Menyu
EDİTÖR MAKALELERİ

"Yaşamı Alışkanlık Durumuna Getirenler Yaşamaktan El Çekmiş Durumdadırlar." / Dr.Mustafa YILMAZ

1967’de Büchner Edebiyat Ödülü’nü, 1972’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Alman edebiyatının ünlü ismi Henrich Böll (1917–1985), 2. Dünya Savaşı’nda neredeyse her cephede savaşmış bir yazardır. Hatta 1945’te müttefik kuvvetlerce bir süre esir kampında bile tutulmuştur.

 

Eserlerinde insanların nasıl savaştıklarını, savaşın yıkıntılarını, acılarını anlatan Böll, savaş sonrası yıllarda ise Alman refah toplumunu eleştiren yazılar yazdı. Yazıya başlık olan cümle de mezkûr yazarın, Cem Yayınevi tarafından Türkçe çevrisi yapılan “Gül ve Dinamit’i simli eserinden alınmıştır.

 

Bu cümlede peygamberi bir söylem havası sezinleniyor. Ulvi bir söylemin izlerini taşımaktadır: “Yaşamı alışkanlık durumuna getirenler, yaşamaktan el çekmiş durumdadırlar.”

 

Görüleceği üzere, cümleyi anlama bağlayan anahtar kelimeler yaşam, alışkanlık ve el çekmektir. Bu kelimeler arasında en kritik olanı ise, alışkanlıktır.

 

Şimdi burada bir nokta koyalım ve başka bir açılımla konuyu genişletmeye çalışalım. Daha sonra dönüp yaptığımız bu açılımı getirip bu noktaya bağlayalım.

 

Gerçek nedir? Gerçeğe ulaşılabilir mi? Ulaşmak mümkün ise biz o yola nasıl girebiliriz?  Gerçeğe ulaşmamızın önünde engeller varsa ve bu engeller aşılması imkânsız ise, ulaşamadığımız şeyi, nesneyi, özneyi, olguyu gerçek olarak tanımlamamız ne kadar uygun olur?

 

Gerçek bize asla ilham edilmez. Gerçeğe ancak ulaşılabilir, gerçek armağan edilmez. Gerçeğe ulaşmak için edilgenliğin köhnelerinde bir uyuşukluk içinde bulunma halinden sıyrılıp, etkenliğin değiştirici öznesi olma uyanıklığına adım atmak gerekir.

 

Gerçekten kaçmak imkânsızdır. Gerçek güneşli bir havada peşimizi bırakmayan gölgemize benzer. Her ne kadar gölge gerçeği ifade etmese de, gerçek gölgeye bu yönüyle benzer. Gerçekten kaçtığımızı sandığımız zaman aslında sadece gerçeğe gözlerimizi kapamış oluruz o kadar. Biz gerçekleri yok etmiş olamayız da. Bu duruma şu tanımlamayı getirebiliriz: körebe durumunda yaşamak.

 

Gerçek özgüselliği ve niteliği gereği bize her durumda haz vermeyebilir. Bazen acılar, bazen sıkıntılar, bazen ayrılıklar doğurabilir. Gün gelir yüz güldürücü bir oluş olarak da karşımıza çıkabilir. Bu durum gerçeğin, bizim dünyamıza, yaşayışımıza ve algılarımıza göre değişen yüzleridir. Bunu söylerken çok yüzlü bir gerçeklikten de bahsediyorum elbette. Gerçek tek yüzlüdür ve o yüzü de gerçek olduğudur. Gerçekler acı olarak tabir edilse de.

 

Şimdi birkaç soru daha sorarak işi biraz daha karmaşık hale sokalım.

 

Yaşam gerçek midir? Gerçek, yaşam mıdır? Yaşam gerçeklikle ne nispette örtüşür? Gerçeklik yaşamı hangi nispette etkiler? Bu sorularla yavaş yavaş nokta koyduğumuz yere dönüş yapmış olacağız.

Alışkanlıklarımız, yaşamımızın ne kadarında, hangi alanlarda ve hangi oranlarda söz sahibidir? Yaşam bir alışkanlık olabilir mi? Yaşama alışmak, alışkanlıklarımızı yaşamakla aynı şey değil midir? Yaşamı alışkanlık haline getirmek, demek oluyorsa, biz yaşamamız gereken alışkanlıklar dışı yaşam alanlarından el çekmiş olmaz mıyız?

 

Alışkanlıklar aslında bilinç dışılık durumuna denk düşen davranışlardır. Reflekslere benzerler biraz da. Fizyolojik olarak da bilinçli hareketlere bilinç dışı hareketlerin kontrol merkezleri beyinde ayrı yerlerde konumlanmıştır. Bilinçli hareketleri beyin kabuğu [korteks] kontrol ederken, refleksleri daha alt merkezler omurilik [medulla spinalis] kontrol eder. Bu nedene bilinç alanına düşen bir hareket iş oluş söz, alışkanlıklar coğrafyasından sürgün edilmiş bir asi gibidir.

 

Yaşama alışmak, yaşamın gerilimler doğuran, hayatı canlandıran, iç çatışmalardan çelişkilerden, insanı var olmanın erdemleri için uğraş vermeye çağıran etken alanlardan uzaklaşmayı ifade eder. Yaşamı bir alışkanlık haline getirmek, yaşamın bizi sürükleyip götürdüğü insan ve zaman seline karşı duruştan el çekmek demektir. Bu da amiyane tabirle işi oluruna bırakmak demek olur. Bir yönüyle nesneleşmek demektir. Bu tavır tarihin öznesi olan insan için, insan olmanın anlamlarını mündemiç bir tavır değildir. Aksi tavır ise, hayata müdahil olmayı mümkün kılacak olan, bilinç halidir.

 

Bilinç aklın eyleme, amele, söze dönük işlevsel halidir. Bir insan, herhangi bir durum karşısında tepki verecekse onun ellerini koparsanız diliyle, dilini koparsanız gözüyle, gözünü çıkarsanız zihniyle tepki verecektir. Demek ki bilinç, insanı, tüm azalarıyla edilgenliğin kumdan kalelerini yıkmaya çağırmaktadır. Alışkanlıklar ise, bilinci, muhakemeyi, soruyu devre dışı bırakan otomatlıklardır. Bu durumdaki bir insan ne hayatın ayırdına varabilir ne de kendi varlığının.

 

Bütün bunlardan bir sonuç çıkaralım ve bir iddiada bulunalım: Yaşam gerçektir, gerçek olan da yaşamdır. Yaşamı gerçeklik alanı dışına itmek, gerçek olmayan düşsel bir alanda yaşama davetiyedir. Gerçekleri yaşamdan soyutlamak ise körebe durumunda yaşamak.

 

Yaşamın bir gerçek olduğunu ve bu gerçekliğin insan olma durumuyla, gerçeğiyle örtüşen yanlarının neler olduğunu kavrayabilirsek, yaşamı gerçeğe, gerçeği de yaşama giydirerek, gerçek bir yaşamı varedebiliriz.

 

Yaşamı alışkanlık hakline getirmek, yaşamı anlamlı kılabileceğimiz eylemlerde bulunacak ellerimizi dolayıp koynumuza sokmaya benzer. Bu tutumumuz ellerimizin hiç olmamasından daha kötü bir durumdur. Yaşantının alışkanlık haline gelmesi, yaşamı bir tiyakomedrama dönüştüren aktörlerce insanın nesneleştirilmesi acı sonuyla yüzleşmemize neden olur. Çünkü, alışkanlıklar ölü doğaları gereği yaşamı otomatlaştırırlar, eylemde bulunacak insanı da, kurallarını koymakta müdahil olamadığı, kendince işleyen, çoğunlukla da karmaşık ve irrasyonel işleyen, yaşamın figüranları kılar.

 

Alışkanlıklarımız yaşamın bilinçsiz yönünü ifade ederler.  Yaşam ise bilinç dışı hareketlerin, işlerin, eylemlerin, söylemlerin toplamına denk düşecek kadar anlamsız bir gerçeklik değildir. Belki de yazarların işi, insanı, okuru bilinçsizliğin yok edici edilgenliğine karşı, etken bir uyanıklığa çağırmak olmalıdır.

 

Yaşantı, kendisinden el çekmekle de insanın yakasını bırakmaz. Nesneleşen insan, yaşamın bir aparatı olur artık. İnsanın bu durumda yapması gereken şey; yaşamın, yakalarına yapışmış ellerini bilinçle itmektir. Bu, edilgenliğin zindanına hapsolmuş insanın, yaşama el atmak anlamına gelecek ilk eylemi olarak önemlidir.

 

Böll’ün ‘yaşamı alışkanlık durumuna getirenler, yaşamaktan el çekmiş durumdadırlar’ cümlesini okuyunca aklıma Peygamber’in “iki günü müsavi olan ziyandadır” mealindeki sözü geldi. Bu nedenle yazımın başında, bu sözde sezinlediğim o peygamberlere has sözlerdeki havayı peşinen belirtmiştim.

 

Yaşamı alışkanlık dizgisinden çıkarıp ona müdahil olmak, art arda gelen iki günü eşit, aynı, sıradan, alışılmış, farksız geçirmeye, ellerimizi koynumuza dolayıp öylece çaresiz oturmaya karşı bir duruştur. Bunun için diyorum ulvi bir sözdür bu. Böll’ün çocukluğunun ve gençliğinin de Katolik inancın egemen olduğu bir çevrede geçtiğini düşünecek olursak yadırganacak bir durum yok ortada.

 

Yaşam karşısında kayıtsız kalmak insanlık durumuyla asla bağdaşmaz. İnsan yaşamın farkında değilse, yaşam zaten o insanın farkında olmuyor. Yaşamı alışkanlıklar toplamı olmaktan çıkarmak zorundayız. Onun elleri yakalarımızda. Bizde ellerimizi yaşamın üzerinden çekmeyelim ki, yaşam bizim ellerimizle şekillensin, güzelleşsin.

 

Bol sorulu, alegorik bir yazı oldu. Dilime hakim olamadım itiraf ediyorum. Soruların çokluğunu ben istedim. Alışkanlıklar dışına çıkmanın bir yolu da zaten soru sormak değil mi?