Bana göre, din dışı ve Tanrı karşıtı felsefelerde yapılan en yüce ahlakî çözümleme, Sartre’ın ahlakla ilgili yaptığı çözümlemedir. Marksizm’in ahlakî olarak açıklayamadığı şeyi Sartre telafi etmeye çalışmıştır. İşte buradan yola çıkarak, egzistansiyalizmin, maneviyata ve insaniyete, yani hümanizme Marksizm’den daha çok yöneliş kazandığını söylüyorum.
Kişi, başkalarının da yapmalarını istediği bir edimde bulunduğunda, edimi ‘hayır’dır. Hiç kimsenin yapmasını istemediği ve sadece kendisinin söz konusu olmasını istediği bir edimde bulunduğundaysa, edimi ‘şer’dir. Sartre, böyle bir yorumda bulunmaktadır; “Dünya boş ve koftur, varlıkta Tanrı, hedef, hesap ve gözetme yoktur. Hayır ve şer etkeninin anlamı olmadığı için ve edimlerimizi açıklığa kavuşturacağımız ve düzene sokacağımız bir kayıt bulunmadığı için, bu durumda, hayır ve şerrin temeli, kişisel yargı ve duyguya dayalı içsel bir temeldir.” diyerek.
Bu, işin gevşekliğinin belirtisidir. Öyle ki cahiliye dönemi Arabistan’ında her Arap, çocuğunu sevme yönündeki beşerî güdülerinin ve duygularının tersine, kız çocuğunu diri diri gömüyordu; yüreği sızlıyordu, ağlıyordu; fakat büyük bir beşerî özveri duygusu taşıyordu. Kafasındaki utancı ve zilleti önlemek için böyle bir şeyi yapıyordu. Her adamın böyle bir yiğitliği taşımasını, bireysel ve kişisel duygulara kapılmamasını ve ailesini utanca düşürmemesini istiyordu. Sartre’ın gözünde bu edim, ·hayırlı bir edimdir. Çünkü herkesin ölçü alarak edimlerini değiştirebileceği, hayır ve şer diye ayırabileceği başka bir kayıt bulunmamaktadır.
Varsayım olarak, edimlerin hayır ve şer diye ayrıldıklarını, edimin hayır ve şer olduğu konusunda tanıda bulunması benim kendime kaldığını, yaptığım ve başkalarının da yapmalarını istediğim her şeyin hayır olduğunu ve benim yaptığım ama başkalarının yapmalarını istemediğim her şeyin de şer olduğunu; örneğin kasapsam ve kedi ve köpek etini şiş kebaplık et diye satarsam şer bir iş yapmış olurum, çünkü başkalarının da böyle bir işi bana yapmalarını istemem. Eğer iyi eti normalden daha ucuza satarsam, hayırlı bir iş yapmış olurum, çünkü herkesin, her meslek erbabının böyle bir şey yapmasını isterim, kabul edelim; Sartre’ın deyişiyle kendimizden, istek ve tanımızdan başka kayıt ve ölçütün olmadığını da kabul edelim. Fakat bundan sonra, cevabını Sartre’ın düşünmediği bir soru ortaya çıkmaktadır.
Sartre, buraya dek doğru gelmiştir, ama seçen sadece bensem, benim istek ve teşhisimin dışında başka bir ölçüt yoksa ve ben herkesin yerine seçim yapıp edimde bulunuyorsam -ve buna göre her birey, genelden sorumludur- yararlı olan şerri reddedip zararlı ve tehlikeli hayrı seçmeye beni zorlayan etkenin ne olduğu konusunu düşünmemiştir.
Eğer hayrın, şerrin, seçimin ve ahlakın temeli benim kendimse kimsenin benden yakınma, bana öğüt verme ve beni mahkûm etme hakkı yoktur. Benim davranışımın hayır ve şer olduğunu ölçen her hangi bir dış etken yoksa hangi etken ve ölçüt mahkûm etmektedir beni? Bunun hayır, onun şer oluşunu bilerek şerri seçiyorsam? Öyleyse hayır ve şer esasından, amir [emredici] ve nahi [alıkoyucu] esasları, yani ahlakî seçimde dış uygulayımın garantörü gündeme gelmektedir.
Ahlakın üçüncü temeli, emredici ve alıkoyucu etkendir. Ölçüt sadece bensem ve benim dışımda böyle bir güç bulunmuyorsa, o zaman, benim için tehlikeli, zararlı ve öldürücü olan hayrı hiçbir zaman seçmem ve çıkarımın ve huzurumun bulunduğu şerri de kesinlikle olumsuzlamam.
Öyleyse ahlak, isar esasınca, hayrın ve şerrin bilinmesi ve seçim anında bireyi yönelten ya da alıkoyan bireyüstü etkenin belirlenmesidir.
Söylediğim gibi, Sartre bu aşamaya kadar ilerlemişken onun ahlak felsefesi sonunda topallamıştır. Fakat Marx, ahlak konusunda Sartre’den daha önce çıkmaza girmiştir. Çünkü toplumsal ve sınıfsal görüşte Marksizm, Sartre’ın egzistansiyalizminden daha öndeyken, yani daha realistken, ahlakta Marksizm daha geridir; öyle ki son zamanda, Marksizm’de ahlak konusu şiddetle söz konusu edilmiştir. Çünkü günümüz insanının bunalımı ahlak bunalımıdır.
Sınıf çatışmasının, iktisat ve sömürü konusunun var olduğu doğrudur, ama bu, dünya yüzeyindedir. Bununla birlikte günümüz medeniyetinde ve çağdaş insan kültüründe en temel tehlikeyi oluşturan ve bütün düşünürlerin üzerinde düşündüğü en önemli konu olan şey, ahlak bunalımı konusu ve bütün insanî ve ahlakî değerlerin alt üst edilmesidir. Hem de burjuvazinin ya da sermayedarlık düzeninin rolü -ki maneviyatı, tüm değerlere olan inancı ve manevi olan her şeyi insandan uzaklaştırmakta ve bununla savaşmaktadırlar- nedeniyle değil, aslında ahlakî değerlere ve isar esasına inanmanın, günümüzün akılcı insanı ve Dekartçı mantığı için dikkate değer olamaması, yeni felsefelerin, dünya görüşüne uygun, insanî değerlerle uyumlu ve günümüz insanı için açıklayıcı bir ahlak yaratıp dinin yerine oturtamamaları nedeniyle olmuştur bu. Çünkü ahlakın altyapısı hep din olmuştur ve şimdi dini bir yana bırakınca bütün ahlak temelleri yıkılmıştır. Çünkü ahlak, dinin üstyapısıdır.
J. Isoulet’nin deyişiyle, felsefe tarihinin başlangıcından, yani Aristo’dan -ondan önce de Sokrat’tan- bu yana, bütün çabalar, Tanrının yer almadığı bir öğreti geliştirme, ahlakı dini altyapıdan ve temelden ayırma ve bu öğretiyi ahlakın kendisine dayandırma yolunda olmuştur. Fakat bütün çabalar sonuçsuz kalmıştır. Ahlakı, her zamanki altyapısından ayırmayı her istediklerinde ahlak çökmüştür [1].
Günümüz insanının felsefî, düşünsel ve kültürel bunalımı, ahlak bunalımıdır. Çünkü isar, açıklanabilir değildir ve maddi ahlakta, bireyi kendi rağmına, hayrı seçmeye zorlayacak bir dış etken bulunmamaktadır.
Burada Marksizm çelişkiye düşmüştür; bir yandan materyalizme dayanırken, insanî maddiliğin temel olduğuna ve insan hayatında iktisadın temel oluşuna inanırken, öte yandan, bir inanç yükümlülüğüne, toplumsal amaca dayandığı için, toplumsal düzende ve kendi çağında bilinçli ve aydınca, bireysel ve insanî yükümlülüğe, sınıfsal ve toplumsal sorumluluğa inanmaktadır. Onun diyalektik materyalizmi bir yandan maddenin ve iktisadın temel oluşu dışında bir şey anlayamazken ve bunu muhayyilesine sığdıramazken, öte yandan, Feuerbach’ın felsefî materyalizminden ya da Epicurus’un Epikürizmin-den ayrı bir materyalizm olup[2] toplumsal önderliği, genel adalet ve eşitliği yaratmak ve tebliğ etmek istediği için doğal olarak, hedefin gerçekleşmesi için sorumluluk, savaşım ve bütün bilinçli insanların ve tek tek bütün kötüye kullanılmış sınıfın özverisini gündeme getirmekte ve kötüye kullanımla savaşım yükümlülüğünü söz konusu etmektedir. Öyleyse Marksizm’in maddiliği, sadece bilimsel bir konu değildir. Çünkü böyle olsaydı çelişki baş göstermezdi ve Marksizm için bireyin toplumsal sorumluluğu söz konusu olmazdı.
Marksizm, insanlar için, bu öğretiye inanan bireyin kendisini uğrunda feda edeceği iman, amaç ve yüce kutsal değerler oluşturmak istemektedir. Dolayısıyla Marksizm, bir yandan mutlak maddi altyapıyı ortaya koyarken öte yandan bir din ve bir iman olarak bir konu ve öğretiyi gündeme getirmektedir. İnsanlarla konuşurken ahlakî ve dinî bir dil takınmaktadır; Adaletin gerçekleşmesi için savaşım, devrim için kendinizi ateşe atın, kendi yükümlülüğünüzün gerçekleşmesi, başkalarının ekmeğinin, eşitliğinin ve kültürünün sağlanması için bütün çıkarlarını sağlamada, gerektiğinde canınızı bile vermekten çekinmeyin... Ve bu ikisi birbiriyle çelişmektedir. Çünkü ideolojisi ve toplumsal yükümlülüğü bulunan biri için toplum yolunda kendini feda etme ve özveri esası açıklanabilir olamaz.
Bir bireyin ya da grubun [aydın, bilgin, işçi] yükümlülüğü, halkın ideallerinin gerçekleşmesi yolunda bütün ideallerini ve çıkarlarını, hatta kendi hayatını feda etmesiyle -bir tür manevi asalet, bir tür irfanî ya da dinî görüş doğrultusunda ve kendi hayatının, kendi çıkarının üstünde bir esasa inanmak doğrultusunda yüce bir yükümlülükse- ve öğretisi ise maddenin, iktisadın, gözle görülür gerçekçiliğin temel oluşuna dayalıysa, insan için bu dünyaya ait maddi çıkarlar dışında bir şey söz konusu değilse, bu öğreti ve yükümlülük birbiriyle çelişir.
Çünkü zorunlu ve kaçınılmaz olan, materyalizmin sürekli olarak, hiç beklemeksizin individualizme neden oluşudur. “Her ne varsa budur, insan ve hayatı da birkaç yıl ve birkaç kalem ihtiyaçtan ibarettir” inancı, şu ahlak ve davranışı da ardından getirmektedir; Öyleyse ne varsa ben ve lezzetlerimdir. Çünkü maddi realist bir kişi kendi maddi çıkarlarını, başkalarının maddi çıkarları için terk ettiyse, realist olmayan bir davranış sergilemiş olur. Çünkü başkalarının ekmeği yolunda canımı verdiğimde bu ekmek benim için artık bir iktisadî gerçeklik değildir; insanî, manevî, madde üstü, iktisat ötesi bir konudur bu.
Materyalizmi kaçınılmaz olarak çelişkiye düşüren şey, maddi bir olayın manevi bir olaya dönüştüğü ve iktisadî ve gerçekçi bir gerçekliğin iktisat karşıtı ve idealist bir gerçek biçimini aldığı durumlardır.
Uhrevi bir sevap ya da Tanrı’nın rızasını kazanmak veya dinî bir görevi yerine getirmek için değil, sadece ve sadece işçilerin ücretinin artması yolunda savaşım uğruna kendi ücretini feda eden ve hatta kendi canını vermekten çekinmeyen bir işçi, maddi bir edimde bulunmamıştır. Onun için ücret konusu -ki bir miktar para; mutlak maddiyat dünyasının sembolü- mutlak bir idealizmdir; iktisat dışı bir davranıştır [kendi ücretini elden çıkarmaya neden olan bir davranış]. Allah için riyazet çeken ya da canını Allah yolunda feda eden Allah-perest bir arif ya da dinli bir mücahit gibi tıpkı. Bu iki davranış arasındaki ayrılık, hedefte ve sonuçtadır ki iki tanedir. Benim sözlerim ise davranışın açıklanması ve davranışın özü üzerinedir ki ikisi birden iktisadın temelliği ya da dünyanın, maddî hayatın ve maddî insanın temelliği çerçevesine sığamazlar. Çünkü felsefî materyalizm, ahlakî individüalizme neden olmaktadır, yani Epikürizme. Felsefî bakımdan mutlak maddiliğe, kör, sağır ve hesapsız duyumsuz dünyaya inanan herkes pratik hayat ve ahlakî davranış açısından, kendiliğinden, ahlakî bireyselliğe, yani bencilliğe ve anı ganimet saymaya sürüklenir. En güzel örneği, Camus’un Veba adlı kitabının kahramanı Paneloux’tur;
Oran kentini veba kaplamış, insanlar bölük bölük ölmektedirler. Kentin ruhanisi, halkın içinde, tehlikeli hastalıkla savaşım vermekte, ölümü karşılamaktadır; ilahî ve dinî görevi onu böyle bir sorumluluğa çağırmaktadır. Bir kimse karşısında dünyada sorumludur; ama o, kendi kendine düşünür; Böyle biri olmadığında, dünyada benim ve bizim yaptıklarımızı gören hiçbir etken olmadığında buna göre, bu kimsesiz ve hesapsız boşluk ülkesinde hizmet ve hıyanetim aynı kapıya çıkar. Çünkü işin içinde bilinç, değerlendirme, ölçüt ve yargı bulunmazsa, hayrın ve şerrin ne anlamı olabilir? Körler mahallesinde ister giyinip soylular gibi çık dışarı, ister çırılçıplak ve utanmazca çık, birdir. Sağırlar mahallesinde ister bağır çağır, ister övgüler yağdır, her ikisi de birdir; yani her ikisi de hiçtir, boştur. Çirkin ya da güzel, bir göz olmadığında, konuşmak ya da susmak, bir kulak olmadığında birdir.
Öyleyse, bütün işler eşit olduğunda, herkesin seçtiği en akıllıca iş, ona lezzet veren iştir. En akıl dışı ve en kötü seçim ise bir kimsenin, böyle bir dünyada başkalarının hayatını veba tuzağından kurtarmak için kendi hayatını vebanın ağzına vermesidir. Hiçbir şey olmayan şu anda kesin ve olumsuzlanamaz gerçeklik şudur; “Ben varım ve benim şu birkaç yıllık yaşantım var, ötesi ve sonrası hiç”. Ve “ben bu şeylerden lezzet alırım” Sonuç?
Hayyam, şöyle bir sonuç almıştır;
Buğday özünden bir ekmek çıkarsa,
Şaraptan da artakalır bir tortu.
O zaman senle ben bir eyvanda oturup eğleniriz,
Her sultanın layık olamadığı bir eğlencedir bu.
George Politzer -ki Marksistler arasında tanınmış birisi olup Paris yakınlarında bir işçi üniversitesi kurmuştur- bu çelişkinin farkına varmış, Felsefenin İlkesel Esasları adlı kitabında [ki felsefesi de işçilik türündendir] bu konuyu ele almış ve bir çözüm yolu bulmuştur. Orada Politzer şöyle demektedir; “Biz, hayatta, toplumda ve felsefede materyalistiz; ama ahlakta idealistiz.”
Fakat bu montaj nasıl olmaktadır? Bütün hayat boyunca materyalist olup birden bire idealist olmak nasıl olabilmektedir? Nasıl ve hangi yoldan, materyalizmden mutlak idealizme geçilebilmektedir? Bunun yolunu Politzer bulmamıştır, çünkü böyle bir yol yoktur.
Felsefede materyalist, ahlaktaysa idealist olmak, sorumluluk ile maddilik arasında, Marksizm’in kaçamadığı bir çelişkinin bulunduğunu göstermektedir. Çünkü Marksizm bunların hiçbirisinden vazgeçememişlerdir. Çünkü aslında isar, materyalizmde açıklanası bir şey değildir ve özveriyi maddi akıl anlayamaz. Kaçınılmaz olarak da bireyi başkaları için ya da amacın gerçekleşmesi için özveriye -ki hayatın ve maddi çıkarların üstündedir- çağıramamaktadır. Ancak her dil ve düşünceden daha çok idealistçe, hayalperestçe ve zihinsel olan ad, san, kahramanlık ve gurur gibi kavramlara dayanmaktadır. Öte yandan, canını veren, fakat inancının yapısı mutlak maddi olan özverili bireyin davranışı ancak şu şekilde yorumlanabilir; Başkaları yolunda ya da inanç yolunda ortaya konulan özveri, insanda öze bir güdü ve toplumsal bir taassuptur... Bir davranışın güdüsel olması, bu davranışın değerden yoksun oluşu durumunu ortaya çıkarır. Çünkü her bir değer, özgür bilinç ve seçimden kaynaklanır. Bu yüzden, sadece insan, değeri [valrur] yaratır, denilmektedir. Yaratılışsal, güdüsel ve doğal olan, oldukça değerli, yararlı, iyi, yüce ve saf güzellik olabilir ama değer olamaz.
[1] Jean Isoulet: La sainte cite, C.1, Sonuç [Conclusion]
[2] Bu kayıtlar, şu anki ahlaki bunalımdaki iktisadi, sınıfsal ve siyasal etkenleri -ki güç etkenlerdir bunlar- görmezden gelmemem içindir.