzluk etme anlamında tevhidin yüklendiği tarihi rolden ibarettir. Ayrıca tevhid peygam­berlerinin, seçkinler arasından değil, halkın içinden, ümmiler arasından çıkmaları rastlantı değildir. Çünkü seçkinler, ya ruhanilerdendirler, ya da tarihin aristok­ratlarından ve sermayedarlarından veya tarihteki şeh­zadelerden ve üst kademe insanlardandırlar. Her üç grup [ruhaniler, aristokratlar ve yöneticiler] da insanlık tarihinde ve dinde tanrısal üçlemenin üç tezahürünü oluşturan tanrıların tezahürüydü.

 

Dolayısıyla tevhid, hem bir vuruşta, insan toplumu­nun iki çatışık kutbunu ve ortaya atılan sahte Ahura ve Ehrimen savaşını yerle bir etmek ve kitleleri bağımsızlıklarına kavuşturmak, hem de bu vuruşla, sürekli ola­rak kitlelerin kurban edildiği sınıfsal teslisi, yani birbi­rine bağlı sapkın ‘din, para ve zor’dan oluşan üç gücü­n rabbaniliği, ulûhiyeti, mülkiyeti ve malikiyeti bir kılmak yoluyla ortadan kaldırmak, varlıkta tevhidi bildirerek tevhid düzenini hayatta yerleştirmek ve dünyanın ve dünya görüşünün altyapısı durumuna getirmek iste­mektedir. Dolayısıyla tevhid, kitlelerin hidayeti, halkın özgürlüğe, dinî sapma, iktisadî sömürü, siyasi istibdat kurbanlarının bağımsızlığa kavuşturulması rolünü, ay­nı şekilde halkın son arzusuna ulaşma -tarihe ve insanlı­ğa birlik bağışlamak, insanlığı düşünsel, iktisadî ve top­lumsal kulluğa ve köleliğe sürüklemekte olan tüm güçle­ri olumsuzlayarak insanı bağımsızlaştırmak arzusuna ulaşma- rolünü üstlenmiştir. Devrimci tevhid düzeninin önderlerinin tümünün, yoksun kesim -yani bu üç ege­men boyuta kurban edilenlerin en kurbanları- içinden seçilmiş çobanlar, işçiler ve zanaatkârların olmaları rast­lantı değildir.

 

İşte burada, Allah’ın, tevhidin dünya görüşü esasın­ca kitlenin kurtuluşu için, insanı bağımsızlığa -bu ayrı­lıktan, şirkten ve parçalanmadan bağımsızlığa- kavuş­turma önderlerini halkın kendi içinden, kitlenin kendi içinden, işte bu ümmiler arasından seçtiğini görüyoruz. Çünkü önderler, açlığı, kırbacı, sıkıntıyı, zulmü, köleliği ve insanî aşağılanmayı duyumsamış, canlarında ve tenle­rinde yaşamış olmalıdırlar; aristokrasiyi, zorbaların ege­menliğini, savaşanların yağmacılıklarını, insan aklının düşmanlarını, ilahi mesajı ve dinin gerçeğini bozan ah­bar ve ruhbanın uyuşturma, taklit, taassup ve donukluk yolundaki büyücülüğünü, tanımış olmalıdırlar. İnsanlı­ğın gövdesini parça parça eden ve doğanın, hayatın, ilmin, güzelliğin, sanatın ve gücün maddi ve manevi bütün değerlerini ve hatta ahlakî ve dini erdemleri tarihin göz nuru olan ağalara bağışlayan ve insanların çoğunluğunu çileye, yoksunluğa, çalışmaya, açlığa, cehalete ve türlü türlü köleliklere düşüren ırk rejimlerini, kavmiyeti, ırk­çılığı, sultacılığı ve tarihe egemen olan sınıfsal parçalan­mayı derinlemesine anlamış ve insanın tüm sıkıntıları­nı, kitlenin dertlerini, insanlığın düşmanlarını, tüm çağ­ların, yeryüzündeki tüm nesillerin insanının arzularını sadece anlama ve bilme yetisiyle değil, tüm vücutlarıyla, ateşin deriyi ve eti yakışını olduğu gibi duymalıdırlar. Hakikat, Allah, yarın, kulluk, hidayet, erdem, ahlak -Ef­latun, Aristo, Konfüçyüs, Lao Tzu ve Budha’nın söz ettik­leri gibi- konularına, bilginlere, filozoflara, zahitlere, ariflere özgü ve medreselerde ele alınan konulara dala­rak ümmi halka, kitle hayatına ve mahkum kesime ya­bancı kalmamalı, tarihin lanetlenmişi ve yeryüzünün cehennemlikleri olmamalıdırlar. Tersine, temsilcileri, seçkinler ve ruhaniler dışında kimsenin yol bulamadığı, hepsi de egemen sınıftan olan ruhanilerin beyinleri, ilimleri ve dini bilgileri dışında halk içinden hiçbir ruhun ve duygunun ulaşamadığı Tanrı, gökten ve melekuti alandan sokağa gelmeli, benim ve senin yoksulluk sofra­na oturmalı, arş-ı kibriyadaki makamı, yetimin yanağın­da zulümle akıtılan selden sarsılmalı, bir mazlumun boynuna zulüm çizgileri çizen bir kırbaçtan gazaba gel­meli, tarih boyunca yeryüzünün varisi olan ve insana, tanrılık tahtına, tanrılığa, büyük tanrıyla yakınlığa ege­men olan yeryüzünün tüm galiplerini bir yana fırlatma­lıdır. Elçisi ise, insanın kurtuluşunu, tutsak yığınların özgürlüğünü, zillete boyun eğmiş olanların ve parçalan­manın kurbanlarının izzetini sağlama yükümlülüğünü üstlenmeli, hanlık sarayının kapısında eğilmemeli, insa­nın Allah’a kulluktaki aşk ve fıtratını, baskı gücünün ve paranın ayaklarına sermemelidir.

 

Tevhid risaleti, özgürlük ve eşitlik risaletidir; tarihe ve insanın yazgısına egemen olan çatışma ve ayrılmaya birlik bağışlama risaletidir. Tevhid risaleti, tutsak yığın­ların kurtuluş risaletidir; yeryüzünün süreğen lanetlile­rine veraset bağışlama ve zamanın mustazaflarına izzet bağışlama risaletidir. Bu yüzden, tevhid Tanrısı, ümmi­ler arasından elçisini seçmektedir; kitle arasından, tari­hin en yoksun kurbanları arasından. Çünkü elçi, onların yanı başında olmalıdır, onların cinsinden olmalıdır. Aris­tokratların, yöneticilerin, filozofların, ariflerin ve toplu­mun seçkinlerinin diliyle değil, kitlenin diliyle, halkın diliyle konuşmalıdır. Çünkü onun muhatabı halktır. Çünkü onu gönderen, halkın Tanrısıdır, halkın Rabbi­dir, halkın melikidir, halkın dostudur.

 

Şirkin -tüm şekilleriyle; putperestlik, tür tanrıları­na tapınmak, çok tanrıcılık, üçleme [üç tanrıcılık] ve iki­cilik [iki tanrıcılık]- tarihsel şirkten [yani insanlık tari­hinde çok soyluluğun, çok özlülüğün, çok sınıflılığın dinî, felsefî ve metafiziksel yorumlanışından] bir yansıma ol­duğu esası göz önüne alınırsa, şirk karşıtı, şirkin inanç alt yapısını olumsuzlayıcı olan tevhidin, güçlü, köklü ve devrimci bir tarihsel rolü bulunan, insanın serüveninde­ki tarihsel birliği, soysal, özsel ve sınıfsal birliği açıkla­yan bir etken olduğunu, tarihsel parçalanma ve ayrılma­dan kaynaklanan tüm güçlere karşın, insanın tarihinde insanî birliği ya da tarihsel tevhidi gerçekleştirmeye ça­balayan nihai ve evrimsel tarih hareketini, tüm sınırları, tüm kısıtlamaları, tüm mesafeleri, tüm dereceleri, tüm çatışmaları yok etme yönünde hızlandırmaya çalışan ve sonuçta tarihi yazgıda ve insanın nihai takdirinde her yönüyle tekliği gerçekleştirmeyi muştulayan bir etken olduğunu görürüz.



[1] Terim, merhum Naini’ye aittir. O, meşrutiyet döneminin seç­kin âlimi olup son dönemin bilgin ve mercilerinden birçoğu onun öğrencileridirler. “Tenbihu’l-Umme ve Tenzihu’l-Mille” adlı değerli kitabında [Ayetullah Talegani, bu kitaba önsöz ve açıklamalar yazmıştır] kullanmıştır bu terimi.