Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-8 (Bölüm 2)
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-8 (Bölüm 2)

HAYIR VE ŞERRİN TEMELİ

 

Bana göre, din dışı ve Tanrı karşıtı felsefelerde yapı­lan en yüce ahlakî çözümleme, Sartre’ın ahlakla ilgili yaptığı çözümlemedir. Marksizm’in ahlakî olarak açıkla­yamadığı şeyi Sartre telafi etmeye çalışmıştır. İşte bura­dan yola çıkarak, egzistansiyalizmin, maneviyata ve in­saniyete, yani hümanizme Marksizm’den daha çok yöneliş kazandığını söylüyorum.

 

Kişi, başkalarının da yapmalarını istediği bir edimde bulunduğunda, edimi ‘hayır’dır. Hiç kimsenin yapması­nı istemediği ve sadece kendisinin söz konusu olmasını istediği bir edimde bulunduğundaysa, edimi ‘şer’dir. Sartre, böyle bir yorumda bulunmaktadır; “Dünya boş ve koftur, varlıkta Tanrı, hedef, hesap ve gözetme yoktur. Hayır ve şer etkeninin anlamı olmadığı için ve edimleri­mizi açıklığa kavuşturacağımız ve düzene sokacağımız bir kayıt bulunmadığı için, bu durumda, hayır ve şerrin temeli, kişisel yargı ve duyguya dayalı içsel bir temeldir.” diyerek.

 

Bu, işin gevşekliğinin belirtisidir. Öyle ki cahiliye dö­nemi Arabistan’ında her Arap, çocuğunu sevme yönündeki beşerî güdülerinin ve duygularının tersine, kız çocu­ğunu diri diri gömüyordu; yüreği sızlıyordu, ağlıyordu; fakat büyük bir beşerî özveri duygusu taşıyordu. Kafa­sındaki utancı ve zilleti önlemek için böyle bir şeyi yapıyordu. Her adamın böyle bir yiğitliği taşımasını, bireysel ve kişisel duygulara kapılmamasını ve ailesini utanca düşürmemesini istiyordu. Sartre’ın gözünde bu edim, ·hayırlı bir edimdir. Çünkü herkesin ölçü alarak edimle­rini değiştirebileceği, hayır ve şer diye ayırabileceği başka bir kayıt bulunmamaktadır.

 

Varsayım olarak, edimlerin hayır ve şer diye ayrıl­dıklarını, edimin hayır ve şer olduğu konusunda tanıda bulunması benim kendime kaldığını, yaptığım ve başka­larının da yapmalarını istediğim her şeyin hayır olduğu­nu ve benim yaptığım ama başkalarının yapmalarını is­temediğim her şeyin de şer olduğunu; örneğin kasapsam ve kedi ve köpek etini şiş kebaplık et diye satarsam şer bir iş yapmış olurum, çünkü başkalarının da böyle bir işi bana yapmalarını istemem. Eğer iyi eti normalden daha ucuza satarsam, hayırlı bir iş yapmış olurum, çünkü her­kesin, her meslek erbabının böyle bir şey yapmasını iste­rim, kabul edelim; Sartre’ın deyişiyle kendimizden, istek ve tanımızdan başka kayıt ve ölçütün olmadığını da ka­bul edelim. Fakat bundan sonra, cevabını Sartre’ın dü­şünmediği bir soru ortaya çıkmaktadır.

 

Sartre, buraya dek doğru gelmiştir, ama seçen sade­ce bensem, benim istek ve teşhisimin dışında başka bir ölçüt yoksa ve ben herkesin yerine seçim yapıp edimde bulunuyorsam -ve buna göre her birey, genelden sorum­ludur- yararlı olan şerri reddedip zararlı ve tehlikeli hayrı seçmeye beni zorlayan etkenin ne olduğu konusu­nu düşünmemiştir.

 

Eğer hayrın, şerrin, seçimin ve ahlakın temeli benim kendimse kimsenin benden yakınma, bana öğüt verme ve beni mahkûm etme hakkı yoktur. Benim davranışı­mın hayır ve şer olduğunu ölçen her hangi bir dış etken yoksa hangi etken ve ölçüt mahkûm etmektedir beni? Bunun hayır, onun şer oluşunu bilerek şerri seçiyorsam? Öyleyse hayır ve şer esasından, amir [emredici] ve nahi [alıkoyucu] esasları, yani ahlakî seçimde dış uy­gulayımın garantörü gündeme gelmektedir.

 

EMREDİCİ VE ALIKOYUCU

 

Ahlakın üçüncü temeli, emredici ve alıkoyucu etken­dir. Ölçüt sadece bensem ve benim dışımda böyle bir güç bulunmuyorsa, o zaman, benim için tehlikeli, zararlı ve öldürücü olan hayrı hiçbir zaman seçmem ve çıkarımın ve huzurumun bulunduğu şerri de kesinlikle olumsuz­lamam.

 

Öyleyse ahlak, isar esasınca, hayrın ve şerrin bilin­mesi ve seçim anında bireyi yönelten ya da alıkoyan bireyüstü etkenin belirlenmesidir.

 

GÜNÜMÜZ İNSANININ BUNALIMI, AHLAK BUNALIMI

 

Söylediğim gibi, Sartre bu aşamaya kadar ilerlemiş­ken onun ahlak felsefesi sonunda topallamıştır. Fakat Marx, ahlak konusunda Sartre’den daha önce çıkmaza girmiştir. Çünkü toplumsal ve sınıfsal görüşte Mark­sizm, Sartre’ın egzistansiyalizminden daha öndeyken, yani daha realistken, ahlakta Marksizm daha geridir; öyle ki son zamanda, Marksizm’de ahlak konusu şiddetle söz konusu edilmiştir. Çünkü günümüz insanının bunalımı ahlak bunalımıdır.

 

Sınıf çatışmasının, iktisat ve sömürü konusunun var olduğu doğrudur, ama bu, dünya yüzeyindedir. Bununla birlikte günümüz medeniyetinde ve çağdaş insan kültü­ründe en temel tehlikeyi oluşturan ve bütün düşünürle­rin üzerinde düşündüğü en önemli konu olan şey, ahlak bunalımı konusu ve bütün insanî ve ahlakî değerlerin al­t üst edilmesidir. Hem de burjuvazinin ya da sermaye­darlık düzeninin rolü -ki maneviyatı, tüm değerlere olan inancı ve manevi olan her şeyi insandan uzaklaştırmakta ve bununla savaşmaktadırlar- nedeniyle değil, aslında ahlakî değerlere ve isar esasına inanmanın, günümüzün akılcı insanı ve Dekartçı mantığı için dikkate değer ola­maması, yeni felsefelerin, dünya görüşüne uygun, insanî değerlerle uyumlu ve günümüz insanı için açıklayıcı bir ahlak yaratıp dinin yerine oturtamamaları nedeniyle ol­muştur bu. Çünkü ahlakın altyapısı hep din olmuştur ve şimdi dini bir yana bırakınca bütün ahlak temelleri yıkılmıştır. Çünkü ahlak, dinin üstyapısıdır.

 

J. Isoulet’nin deyişiyle, felsefe tarihinin başlangıcın­dan, yani Aristo’dan -ondan önce de Sokrat’tan- bu yana, bütün çabalar, Tanrının yer almadığı bir öğreti geliştir­me, ahlakı dini altyapıdan ve temelden ayırma ve bu öğretiyi ahlakın kendisine dayandırma yolunda olmuştur. Fakat bütün çabalar sonuçsuz kalmıştır. Ahlakı, her za­manki altyapısından ayırmayı her istediklerinde ahlak çökmüştür [1].

 

FELSEFEDE MATERYALİST, AHLAKTA İDEALİST

 

Günümüz insanının felsefî, düşünsel ve kültürel bunalımı, ahlak bunalımıdır. Çünkü isar, açıklanabilir değildir ve maddi ahlakta, bireyi kendi rağmına, hayrı seçmeye zorlayacak bir dış etken bulunmamaktadır.

 

Burada Marksizm çelişkiye düşmüştür; bir yandan materyalizme dayanırken, insanî maddiliğin temel oldu­ğuna ve insan hayatında iktisadın temel oluşuna inanır­ken, öte yandan, bir inanç yükümlülüğüne, toplumsal amaca dayandığı için, toplumsal düzende ve kendi çağın­da bilinçli ve aydınca, bireysel ve insanî yükümlülüğe, sı­nıfsal ve toplumsal sorumluluğa inanmaktadır. Onun di­yalektik materyalizmi bir yandan maddenin ve iktisadın temel oluşu dışında bir şey anlayamazken ve bunu mu­hayyilesine sığdıramazken, öte yandan, Feuerbach’ın felsefî materyalizminden ya da Epicurus’un Epikürizmin-den ayrı bir materyalizm olup[2] toplumsal önderliği, genel adalet ve eşitliği yaratmak ve tebliğ etmek istediği için doğal olarak, hedefin gerçekleşmesi için sorumluluk, savaşım ve bütün bilinçli insanların ve tek tek bütün kö­tüye kullanılmış sınıfın özverisini gündeme getirmekte ve kötüye kullanımla savaşım yükümlülüğünü söz konu­su etmektedir. Öyleyse Marksizm’in maddiliği, sadece bi­limsel bir konu değildir. Çünkü böyle olsaydı çelişki baş ­göstermezdi ve Marksizm için bireyin toplumsal sorum­luluğu söz konusu olmazdı.

 

Marksizm, insanlar için, bu öğretiye inanan bireyin kendisini uğrunda feda edeceği iman, amaç ve yüce kut­sal değerler oluşturmak istemektedir. Dolayısıyla Mark­sizm, bir yandan mutlak maddi altyapıyı ortaya koyar­ken öte yandan bir din ve bir iman olarak bir konu ve öğ­retiyi gündeme getirmektedir. İnsanlarla konuşurken ahlakî ve dinî bir dil takınmaktadır; Adaletin gerçekleş­mesi için savaşım, devrim için kendinizi ateşe atın, kendi yükümlülüğünüzün gerçekleşmesi, başkalarının ekme­ğinin, eşitliğinin ve kültürünün sağlanması için bütün çıkarlarını sağlamada, gerektiğinde canınızı bile ver­mekten çekinmeyin... Ve bu ikisi birbiriyle çelişmekte­dir. Çünkü ideolojisi ve toplumsal yükümlülüğü bulunan biri için toplum yolunda kendini feda etme ve özveri esası açıklanabilir olamaz.

 

Bir bireyin ya da grubun [aydın, bilgin, işçi] yüküm­lülüğü, halkın ideallerinin gerçekleşmesi yolunda bütün ideallerini ve çıkarlarını, hatta kendi hayatını feda et­mesiyle -bir tür manevi asalet, bir tür irfanî ya da dinî gö­rüş doğrultusunda ve kendi hayatının, kendi çıkarının üstünde bir esasa inanmak doğrultusunda yüce bir yü­kümlülükse- ve öğretisi ise maddenin, iktisadın, gözle görülür gerçekçiliğin temel oluşuna dayalıysa, insan için bu dünyaya ait maddi çıkarlar dışında bir şey söz konusu değilse, bu öğreti ve yükümlülük birbiriyle çelişir.

 

Çünkü zorunlu ve kaçınılmaz olan, materyalizmin sürekli olarak, hiç beklemeksizin individualizme neden oluşudur. “Her ne varsa budur, insan ve hayatı da birkaç yıl ve birkaç kalem ihtiyaçtan ibarettir” inancı, şu ahlak ve davranışı da ardından getirmektedir; Öyleyse ne var­sa ben ve lezzetlerimdir. Çünkü maddi realist bir kişi kendi maddi çıkarlarını, başkalarının maddi çıkarları için terk ettiyse, realist olmayan bir davranış sergilemiş olur. Çünkü başkalarının ekmeği yolunda canımı verdi­ğimde bu ekmek benim için artık bir iktisadî gerçek­lik değildir; insanî, manevî, madde üstü, iktisat ötesi bir konudur bu.

 

Materyalizmi kaçınılmaz olarak çelişkiye düşüren şey, maddi bir olayın manevi bir olaya dönüştüğü ve iktisadî ve gerçekçi bir gerçekliğin iktisat karşıtı ve idea­list bir gerçek biçimini aldığı durumlardır.

 

Uhrevi bir sevap ya da Tanrı’nın rızasını kazanmak veya dinî bir görevi yerine getirmek için değil, sadece ve sadece işçilerin ücretinin artması yolunda savaşım uğru­na kendi ücretini feda eden ve hatta kendi canını ver­mekten çekinmeyen bir işçi, maddi bir edimde bulunma­mıştır. Onun için ücret konusu -ki bir miktar para; mutlak maddiyat dünyasının sembolü- mutlak bir idea­lizmdir; iktisat dışı bir davranıştır [kendi ücretini elden çıkarmaya neden olan bir davranış]. Allah için riyazet çe­ken ya da canını Allah yolunda feda eden Allah-perest bir arif ya da dinli bir mücahit gibi tıpkı. Bu iki davranış ara­sındaki ayrılık, hedefte ve sonuçtadır ki iki tanedir. Be­nim sözlerim ise davranışın açıklanması ve davranı­şın özü üzerinedir ki ikisi birden iktisadın temelliği ya da dünyanın, maddî hayatın ve maddî insanın temelli­ği çerçevesine sığamazlar. Çünkü felsefî materyalizm, ahlakî individüalizme neden olmaktadır, yani Epiküriz­me. Felsefî bakımdan mutlak maddiliğe, kör, sağır ve he­sapsız duyumsuz dünyaya inanan herkes pratik hayat ve ahlakî davranış açısından, kendiliğinden, ahlakî bi­reyselliğe, yani bencilliğe ve anı ganimet saymaya sürüklenir. En güzel örneği, Camus’un Veba adlı kita­bının kahramanı Paneloux’tur;

 

Oran kentini veba kaplamış, insanlar bölük bölük ölmektedirler. Kentin ruhanisi, halkın içinde, tehlikeli hastalıkla savaşım vermekte, ölümü karşılamaktadır; ilahî ve dinî görevi onu böyle bir sorumluluğa çağırmak­tadır. Bir kimse karşısında dünyada sorumludur; ama o, kendi kendine düşünür; Böyle biri olmadığında, dünyada benim ve bizim yaptıklarımızı gören hiçbir etken ol­madığında buna göre, bu kimsesiz ve hesapsız boşluk ül­kesinde hizmet ve hıyanetim aynı kapıya çıkar. Çünkü işin içinde bilinç, değerlendirme, ölçüt ve yargı bulunmazsa, hayrın ve şerrin ne anlamı olabilir? Körler ma­hallesinde ister giyinip soylular gibi çık dışarı, ister çırıl­çıplak ve utanmazca çık, birdir. Sağırlar mahallesinde ister bağır çağır, ister övgüler yağdır, her ikisi de birdir; yani her ikisi de hiçtir, boştur. Çirkin ya da güzel, bir göz olmadığında, konuşmak ya da susmak, bir kulak olmadı­ğında birdir.

 

Öyleyse, bütün işler eşit olduğunda, herkesin seçtiği en akıllıca iş, ona lezzet veren iştir. En akıl dışı ve en kötü seçim ise bir kimsenin, böyle bir dünyada başkaları­nın hayatını veba tuzağından kurtarmak için kendi ha­yatını vebanın ağzına vermesidir. Hiçbir şey olmayan şu anda kesin ve olumsuzlanamaz gerçeklik şudur; “Ben varım ve benim şu birkaç yıllık yaşantım var, ötesi ve sonrası hiç”. Ve “ben bu şeylerden lezzet alırım” Sonuç?

 

Hayyam, şöyle bir sonuç almıştır;

 

Buğday özünden bir ekmek çıkarsa,

Şaraptan da artakalır bir tortu.

O zaman senle ben bir eyvanda oturup eğleniriz,

Her sultanın layık olamadığı bir eğlencedir bu.

 

George Politzer -ki Marksistler arasında tanınmış birisi olup Paris yakınlarında bir işçi üniversitesi kur­muştur- bu çelişkinin farkına varmış, Felsefenin İlkesel Esasları adlı kitabında [ki felsefesi de işçilik türünden­dir] bu konuyu ele almış ve bir çözüm yolu bulmuştur. Orada Politzer şöyle demektedir; Biz, hayatta, toplumda ve felsefede materyalistiz; ama ahlakta idealistiz.”

 

Fakat bu montaj nasıl olmaktadır? Bütün hayat bo­yunca materyalist olup birden bire idealist olmak nasıl olabilmektedir? Nasıl ve hangi yoldan, materyalizmden mutlak idealizme geçilebilmektedir? Bunun yolunu Po­litzer bulmamıştır, çünkü böyle bir yol yoktur.

 

Felsefede materyalist, ahlaktaysa idealist olmak, sorumluluk ile maddilik arasında, Marksizm’in kaça­madığı bir çelişkinin bulunduğunu göstermektedir. Çün­kü Marksizm bunların hiçbirisinden vazgeçememişler­dir. Çünkü aslında isar, materyalizmde açıklanası bir şey değildir ve özveriyi maddi akıl anlayamaz. Kaçınıl­maz olarak da bireyi başkaları için ya da amacın gerçek­leşmesi için özveriye -ki hayatın ve maddi çıkarların üs­tündedir- çağıramamaktadır. Ancak her dil ve düşünce­den daha çok idealistçe, hayalperestçe ve zihinsel olan ad, san, kahramanlık ve gurur gibi kavramlara dayan­maktadır. Öte yandan, canını veren, fakat inancının ya­pısı mutlak maddi olan özverili bireyin davranışı ancak şu şekilde yorumlanabilir; Başkaları yolunda ya da inanç yolunda ortaya konulan özveri, insanda öze bir gü­dü ve toplumsal bir taassuptur... Bir davranışın güdüsel olması, bu davranışın değerden yoksun oluşu durumunu ortaya çıkarır. Çünkü her bir değer, özgür bilinç ve se­çimden kaynaklanır. Bu yüzden, sadece insan, değeri [valrur] yaratır, denilmektedir. Yaratılışsal, güdüsel ve doğal olan, oldukça değerli, yararlı, iyi, yüce ve saf güzel­lik olabilir ama değer olamaz.



[1] Jean Isoulet: La sainte cite, C.1, Sonuç [Conclusion]

[2] Bu kayıtlar, şu anki ahlaki bunalımdaki iktisadi, sınıfsal ve siyasal etkenleri -ki güç etkenlerdir bunlar- görmezden gelmemem içindir.