Bu konu, tarihte, kültürde, felsefede ve dinde hep gündemde olmuştur; bugün de her zamankinden daha çok gündemdedir; Bir insan nasıl yaşamalıdır? Nasıl bir tavır takınmalıdır? Bu iki sorudan önce de daha hassas bir soru cevap beklemektedir; “Ne durumda bulunmalıdır?” yani “Nasıl olmalıdır?”
Topluca ahlakın ya da insanbilimin söz konusu olduğu bu temel sorularda şu konuyu ele almak istiyorum;
Bir inanç olarak, özellikle de bir dünya görüşü olarak tevhidin nasıl bir rolü bulunmaktadır? Tevhide inananlar -ki çoğunlukla inanmaktadırlar- için, özellikle büyük, faal ve geniş zihinlerinde tevhidin bir dünya görüşü biçiminde söz konusu olduğu kimseler için, ahlak sorunu, hayır ve şer sorunu, özveri sorunu, değerler sorunu, sonuç olarak toplumsal davranışın niteliği ya da insanî ve bireysel yaşayışın niteliği bir başkasıyla ve başkalarıyla olan ilişkide nasıl olmaktadır? Tevhide inanmak yeterli değildir çünkü tevhidi tanımak bu etkileri taşıyabilir ancak. Yoksa tevhide inanmanın kendisi, her başka öğretiye, her başka dine, her başka çağa ve her başka kişiye olan inanç gibi tanımayla iç içe olmazsa etki ve yarardan uzaktır. Bizde eksik olan; inanç değil, tanımadır. Bu konu, sadece tevhidde değil tüm dinî konularımızda da söz konusudur. İşte bu tanıma eksikliğimiz yüzünden, bütün inançlarımız kısır ve sonuçsuz kalmış, olumlu inançlarımız bile olumsuz sonuçlar vermiştir.
Ahlak kelimesinden sonra hemen insanın nasıl oluşu felsefesini ya da insanbilim felsefesini ekliyorsak bu, ahlak kelimesinin dilimizde ve zihnimizde son derece içeriksiz, ayağa düşmüş, yoksul ve cazibesiz bir kelime olmasındandır.
Bugün, dilimizde ahlak, geçmişten gelen ve yaşlıların ve çoğunluğun onayladığı bir dizi geleneklere, adetlere ve davranışlara boyun eğmek anlamındadır. Ahlaklı insan ise, bu geleneklere, bu ilişkilere ve davranışlara boyun eğmiş kimsedir. Dolayısıyla mantıksal çözümlemede ahlaklı insan, geleneksel insan biçimine girmektedir. Yani toplumun ittifak ettiği geleneksel törenlere, adetlere ve inançlara inanıp bu yönde davranan kimse, ahlakî temelleri kendinde taşıyan bir insandır; tüm bunları benimsemeyen ya da bu geleneklerden biri karşısında başkaldıran insan ise sapkın ya da fasit bir insandır.
Bu sözünü ettiğimiz, genel algılayıştaki ahlaktır. Bir başka ahlakımız daha bulunmaktadır ki bilimsel bir biçimde tedris edilmektedir. Bu ahlak, gerçeklik ötesi ve pratikte gerçek insanların gerçek yaşayışında bir etkisi bulunmayan soyut dinî konuları içermektedir. Bizim kültürümüzde de bir bakıma, felsefeyle ve tasavvuf ruhuyla karışık kelam ilmi, toplam olarak, bizim ahlak dersimizi ya da ilmimizi oluşturmaktadır ki bu çoğunlukla bireysel ahlaktır ve daha çok tasavvufî görüşle, içrekçilik [Batınilik], züht ve tezkiye ile bir karışım oluşturur ve dinle yorumlanır. Bu nedenle bu konuların yanında ya da arasında imamlara mensup bir miktar rivayet de bulunmaktadır, fakat bunların varlığı, bu konuların İslam’ca onaylandığı anlamına gelmemektedir. Çünkü çeşitli bilginlerin, çeşitli düşüncelerle, hatta düşünce ve inanç bakımından çelişik yönlerle, Kur’an ayetlerini ve imamların sözlerini kullanarak kendilerini açıkladıklarını görüyoruz. Cebr’e inanan, bir dizi ayet ve rivayeti, düşünce ve inancının ve savunduğu konunun yanı başına yerleştirirken, mutlak özgürlüğe inanan biri de aynı yola başvurmakta, hiçbir şeye inanmayan biri de yine aynı araçları kullanmaktadır. Pisliğe ve zillete tutsak olmuş biri de zilletinin karşısında boyun eğmesini de yine ayet, sünnet ve hadis aracılığıyla açıklamaktadır. Öyleyse, bir kitapta ya da bir konferansta ya da bir hutbede ve bilimsel bir konuda kimi ayet ve rivayetlerin bulunması, o konuların, o konuşmaların İslamî oluşuna delil değildir; isterse bu rivayet ve hadislerin tümü yüzde yüz doğru ve asil olsun, bir şey değişmez. Eğer bunların asilliğinde de kuşku varsa, ödevleri açıktır.
Gerçek ve doğru tanımında ahlak, ideal insanın kişiliğinin temel boyutlarının çizilmesi anlamındadır. Ahlakî konu ise, değerler [valeurs] sorununu açıklayan konudur. Değer ise, yararlı, ters, kimi zaman da çelişik özel kavramlar ya da ölçütlerdir. Zihnimizde ‘değer’in sahip olduğu kavram, iktisadî anlam taşımaktadır ya da değer ve eder anlamındadır; değerin insanın bir şeyle, bir bireyle ya da özel bir davranışla olan özel ilişkisinden ibarettir ki onda yarar ve çıkar yoktur, tersine yarar ve çıkarın olumsuzlanması ve zarar söz konusudur. Buna göre, değerin kendisi, insanı, biri yararcılık ve çıkarcılık açısından, ötekisi de değercilik ve değere önem verme açısından dikkate değer olan iki olgu ya da davranış karşısında, değeri seçmeye, kendi çıkar ve yararını elinin tersiyle itmeye zorlamaktadır.
Bir birey için bir çıkarın bulunduğu herhangi bir yerde kişi, bir şey için çıkarı bir yana ittiyse, elinin tersiyle onu ittiyse, onun, bir değer karşısında bulunduğu anlaşılmaktadır. Hayatta kalmak ve yaşamak insan için bir yarardır. Fakat kendi canını -ki can bütün çıkarlar için en iyi ölçüttür, en büyük çıkardır- verdiğinde, çıkarlarının ve yararlarının, hayatta kalmanın ve olmanın üzerinde bir değerin karşısında bulunduğu ve bu değeri seçtiği anlaşılmaktadır. Böyle bir kişi şehittir. Bu aşama, değerlerin büyüklüğünün doruğa ulaştığı aşamadır. Daha alt aşamada, en alt aşamada bir yer vardır ki örneğin bir kahvede arkadaşlarınızın parasını ödemek ya da bir yolda giderken birkaç yolcuya hiçbir çıkarı göz önünde bulundurmadan yardım etmeniz bu gruba girer. Orada sizin için bu iş asil olmuştur, çıkar karşısında bir değeri seçmişsinizdir. Yani değeri korumak düşüncesiyle zararı kabullenmişsinizdir.
Değer ve çıkar konusunu bu dershanedeki oturumlardan birinde ele almıştım. Orada bir köylü vatandaşımızın şöyle bir atasözü söylediğini belirtmiştim; “Sen gül bahçesinde gül derersin, o ise ocakta tezek.” Ve ben O’nu hafife aldığını ve seni övdüğünü sanıyordum. Fakat gördüm ki tam tersine, tezek toplayanı övmüştür; çünkü yararlı bir iş yapmaktadır. Gül dereni ise yermiştir; çünkü yararsız bir işe el atmıştır.[1]
Bu, çıkarın esas oluşu ve değerlerin olumsuzlamasıdır; günümüzün maddi medeniyetinin ve insanlığın yürüdüğü yoldur. Utilitarism [yararcılık ve değerlerin esas oluşunun olumsuzlanması] günümüz insanının hayat felsefesidir; zihinsel, düşünsel ve ahlakî hareket çizgisi. Değer ve çıkar konusu, ahlakın en temel konularındandır.
Mevcut insan, daha çok yarar ve çıkara eğilimli olan insandır. Arzu edilen ve ideal insan ise, olması gereken, bütün öğretilerin, bütün sanatların ve bütün dinlerin övdükleri ve en azından yaratma savında oldukları insandır. O, çıkarcı ve yararcı olmaktan değersel insana dönüşmüş insandır. Mevcut insan, değeri çıkara feda etmektedir çoğu kez. İdeal ve arzulanan insan ise tam tersine, çıkarı kolayca kurban etmektedir değere.
Dünya ve ahiret konusu, dinimizde, yeni insanbilimdeki ve günümüz ahlakındaki yarar ve değer arasındaki çatışma konusunu anlatmaktadır.
Genelin zihninde bulunanın tersine, dünya ve ahiret adıyla özel ve somut coğrafik mekânlar yoktur. Dünya bir sıfattır. Ahiret ise bir tür aşama, görüş, algılama ve çıkarımdır. Yani bu tek şey, benimle bir tür özel ilişkide dünyevi bir olgudur ve bunun tersi olan bir ilişkideyse ahiretlik bir olgudur. Hz. Ali [a.s.] nin Asım b. Ziyad Harisi’ye yaptığı tavsiye bu konuyu ortaya koymaktadır; Eğer bu büyük evi, bu serveti -ki yüzde yüz maddi bir şeydir- halka hizmet yolunda, büyük bir iş yapma uğrunda harcadıysan, bu ahiretlik bir olay olur. Eğer aynı şeyi, kişisel çıkarların için, özel hayatın için ayırdıysan, zulme, günaha, sapmaya ve dünyazedeliğe düşmüşsen, bu dünyevi bir olaydır. Oysa bizim zihnimizde, soyut, zihinsel ve gaybî olan ne varsa, ölümden sonrasıyla, fizik ötesiyle ilgilidir, ahiretliktir. Doğal, maddi ve duyulur olan ne varsa, o da dünyevidir. Fakat fizik ve fizik ötesi konusu, soyut ve somut konusu, aynı, duyumsanan ve gerçek [objektif] bir olgudan, zihinsel, ruhanî ve ideal bir olgudan söz etmek ayrı bir konu, dünya ve ahiret konusuysa ayrı bir konudur. Bunların birbirleriyle eş anlamlı oldukları sanılmıştır.
Para, ekmek, servet vb. maddidir, concrete’tir [somut] doğaldır, bu dünyasaldır. Ama benle olan bir tür ilişkide ahiretlik olmaktadırlar; bir başka tür ilişkide de dünyevi. Bu yüzden, kimi zaman, dinî bir edim, zihinsel bir görüngü, fizik ötesi bir iman dünyevi olmaktadır. Kimi zaman da yüzde yüz iktisadî ve maddi bir görüngü, cisimle, servetle ve refahla ilgili bir görüngü, teknik ve maddi olanaklarla ilgili bir şey, ahiretlik olmaktadır. Fakat bu çelişki, hepimiz de bulunan böyle bir metafiziksel görüşle çözülemez.
İslam, yoksulluğu mahkûm etmekte, ekmek ve serveti yüceltmektedir. Kur’an’da nerede fazlullah sözü geçmekteyse, orada maddi servet anlamı vardır, iman ve bilgi değil. Ve şu üç terim; her üçü de Kur’an’da ve hadiste maddi servet anlamına gelen maruf, hayr ve Allah’ın fazlı, Kur’an’ın maddî ve fizik hayata, maddî ve duyumsanır doğaya ne denli önem verdiğinin göstergesidir. Öyle ki Allah’ın Kur’an’da ettiği yeminlerden birçoğu maddi, duyumsanabilir ve doğal nesne ve olgularadır. Kur’an surelerinden pek çoğunun adı maddi, gözle görülür, toplumsal ve gerçek beşerî olgulardan alınmadır. [2]
Ahlak konusu, hem eski din bilginleri arasında, hem günümüz felsefe öğretilerinde; materyalizmde, diyalektik materyalizmde, sosyalizmde ve egzistansiyalizmde bile gündemdedir. Ahlak konusu, sosyalizmde sadece gündemde olmakla kalmamış, bu öğretinin en temel konusunu oluşturmuştur.
Ahlakı ağabey ve büyük baba öğütleriyle bir tutmamak gerek. Ahlak konusunda, velilerin[!] çoğunun ve vaizlerin ve de öğretmenlerin düşündükleri ve düşünmekte oldukları gibi düşünmemek gerek.
Bir gün bir kız okulunun öğretmenler kurulunda, zavallı bir öğrenciyi öğretmenlerden bir kaçının önergesi üzerine süresiz ya da insaflı öğretmenlerin isteği üzerine on beş gün okuldan uzaklaştırmak istiyorlardı. Nedeniyse, öğrenciye, niçin eteğin kısa dediklerinde, herkesin önünde sınıfta bu öğrencinin, “Peki siz niçin misafirliklerde o kadar dar giyiniyorsunuz öğretmen hanım?” diye cevap vermesiydi. Daha büyük bir suçuysa gidip kütüphanede kitap okuması, birtakım konular bulması, öğretmenlerin işlediği konuların sağlıklı olup olmadığından, yeni ya da eski oluşundan söz etmesi, eleştirmesi ve bunlara karşı çıkmasıydı. Benim görüşümü sordular; dedim; “Haklı olarak okuldan çıkarma söz konusuysa, güçsüz öğretmeni kadir-i mutlak sanan, dikte edilen her şeyi yazan kuzu öğrencilerin tümünün okuldan ilişiğini kesmek ve davranışları sizin gözünüzde ahlak dışı olan öğrenciyi alıkoymak gerekir. Davranış, ahlak ve uyum notları yirmi üzerinden yirmi olan o necip öğrencileri toptan Behişt- i Zehra’ya sürmek gerekir.” Tarihin her döneminde din, felsefe, maneviyat, milliyet, toplum, insaniyet vb. adına, ahlak adı altında bir tür psikoloji, nitelik ve davranış tebliğ edilmiş olup bu, halk yığınının, egemen güçlerin sultası önünde baş eğmesinin felsefesidir. Bu egemen güç büyük bir imparatorlukta bir imparator olabilir; birkaç reaya önünde bir bey ya da bir hacıağa olabilir; bir beyzade, bir vergi memuru, birkaç fabrika işçisi olabilir. Ayrıca bir ailede çocuk karşısında bir baba da olabilir. Bu yüzden Hıristiyanlık ahlakını -kilisenin oluşturduğu biçimiyle- Bizans sömürüsünün elinin altında bulunan köleler ve horlanmış kavimler için imparatorluk rejimi ve Roma’nın sultacı ruhu yararına üretilmiş bir ahlak olarak görmektedirler.
Genellikle, tümden barış, herkesi sevmek, öç alma ve tepki ruhunun olumsuzlanması, sessiz kalma, katlanma, tahammül ve soyluluk ruhu maddiyatın aşağılanması, hayat ötesi konulara ilgi ve içe kapanmak ve dışarıdan habersiz olmak tüm bunlar, dünyadan nasiplenen ve onu yağmalayan güçlerin saldırılarına, tecavüzlerine, sınırsız, engelsiz ve tehlikesiz olarak yayılmalarına yol açmada ve halkı kendi kendiyle ya da başka yerlerle meşgul etmede görevlidirler. Tasavvufun aristokraside rüşd etmesi, ahlakın bozulmasından ve günümüz dünyasında genç kuşağın isyanından korkulması, tarihin tüm soysuzlarının soyluluğun övgücüsü olmaları ve soylu insanları sevmeleri ‘soylu’nun iyi atın sıfatı olması, iyi atın, binmeye elverişli olan, makul, mantıklı ve gerçekten beğenilir bir ahlak ve tavrı bulunan at olması rastlantısal değildir.
Dolayısıyla ahlakın biri, bir kavmin ya da tarihsel bir aşamanın tarih ve kültürünün toplumsal, sınıfsal ve iktisadî düzeninden kaynaklanan toplumsal geleneklerden, belirtilerden, özelliklerden, davranışlardan ve göstergelerden oluşmuş bir dizge anlamındadır. Bu dizge öğeleri, göreceli ve değişken olup öteki toplumsal olgular gibi doğarlar, gelişirler, ölürler ve yerlerini yeni geleneksel olgulara ve yeni toplumsal ahlaka bırakırlar.
Ahlakın ötekisi ise, geçerli geleneksel ve toplumsal düzenlerin çoğunda bulunan ortak ahlakî ruh olup boyun eğme felsefesidir; içsel bağlara ve kayıtlara baş eğmektir. Ya da özel siyasal, sınıfsal ve iktisadî düzenin istikrar ve egemenliğinin uzun sürecinde, ruhta, vicdanda, tavırda ve görüşteki değişmez toplumsal yapıda, genel anlamda ise bir toplumun ruhsal gidişinde ve manevi değeri algılayışında yerleşen ve şekillenen olumsuz adetler ve özellikler dizgesidir. Örneğin karşılıklı ilişkilerde aşırılık, konuşma edebinde aşırılık, toplumsal davranışların son derece saygılı ve olağandışı ince olması basit bir hal hatır sormada bile öğrenmek için uzun süre alıştırmalar yapılmaktadır. Tüm bunlar, bizim toplumsal ilişkilerimize yansımıştır. Örneğin; “Dün sizi görmek için evinize geldim, yoktunuz” demek istediğinde “Saygıdeğer yüce hazretin ayaklarını öpme şerefini elde etmek için bir fırsat gözlemekteydim hep. Beyefendinin değerli vakitlerini işgal eylememek için, devletli kapınızın herkese açık bulunduğu bir zamanı kolluyordum. Ben de böylece öteki konuklarla birlikte dergâhınızın müritleri ve yakınları arasına katılabilmeyi, eşiğinizi öpüp azim feyizler alabilmeyi umuyordum. Bu arzuyla dün mübarek kabulünüzle şeref-yâb olabilmek için yüce hanenize geldim. Majestenin bir adamı, mübarek vücudunuzun dinlenmek niyetiyle uykuyu şereflendirmekte olduğunu söyledi. Bundan mütevellit, yüce kıblegahını ziyaret etmenin yüce nimeti şamil-i hal olmadı...” demektedir. [Bu edebinle ve edebiyatınla birlikte Allah canını alsın.]
Bu ahlak ve edep, sınıfların birbirlerinden uzak, değişmez ve aşılmaz bir mesafe taşıdığı bir düzenin ürünüdür. Bu yüzden, birbirleriyle ilişkide insanlar, uygulanması gereken birtakım karmaşık ve yerleştirilmiş protokollere, adab ve kurallara uymak zorundadırlar. Eski sınıfsal düzenlerde, aristokrasi ahlakı ya da saray adet ve kuralları [courtoisie], kitlenin egemen ve aristokrat sınıf karşısındaki saraylılar ve ruhaniler karşısındaki konumunu belirlemektedir. Hatta sınıfsal ilişkiler değiştiğinde bile bu ahlakın izleri genelin davranışlarında, sözlerinde, edebiyatında, maneviyatında, eğitim ve öğretiminde varlığını korumakta, gerçek toplumsal makam ve güç ortadan kalkıp bir makamdan boş bir kabuk geriye kaldığında bile sanlara, ünvanlara ve sözlü protokole daha çok ve daha aşırı bağlanılmaktadır.
Öyle ki İslam tarihinde “Hüccet’ül-İslam” sanı büyük Gâzzali’ye, “Sikat’ül-İslam” sanı ise Şia’nın bilimsel önderi Şeyh Tusi’ye özeldir. Fakat bugün, ev meclislerinde ravza okuyan birine bu sanların ikisini birden de versen, ruhaniyet makamına ihanet etme suçundan kelleni koparır.
Eski ve yeni ahlakta, Aristo’nun anlattıklarından tutun da Sartre’ınkilere değin hayır ve şerden söz edile gelmiştir. Yani ahlak, hayr’a çağıran ve şer’den alıkoyan bir ilimdir. Dolayısıyla, gerçek dünyadan söz eden bir ilmin gerçek dünyası doğa olursa o ilim, fizik olur; maddi öğelerden ve bunların ilişki ve bileşme eğilimlerinden söz ederse kimya olur. Eğer insanı esas alırsa insanbilim; yeri esas alırsa yerbilim, ağacı, bitkiyi esas alırsa biyoloji olur. Ama hayır ve şerden söz ederse ahlak ilmi olur.
Ahlakın gerçekleşmesi için, belirleme boyutlarından biri hayır ve şerdir, fakat ahlakın, hayır ve şerrin anlaşılmasıyla bitmemesi bir yana, bu haliyle bir hiçtir ahlak. Çünkü ahlak yalnızca hayır ve şer konusu olsa, bir zihin, kelam ve felsefe bilgisi biçimini alır ve ancak derslerde işe yarar. Böylesi ahlakın, toplumsal ve bireysel hayatta zerre kadar bir etkisi olmayacaktır. Dolayısıyla ahlakın sorunu, hayır ve şerrin belirlenmesi sorunu değil, insanın kendi sorunudur; hayır ve şer karşısında durmakta olan insanın. Bu sorun, hayır ve şerri ayrıştıranın, işleri hayır ve şer diye bölümleyenin değil, hayır ve şerri seçenin sorunudur.
Bir insanın nasıl yaşamasını ve nasıl olmasını konu olan ahlak -benim düşündüğüm gibi- üç temel üzerine yerleşmiştir [tek temele, hayır ve şer üzerine değil]. Ve her bir öğreti -ister dinî olsun, ister dindışı olsun, manevi ya da maddi, idealist ya da gerçekçi- bu üç temeli ele almalı ve açıklığa kavuşturmalıdır. Eğer ele alınmazsa, belirsiz kalır ve böylece ahlak yerleşmez ve gerçekleşme olanağı bulamaz. Bu üç temele ya da esasa gelince;
İnsan olmak ya da ahlak çadırının temel direği, tek kelimeyle ‘isar’dır. Tek başına ve bu denli kısa olduğu halde bunca anlamı kendinde barındıran böylesi bir kelime yoktur hiçbir dilde. İsar, kendi yarar ve çıkarlarına, başkalarının yarar ve çıkarlarını yeğlemek demektir. İsar, ahlakın doruğa ulaştığı bir edimdir. Bir kimse iki yolla -birinci yol kendi çıkarına, güvenine, var olmasına çıkarken, ikinci yol, tüm bunları, başkalarının yararına, onların mutluluğu uğruna terk etmeyi gerçekleştirir- karşı karşıya kaldığında, ikinci yolu, yani başkalarını seçerse ‘isar’da bulunmuş olur. Bu, kendi çıkarlarını yaşayışını sağlarken bireyin, bir yandan da başkalarının iyiliğini de düşünmesi ve başkalarının yaşayışlarını da sağlaması yolundan apayrı bir yoldur. Böyle olursa bu isar olmaz, ihsan olur.
İsar, oldukça büyük bir konudur. Ama edimin kendisinden de önemli olan -ki birey kendi çıkarlarını, gerçekten cömertçe, samimice, hiçbir şey beklemeksizin başka birine ve başkalarına bağışlar; kendisini yoksun ve mahkûm bırakır- bu edimin mantıksal ve aklî açıklamasıdır. Böyle bir edimi, bireyin, kendisine başkasını yeğlediği ve hiçbir karşılık -ne manevi, ne maddi- istemediği bir edimi akılcı olarak açıklayabilecek, yorumlayabilecek ve çözümleyebilecek, mantıksal olarak ortaya koyabilecek hiçbir toplumbilimsel ve insancıl felsefe ve öğreti bulunmamaktadır.
Üç çeşit edimimiz vardır bizim; Birinci çeşit, hepimizin bildiği ve sabahtan akşama değin boğuşup durduğumuz bir edimdir. Bir şeyler verir, bir şeyler alırız. Maddi bir iş yaparız ve maddi bir karşılık alırız. Kimi zaman da manevi bir iş yapıp maddi karşılık alırız; her iki durumda da değişen bir şey yoktur.
Yumurta verip şeker almam ya da bir miktar ücret karşılığında işimi falanca fabrikada satmam veya manevi mal -klasik ezberler ya da dinî ve dinî olmayan öğüt ve konuşmalar gibi- verip karşılığında ücret almam; para ya da ün veya makam ve güç [ne fark eder?] Her ne olursa olsun alışveriş yapmış olurum. Bir şeyler verip -manevi ya da maddi- bir şeyler -manevi ya da maddi- almışımdır [3].
İkinci çeşit; Bu türde, sofra, cep ve yaşayış masraflarından artanları bağışlayan kimseleri görmekteyiz. Bu bağışlamanın, onların hayatlarında az da olsa bir etkisi bulunmaz. Bu kişiler de ikiye ayrılırlar; Niteliği niceliğe feda edenlerle niceliği niteliğe feda edenler. Birinci türde, yüz liralık bir yardımda bulunduklarında, gazete ve dergi sayfalarının kendi adıyla doldurulmasını ve bütün dillerin, insan-sever bağışının tellallığını yapmasını isteyenleri görüyoruz. İkinci türdeyse, bağışları karşısında adlarının, radyoda, televizyon da duyurulmasını, gazete ve dergilerde basılmasını ve dile dolanmasını istemeyen kişileri görüyoruz. Bunların böyle yapmalarının nedeni, bu şekilde daha çok zevk almaları, gururlarının daha çok okşanmasıdır. Çünkü adları gazete ve dergilerde basılsa, adlar yığını arasında kaybolup gider; birtakım insanlar onun adını ve bağışladığı miktarı okuyup “ne cömert adam” derler, o da mutluluk duyar ve gururlanır, bu benim diye. Oysa bu adam ilginç bir yolla tatmin olup gururlanır; Yardımda bulunduğu birkaç kişinin övgüleriyle, övgü dolu şaşkınlıklarıyla gururu okşanır onun. Yardımda bulunduğu kişilere, bu parayı şu harcama için benden alın, fakat rica ederim benden söz etmeyin diye ricada bulunur. Buna dayanarak onu böylesine cömert olarak tanıyan bu birkaç kişi, meçhul bir adı radyodan duyan ve beyefendinin nazenin varlığının ayırımında olmayan binlerce kişiden daha hoşnut edicidir onun için. O, niceliği niteliğe feda etmiştir alışverişte.
Dolayısıyla, bağışlayanın hayatına hiçbir darbesi olmayan, yoksulluk ve sıkıntı getirmeyen ve sadece fazlalıklardan yapılan bağış, açıklamayı gerektirecek bir şey değildir. Çünkü ahlakî ve insanî eğitim ve toplumsal akıl, insanları bu işe zorlamak için yeterlidir. Her insanın gönlü, içgüdüsel olarak, vicdanını okşayacak işler yapmak ister. Fakat günümüzün akıl, bilim ve mantık yapısında -maddî dünya görüşünde, scientist dünya görüşünde, mantıksal dünya görüşünde, diyalektik dünya görüşünde, Marksist ve egzistansiyalist dünya görüşlerinde- dikkate değer olmayan şey, bireyin başkalarına, kendisine hıyanet olacak bir hizmette bulunması, bireyin kendisini tutsaklığa atacak şekilde başkalarının kurtuluşu için çalışması, kendi ölümü karşılığında başkalarının yaşamasını istemesi, kendi ekmeğini yakma karşılığında başkalarına ekmek araması, sınıf ve toplumun kurtuluşu için kendisinin ölmesine boyun eğmesi ve bütün yiyeceği açlığını giderecek kadarken, hepsini -yarısını ya da bir lokmasını da olabilir- bir başkasına bağışlamasıdır. Mantıksal olarak açıklanamayan işte budur ve adı da ‘isar’dır.
Nietzsche, 19. yüzyılda yaşamış bir filozof olup insanlığın övüncü büyük bir deha, büyük bir yazar ve bilgindir. Ve insanın o manevi sermayelerinden biridir aynı zamanda [ona katılmak ya da karşı olmak ayrı bir konudur]. Başlangıçta, sadece ‘güç’ü doğru olarak bilecek kadar sert olan bu filozof, ömrünün sonlarında kendi insanlığına döndü. Arabayla birlikte dereye düşmüş zayıf bir at gördü bir gün. Atın kalkmaya gücü yoktu. Arabacı ise kamçının verdiği acıyla atın kalkması için onu cellâtça bir acımasızlıkla kamçılıyordu. Nietzsche dayanamayıp arabacıya müdahale etti. Filozof Nietzsche, bir atı -sadece mazlum bir attı; Nietzsche’nin bile değildi- korumak için arabacıya saldırdı. Bir yandan bir filozofun, öte yandan da arabacının bulunduğu böyle bir savaşta kimin muzaffer olacağı malumdur. Nietzsche, arabacıdan yediği tekmeyle kendini yerde buldu ve öldü.
Nietzsche’in bu davranışı bir olaydır ve bir gerçeklik ve tüm dünyada benzeri vardır. Onca büyüklüğüyle Nietzsche’nin bir atın -at türünün değil tek bir atın- yazgısını düşündüğünü, kendi canını tehlikeye atacak, canını feda edecek kadar duyarlılık gösterdiğini duyunca Nietzsche’ye övgüler yağdırırız; davranışını, hayatında yaptığı en büyük ve en görkemli davranış olarak görürüz; belki de hayatında yarattığı en büyük yapıt olarak kabul ederiz. Oysa böyle bir davranış maddî felsefe bakımından, mantıksal açıdan açıklanabilir değildir. Çünkü kâr ve davranış arasında neden ve sonuç ilişkisinin bulunduğu ve sermaye yatırımıyla sonucun uyumlu olduğu davranış açıklanabilir bir şeydir ancak.
İnsan bir işe sermaye yatırırsa kâr umuduyla yapar bunu. Büyük bir sermayeyi, ufak bir kâr elde etmek için telef ederse, yaptığı şey akıl bakımından mahkûmdur; delice bir şeydir. Çünkü akıl ancak şunu anlayabilir; Bir işte harcanan şeyin tamamı toplanır ve sonra bu toplam, bu işten ele geçen şeyle ölçülür. Ele geçen şey, bu iş için harcanandan fazla ve üstün olmazsa akıldışı ve kötü bir iş yapılmış demektir.
Ebram adında bir aile dostumuz var. Ara sıra bize gelir; onunla bizim aramızda ne gibi bir benzerlik var da onun ilgisine konu oluyoruz, henüz bilemiyorum. Onun özelliklerinden biri terkip gücü olmaması, parça bölük düşünmesidir, ‘Ana, Baba! Biz Suçluyuz’ konferansını okuyup sadece ilk bölümünü alarak yargılamaya koyulan şu beyler gibi. Oysa bu konferans iki bölüme ayrılmakta ve birinci bölümde din karşıtı ve dinden hoşnut olmayan kız ve erkek evladın sözleri aktarılmaktadır. İkinci bölümde ise ben kendim eleştirilere din adına cevap vermekte ve saldırıları reddetmekteyim. Birinci bölümde din karşıtı kız ve erkeğin dilinden İslam’a saldırı, ikinci bölümde de dinin ve gerçek din kavramlarının benim dilimle savunulması yer almaktadır. Ama bunlar din karşıtı kuşağın sözlerini, benim sözlerim sanmışlar ve buna saldırmaya, yazılar yayımlamaya başlamışlardır; “Falanca, yaptığı dinî konuşmada Allah’ı, yarını ve dini resmen reddetmiş, Kur’an’ı, namazı, duayı ve her şeyi alaya almış ve tüm bunlara karşı birer birer bilimsel deliller getirmiştir[!]; hem de Hüseyniye-i İrşad’da ve de 23 Ramazan gecesinde, hem de binlerce dindarın karşısında.
Din esaslarının temelini kökünden vurmuştur.” Bir grup da, dindar anne ve babasına seslenen din karşıtı kız ve erkeğin dilinden aktardığım delilleri, benim kendi inancımmış gibi birer birer ayet ve belgeyle reddetmeye gelmişlerdir.
Konuşmanın birinci yarısı, din karşıtı genç kuşağın, kendilerini suçlayan anne ve babalarına yönelttiği saldırı ve suçlamalardan oluşmaktadır, adı da ‘Anne Baba Biz Suçluyuz’dur. Yani bu kuşak karşısında genç kuşağın yönelttiği suçlamaları, bu kuşağın temsilcisi gibi dile getirmekteyim.
Konuşmanın ikinci bölümünde, kendi imanım olan dini temsil ederek bu suçlamaları birer birer reddedip temelden yıkmaktayım ve sizin anne ve babanızda yerle bir ettiğiniz şeyin din olmadığını, sizin de dini anne ve babanızın algıladığı gibi algıladığınızı ortaya koymaktayım. Allah, Kur’an, dua, şefaat, imam, ahiret, adalet, velayet, bekleyiş, Şiilik vb.ni onlar nasıl algılıyorsa sizler de öyle algılıyorsunuz, diyorum onlara. Bu eleştirici grup, tek bir konuşmanın bu iki yarısını birleştirmeli ve bu iki bölümün birleşim ve terkibinden elde edilen sonucu yargıya temel almalıydılar. Fakat zihinlerinin terkip ve çıkarımda bulunma gücü yoktur; olguları ayrı ayrı anlamaktadırlar [elbette anladıkları kadarını] ve bunlar arasında neden-sonuç ilgisi kuramamaktadırlar.
Parça bölük anlamanın ve kesik kesik düşünmenin kahramanı olan bu Ebram, bir gün bana şöyle dedi; “Ben hamam için cuma günleri Kum’a gidiyorum; çünkü Tahran’da hamam ücreti 15 Kıran [Riyal], Kum’daysa 3,5 Kıran. İşte bu yüzden ben hamama gitmek için Kum’a gidiyorum.” İyi de kardeşim dedim, sen gitmek için 30 Riyal, geliş için de yine 30 Riyal otobüs parası veriyorsun. İtiraz etti; “Bu yol parası. Otobüs parasının hamam parasıyla ne ilgisi var ki?”
O, otobüs parasıyla hamam ücreti arasında bir ilgi kuramıyor ve sonuçta Kum’da yaptığı hamamın, dört adet Tahran hamamına ve bir de Pepsiye denk olduğunu hesap edemiyordu.
Terkip güçleri bulunmayan ve parça bölük düşünen bu kimseler, Nietzsche’nin davranışını anlayamamakta ve şöyle demektedirler; “Bir kimse yüz bin tümenlik sermaye yatırır ve yaptığı işin randımanı beş tümen olursa, yaptığı iş, ahmakça bir iştir, kötüdür. Eşsiz bir filozof ve Alman toplumunun -ve dünyanın- en büyük sermayesi olan Nietzsche, bu işte feda olmuştur, karşılığındaysa bir araba atı kalmıştır. Bu durumda bu, Ebramca bir davranıştır. Dikkate değer bir davranış olmayıp kötü ve olumsuzdur.”
Yüreğimi, duygularımı ve insanlığımı coşturan bir işin, mantıksal ve bilimsel delillendirmede, önemsiz ve mantık dışı olduğunu görüyorum; Nietzschevari bir iş, Ebramvari bir işe tevil oluyor böylece. Nietzsche’nin görkemli hayatının sonunda kâr ve değer konusu tam anlamıyla açıklık kazanmaktadır. Burada, Nietzsche’yi bir araba atına harcadığı için insanlık zarar etmiştir. Fakat insanlık, insanın ne dereceye değin sorumluluk duyabileceğini ve başkalarının yazgısına karşı -hatta hayvanların yazgısına karşı, hatta yanından geçen değersiz zalimce bir olaya karşı- ne derece duyarlı olabileceğini gösteren bir değer kazanmıştır. Şu günümüzde bir köşeye oturup bütün ömürlerini lügat kitaplarına ve konularına haşiye yazmaya, hayali ve mekân dışı maneviyata harcayan fakat yoksulluk, açlık, sömürü, zillet ve bahtsızlık yüzünden, yanı başlarında ölen insanların -hatta Müslümanların- varlıklarını duyumsamayan, Züleyha adının hiçbir kitapta bulunmayışını keşfetmenin, Hafız’ın filanca beytinin bu anlama değil de şu anlama geldiğini belirlemenin hazzıyla coşkunluğa boğulan insanlarla bu ne kadar da farklıdır. Nietzsche’nin yarattığı -canının karşılığında- akıl ötesi değer, hakkı savunmanın -dili bağlı bir atın hakkı da olsa- insanî bir davranış olduğu ve zulmü önlemenin -bir hayvana yapılan bir zulüm de olsa- insanî bir sorumluluk olduğudur. Nietzsche, hakkı savunmak ve zulmü önlemek için kendi hayatını ve varlığını feda edecek bir makama ulaştığını ortaya koymuştur.
Nietzsche’nin davranışı, akıldışı ve açıklanamaz bir davranıştır. Ne ki ‘isar’dır, hem de can isarı. Hem de bir atın hakkını korumak yolunda. Ne maddi olanı verip maddi olanı almak, ne maddi olanı verip manevi olanı almak, ne manevi olanı verip maddi olanı almak, ne de zamanından, boğazından ve servetinden artanla hayatında bile etki yaratmayacak şekilde yaptığı iyilik ve yardım söz konusudur burada.
İsar, her şeyi bağışlamak ve hiçbir şey almamak için bir buyruktur. Yani; Ey birey! Öl de başkaları yaşasınlar.
Tutsaklığı kabul et, ta ki başkaları özgürlüğe kavuşsunlar. Hayatını halka hizmette sıkıntı, mutsuzluk, yoksunluk içinde, her türlü taddan uzak olarak geçir; her türlü bahtsızlığa göğüs ger, katlan. Böylece acılı, yaralı ve yoksun yaşa, ta ki sonraki kuşaklar iyi yaşayabilsinler.
Ama neden? Hiçbir cevap yok. Sadece şiirle, sanatla, müzikle ve psikolojik telkin yoluyla maddi insan böyle bir işe yöneltilebilir; böylece sonuç ve ürün alma umudu taşımaksızın kendilerini, başkalarının yararı için olumsuzlayabilirler [4].
Böyle bir dünya görüşü [sosyalist ve insan-perest bir dünya görüşü de olsa] bireyciliğe neden olur. Böyle bir dünya görüşünde insan bilinçli, akıllı, mantıklı, akılcı ve uyanık olursa kendi isarının, tüm ömrünün yarar ve lezzetlerinin sermaye ve olanaklarının feda edilmesinin, daha sonra kendine hiçbir etkisi olmayacak olan başkaları için telkinlerden geçip gelen boş ve ahmakça bir iş olduğunu anlar; başkalarının bireyin ahmak olmasını istediğini, bu toplumun ve ‘toplu ruh’un bireyin özverisine gereksinim duyduğunun -ki o toplu ruh edimde bulunan ve düşünen bir kişiliktir- onun çıkarlarını kendi çıkarlarına yeğleyecek, canlarını bile cömertçe ona bağışlayacak bireyler aradığının, çünkü toplumun çıkarlarının, bireylerin bencil olmamalarını, çıkarlarını ona feda etmelerini istediğinin farkına varır.
Öyleyse toplum ve toplu ruh, bireyin ve çıkarlarının, çabalarının, sıkıntılarının, olanaklarının, yeteneklerinin ve kendisinin bile kendi hizmetinde değil, toplumun hizmetinde olmasına hep gereksinim duymuştur. Ahlak üretilmiştir; böylece din, nasyonalizm, sosyalizm, türe-taparlık, insanlık vb. -ki tümü de toplu ruhun tecellileridir- bireyi toplum yolunda özveriye çağırmış olmaktadır. İyi ve kötü için böyle bir ölçüt -kendisini topluma feda eden herkes değerli ve iyidir. Kendisine dönen, sadece kendi kişisel çıkarlarını ve bireysel yaşantısını ganimet bilen herkes bozuk ve değersiz bir insandır- toplumun ölçütüdür. Değerleri yaratan ve bireylere telkin eden bu toplumdur. Yoksa akılcı mantık, “Niçin kendimi ve hayatımı topluma feda edeyim; hangi etken, hangi güç beni bu işe zorlayabilir?” sorusuna cevap veremez. Bu telkinlere, bu kahramanlık oyunlarına, ya da duygulara ve benzerlerine kapılan, ahlakî öğütlerle, ruhsal ve düşünsel tebliğlerle bu işe zorlanan duygusal insanlar dışında bunun bir açıklaması yoktur. Öyleyse ahlakın doruk noktası isardır; Başkaları için malın isarı, huzurun isarı ve sonunda canın isarı. Bir felsefe, bir öğreti ve din, isarı açıklayamazsa ya da bir din, bir dünya görüşü, bir felsefe ya da bir öğreti -maddi ya da maddi olmayan- birey delil istediğinde, bireyin bu delile dayanarak başkalarının kurtuluşu için kendisini ateşe atmasını anlamlı kılabilecek şekilde düşüncesi, eylemi ve görüşü için dışardan bir neden, ilgi ve kefil sunamadığı için, bireye “Toplum için kendini feda et ve kendini başkalarının bekası için kurban et.” diyemezse temelsizdir, ahlakının bir temeli yoktur. Çünkü halk yolunda özveride bulunmak, hedef için can vermek, özveri ve kahramanlık güdüsünün insanda tecellisi -kendisini ölüme sunan bal arısında ve petek kraliçesinde olduğu gibi- bulunsa, toplum için son derece yararlı da olsa o zaman özveri değerini yitirir.
[1] Gül bahçesinde gül deren adam yararsız, boş bir adamdır. Ötekisi ise yararlı bir insandır: Bu, sonunda bir ocak yakıp yemek ve ekmek pişirir; bu işe yarar. Ama ötekisi, gülleri derer; gülün bir yararı yoktur ki! Bizim bu bireyle, değer ve yarar konusundaki ihtilafımızın ne derecede olduğunu görüyoruz. Çünkü o övme ve yermeyi, yarar elde etme esasınca yapmakta, bizse onun yermesini değer esasınca anlamaktaydık.
[2] Hemen belirteyim ki bana “Niçin Kur’an ayetlerini istediğin gibi yorumlayıp tevil ediyorsun? Örneğin balçık, Âdem kıstasında senin sandığın anlamda değildir.” diye eleştiride bulundular. Bu kavramların remiz ya da özel gerçeklikler olduğuyla gerçektir ki Âdem’in yaratılışında, Kur’an “Hamain mesnun [Kur’an, 15/26] ve “Salsalin Kelfahhar” [Kur’an, 55/14] [Kokuşmuş çamur-sertleşmiş, lığ haline gelmiş toprak] deyişlerini kullanmakla insanın olumsuz yarısını, yani “fesat”a olan eğilimini ve lığlaşmaya olan eğilimini anlatmak istemektedir, yaratılış gününde Âdem’in cismini oluşturan madde unsuru değil. Şaşırtıcıdır ki Kur’an üzerinde akletme ve Kur’an’dan yeni anlamsal çıkarımlar yapma iznini bana vermeyenler, ‘bismillah’ ın ‘b’sinden tuhaf şeyler çıkarmaya, atom bombasını, Apollo 13’ü Kur’an’da keşfetmeye, kendilerini haklı ve yetkili görüyorlar. “Ve’ş-şems”ten kasıt Peygamber’dir, “kamer” ise Hz. Ali’dir. “Gece” ki karanlık ve zülmanîdir; yolu kaybettiricidir -Beni Ümeyye yönetimidir.-“ Oysa Allah’ın yemin etmekte olduğuna dikkat etmemişler ya da unutmuşlardır bunu. Yani Allah Beni Ümeyye yönetimine de mi yemin etmektedir?- Benim ise, Kur’an’ın en sağlam ve aydınlık kavramlarını kullanma hakkım yok?
[3] Birisi örneğin dünyanın önemsizliğinden, her şeyin değersizliğinden söz eder. Paranın ve hayatın bir yararı olmadığını ve insanın, maddiyata bu kadar dayanmaması gerektiğini anlatır. Sonra “Beş yüz tümen [para birimi]den fazla almam.” der! Bu da bir tür alışveriştir! Okulda ve üniversitede ahlak ve dinler tarihi dersi verir, mutlak maneviyat dersi verir. Güzel, ama ücret vermezlerse bir yararı olmaz!
[4] Elbette böylesi, bu duygularla, şiirle, sanatla, müzikle ve hiçbir güç ve telkinle harekete geçirilmeyen ‘dinli insanlar’ın övünmelerine neden olmaktadır. Çünkü dinli, geri olduğu zaman dinli olmayan bilinçli ve uygar birinden çok daha geridir.