Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-8 (Bölüm 4) - Cehalet, Çıkar ve Korku; Beşeri Sapmanın Temel Etkenleri
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-8 (Bölüm 4) - Cehalet, Çıkar ve Korku; Beşeri Sapmanın Temel Etkenleri

Benim inancımda bütün beşerî sapmaların -ahlâkî bakımdan ya da psikolojik ve insanî teşhisler bakımından- kökleri bu üç etkende bulunmaktadır. Eğer dördün­cü bir etken daha bulursanız bana bildirin. Bu etkenler hem insan bireyini bozmakta, hem de toplumu pislikle­re, düşünsel sapmalara ve ahlâkî bozukluğa düşürmek­tedir.

 

Bireyin ve toplumun bozulması, ikisi de birdir. Çün­kü hıyanet eden kimse sadece toplumu mutsuz etmekle kalmaz, kendisini de hain durumuna getirir. Albert Memmi’nin dilinden şöyle demiştim; “Sömürgeci, sadece Doğu ülkelerini ileri ve uygar insan haline getirmekle kalmamış, kendisini de insan şeklinden sömürgeci şekli­ne sokmuştur.” Bir malı çalan bir hırsız, kendisinin çok daha değerli bir servetini yitirmiştir ki bu insanî sada­kattir.

 

Toplumsal etken bakımından, sınıf çatışmasını, te­kelci düzeni ve sömürü düzenini sapmaların etkeni ola­rak aldım ve söyledim. Ama burada konuyu ahlâki ve bi­reysel etken olarak ele alıyorum. Aynı sınıfsal düzende sömürülen sınıfında yer alan ve adaletsizliğe karşı sava­şım yerine boyun eğip dua ettiğini gördüğümüz bireyin davranışı korkudandır, korku ise tehlikeden. Onun bo­yun eğmesi ve hoşnutluğu, onun durumunun açıklaması değildir. Öyle ki yoksul, ırgat, köylü ve işçi sınıfının, ör­neğin derebeylik ya da sermayedarlık düzeninde sömü­rüldüğü yolundaki eleştiriye ve işçiye “Bu ay işimiz var ama günlük olarak beş tümene razı mısın değil misin?” denilmesine, başka bir yol bilemediği için işçinin de kabul etmesine karşı dinî düşünürlerden biri şöyle cevap vermektedir; O, sermayedarın teklifini kabul ettiğinde, sömürü söz konusu olamaz; zorlama yoktur, seçim var­dır. Her iki taraf da hoşnutsa şerî bakımdan da bir sorun yoktur, çünkü bu sömürü değildir. Bir baskı olmadığı için burada kimseye zulmedilmemiştir! Kimse çıkıp da, hoş­nutluk adaletse, öyleyse bütün fesat mekânları, güven mekânlarıdır, çünkü tarafların hoşnutluğu söz konusu­dur. Eğer bu ırgat, bu öneri karşısında boyun eğerse, onun boyun eğip hoşnut olmasına neden olan şey korku­dur. O, öneriyi kabul etmezse elindekileri de yitirmekten korkmaktadır. Bu ‘baş eğme ve zoraki hoşnutluk düze­ni’ni değiştirmek isterse her şeyini yitirecektir.

 

Sömürücü sınıftaysa, sömürücüyü başkasından ya­rarlanmaya iten etken çıkardır; bir duygu, kişisel ve ahlâkî bir eğilim ve insanî bir sürükleniş olarak söylüyorum bunu. Bireysel ve toplumsal etken ayrılmaz olmakla birlikte, burada amaçladığım bireysel etkendir. Çünkü burada insanbilimsel bir konudan söz edilmektedir, ta­rihten değil; ruhbilimden söz edilmektedir, zihinsellik­ten [Subjectivite] söz edilmektedir, özdeşlikten [objektivite] değil. Söylediğim gibi, insan ve çevre arasın­da [bilinç, insan iradesi, tarihsel ve toplumsal etken] kar­şılıklı neden-sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Yani her ha­reketteki tam etken, çevre baskısıyla insanın seçme öz­gürlüğü arasındaki ilişkide ortaya çıkan edim ve etkilen­meden ibarettir.

 

Burada öğretim yöntemi açısından, insandan -bir et­ken olarak- söz ediyorum ve insan etkenini bağımsız ola­rak algılıyorum; her ne kadar bilimsel açıdan insan, ne­den olmakla birlikte aynı zamanda sonuç ve tam tersi olsa da. Koruma ve kazanmaya da sahip olma ve isteme biçiminde görünüm kazanan korku ve çıkar etkeni [ki bir insan gerçekliğinin olumlu ve olumsuz iki yönü­dür], insanları sınıfsal, ruhsal ve ahlâkî bakımdan dört tipe [temel] ayırmaktadır [İslam-Şinasi’de üç tip demiş­tim]; Kurt, tilki, fare ve koyun. Fare kimdir? Halkın azık ambarına doluşup yemeye koyulan, doyunca çalmaya, gizlemeye, depolamaya [hazine oluşturmaya] girişen ve para yığmaya başlayan -oysa yığıp gizledikleri ne ye­meye yarar, ne da başka bir işlerine- ve gereksinimlerin­den ve kapasitelerinden fazla şeyi toplayıp depolayan kimselerdir fareler. Sermayedar ve sömürücü dünyalıkçı faredir; paranın kuludur, dişlerinin fazla gelişmemesi için sürekli olarak kemirmelidir, eğer kemirmezse, dişle­ri olağan üstü uzayıp onu incitir. Bu yüzden herşeyi, halıyı, tahtayı, kitabı kemirip un ufak eder. Hem de gereksi­nimini karşılamak ve açlığını gidermek için değil, hasta­lığını yatıştırmak için; çünkü dişleri anormal ve hastalık şeklinde gelişmektedir. Fare, parayla aline olanların ve eşekizmin şerrine tutulanların sembolüdür.

 

Faiz yiyici tip hakkında Kur’an’ın şeytanın çarptığı şeklindeki tabiri, insanın para yoluyla alinasyonunun tam anlamını vermekte olup sözel bakımdan ve söyleyiş olarak da ahlâkçı sosyalistlerin burjuvalar ve para tut­sakları hakkında söylediklerini anlatmaktadır. Oysa uzun uzun anlattıklarını Kur’an iki kelimeyle dakik ola­rak ortaya koymaktadır.

 

Bu yüzden, bilinç ve sorumluluk konusunun günde­me geldiği insanî bakımdan -ahlâk, ruhbilim ve insan­bilim konusunda- mülkiyet düzeninin, sınıflarda ve so­nuçta da bireyi yöneten ya da yönetilen, sömüren ya da sömürülen sınıfa yerleştiren toplumsal çevre zorlama­sında etken olduğu doğrudur. Toplum, bireyi ırgat ya da faizci, işçi ya da sermayedar kılmıştır. Yoksulluğu, yok­sulun seçiminin değil, sınıfsal düzenin yarattığı doğru­dur, ama ben yoksulluk üzerine değil, yoksul üzerine, zulüm üzerine değil, mazlum üzerine konuşuyorum bu­rada. Yoksulluğa niçin katlanmaktadır? Niçin zulmü ka­bullenmektedir? Niçin reddetmemektedir?

 

Ya bilmemektedir; Cehalet.

 

Ya da korkmaktadır; Korku.

 

Ya da bireysel bir ayrıcalık -sınıfının yazgısından ayrı olarak- kazanma umuduyla uyum göstermektedir; Çı­kar. Bu yüzden söz konusudur sorumluluk. Ben’in insanî asaletine inanılmadan sorumluluğun bir anlamı olamaz.

 

Cehalet ise -ki kimi zaman sapma etkenidir ve kitlede çoğu zaman bu etken işbaşındadır- bilimlerin, fi­zik, hukuk ya da fıkıh gibi maddi ya da insanî veya dinî bilimlerin olumsuzlanması anlamına gelmez. Tersine in­sanın onunla tanımlandığı özel bir bilinçtir bilimlerin olumsuzlanması. Bir aydında gözlemlediğimiz özel bi­linç, gerçeklikleri bilmekten ya da zihinde bir şeyin şeklinin belirmesinden ibaret olmayıp hidayet ilmidir; olma bilgisidir; aydın görüşlülük, aydın düşüncelilik, hakkı bulmak ve yönü teşhis etmektir bu bilinç. Bu, insanî ve toplumsal sorumluluğun yarattığı bilinçtir. Bu bilinç, tahsille, öğrenimle, kitapla ve incelemeyle ka­zanılmaz; her ne kadar onu güçlendirmede etkiliyse de... Bu bilinç, dünya görüşünden kaynaklanır.

 

Bütün düşünürlerin ve ayrıca peygamberlerin sözü­nü ettikleri şey, bu bilincin varlığıdır. Yunan’da sop­hia, Zerdüşt dininde men ve Veda mezheplerinde vid­ya, Kur’an’da [İslamî kitaplarda değil] ise hikmet bu­dur.

 

Bu, günümüzde Avrupalı düşünürlerin Promethe­usçu bilgi dedikleri şeyin aynısıdır. Bu, Prometheus’un gökten getirip insana bağışladığı tanrısal bir ateş; ateş gibi ısı [hareket] ve ışık [görüş] doğuran bir bilgidir.

 

Peygamberler insana hikmet vermek için gelmiş­lerdir. İlk İslam’ın dilinde [Kur’an ve hadis] ilimden söz edildiği her yerde bu bilgi amaçlanmaktadır. Işığa ben­zetilen bu bilgidir; yoksa fizik, toplumbilim, fıkıh ve usul bilimdir, görüş ve aydınlık değil. İlim, çok öğretmek ve öğrenmekle elde edilen bir şey değil, Allah’ın dilediğinin kalbine düşürdüğü ışıktır.

 

Bu, bir bilginde bulunmayabilen insanî özbilinçdir; okuma yazması olmayan biri de ona mazhar olabilir. Be­devi Ebuzer’de varken akademisyen olan İbn Sina’da olmayan, bu bilinçtir.

 

İşte bu bilinç, bir ateş gibi, cehalet gecesinde uykuya dalmış uyuşuk kitleye düşüp hepsine yön bağışlar, hepsini harekete geçirir, herkese toplumsal sorumlu­luk duygusu kazandırır ve bireye -bilgili ya da bilgisiz bireye- kendi çağında, kendi halkı içinde peygamberce bir yükümlülük verir.

 

Peygamberler, tarihte aynı şeyi yüklenmişlerdi ve bugün de, peygamberlerin varisleri olan aydınlar yük­lenmektedirler. Bu ilmin -ışık, ısı, ateş ilminin­- olumsuzlanması cehalettir, mutsuzluklardan ve boyun eğmelerden büyük bir bölümünün nedenidir.

 

Tevhid ise evrensel bir düşünce birliği ve bir dünya görüşü anlamında bu ilmin alevleniş merkezi olabilir;

 

“Ki mübarek bir zeytin ağacından yakılır ki o ağaç ne güneşin doğusundadır, ne de batısındadır. O ağacın yağı, ateş dokunmaksızın neredeyse aydınlık verecektir. Nur üstüne nurdur. Allah, dilediğini nuruna hidayet eder. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi çok iyi bilendir.” [Nur Suresi, 35]