Benim inancımda bütün beşerî sapmaların -ahlâkî bakımdan ya da psikolojik ve insanî teşhisler bakımından- kökleri bu üç etkende bulunmaktadır. Eğer dördüncü bir etken daha bulursanız bana bildirin. Bu etkenler hem insan bireyini bozmakta, hem de toplumu pisliklere, düşünsel sapmalara ve ahlâkî bozukluğa düşürmektedir.
Bireyin ve toplumun bozulması, ikisi de birdir. Çünkü hıyanet eden kimse sadece toplumu mutsuz etmekle kalmaz, kendisini de hain durumuna getirir. Albert Memmi’nin dilinden şöyle demiştim; “Sömürgeci, sadece Doğu ülkelerini ileri ve uygar insan haline getirmekle kalmamış, kendisini de insan şeklinden sömürgeci şekline sokmuştur.” Bir malı çalan bir hırsız, kendisinin çok daha değerli bir servetini yitirmiştir ki bu insanî sadakattir.
Toplumsal etken bakımından, sınıf çatışmasını, tekelci düzeni ve sömürü düzenini sapmaların etkeni olarak aldım ve söyledim. Ama burada konuyu ahlâki ve bireysel etken olarak ele alıyorum. Aynı sınıfsal düzende sömürülen sınıfında yer alan ve adaletsizliğe karşı savaşım yerine boyun eğip dua ettiğini gördüğümüz bireyin davranışı korkudandır, korku ise tehlikeden. Onun boyun eğmesi ve hoşnutluğu, onun durumunun açıklaması değildir. Öyle ki yoksul, ırgat, köylü ve işçi sınıfının, örneğin derebeylik ya da sermayedarlık düzeninde sömürüldüğü yolundaki eleştiriye ve işçiye “Bu ay işimiz var ama günlük olarak beş tümene razı mısın değil misin?” denilmesine, başka bir yol bilemediği için işçinin de kabul etmesine karşı dinî düşünürlerden biri şöyle cevap vermektedir; O, sermayedarın teklifini kabul ettiğinde, sömürü söz konusu olamaz; zorlama yoktur, seçim vardır. Her iki taraf da hoşnutsa şerî bakımdan da bir sorun yoktur, çünkü bu sömürü değildir. Bir baskı olmadığı için burada kimseye zulmedilmemiştir! Kimse çıkıp da, hoşnutluk adaletse, öyleyse bütün fesat mekânları, güven mekânlarıdır, çünkü tarafların hoşnutluğu söz konusudur. Eğer bu ırgat, bu öneri karşısında boyun eğerse, onun boyun eğip hoşnut olmasına neden olan şey korkudur. O, öneriyi kabul etmezse elindekileri de yitirmekten korkmaktadır. Bu ‘baş eğme ve zoraki hoşnutluk düzeni’ni değiştirmek isterse her şeyini yitirecektir.
Sömürücü sınıftaysa, sömürücüyü başkasından yararlanmaya iten etken çıkardır; bir duygu, kişisel ve ahlâkî bir eğilim ve insanî bir sürükleniş olarak söylüyorum bunu. Bireysel ve toplumsal etken ayrılmaz olmakla birlikte, burada amaçladığım bireysel etkendir. Çünkü burada insanbilimsel bir konudan söz edilmektedir, tarihten değil; ruhbilimden söz edilmektedir, zihinsellikten [Subjectivite] söz edilmektedir, özdeşlikten [objektivite] değil. Söylediğim gibi, insan ve çevre arasında [bilinç, insan iradesi, tarihsel ve toplumsal etken] karşılıklı neden-sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Yani her hareketteki tam etken, çevre baskısıyla insanın seçme özgürlüğü arasındaki ilişkide ortaya çıkan edim ve etkilenmeden ibarettir.
Burada öğretim yöntemi açısından, insandan -bir etken olarak- söz ediyorum ve insan etkenini bağımsız olarak algılıyorum; her ne kadar bilimsel açıdan insan, neden olmakla birlikte aynı zamanda sonuç ve tam tersi olsa da. Koruma ve kazanmaya da sahip olma ve isteme biçiminde görünüm kazanan korku ve çıkar etkeni [ki bir insan gerçekliğinin olumlu ve olumsuz iki yönüdür], insanları sınıfsal, ruhsal ve ahlâkî bakımdan dört tipe [temel] ayırmaktadır [İslam-Şinasi’de üç tip demiştim]; Kurt, tilki, fare ve koyun. Fare kimdir? Halkın azık ambarına doluşup yemeye koyulan, doyunca çalmaya, gizlemeye, depolamaya [hazine oluşturmaya] girişen ve para yığmaya başlayan -oysa yığıp gizledikleri ne yemeye yarar, ne da başka bir işlerine- ve gereksinimlerinden ve kapasitelerinden fazla şeyi toplayıp depolayan kimselerdir fareler. Sermayedar ve sömürücü dünyalıkçı faredir; paranın kuludur, dişlerinin fazla gelişmemesi için sürekli olarak kemirmelidir, eğer kemirmezse, dişleri olağan üstü uzayıp onu incitir. Bu yüzden herşeyi, halıyı, tahtayı, kitabı kemirip un ufak eder. Hem de gereksinimini karşılamak ve açlığını gidermek için değil, hastalığını yatıştırmak için; çünkü dişleri anormal ve hastalık şeklinde gelişmektedir. Fare, parayla aline olanların ve eşekizmin şerrine tutulanların sembolüdür.
Faiz yiyici tip hakkında Kur’an’ın şeytanın çarptığı şeklindeki tabiri, insanın para yoluyla alinasyonunun tam anlamını vermekte olup sözel bakımdan ve söyleyiş olarak da ahlâkçı sosyalistlerin burjuvalar ve para tutsakları hakkında söylediklerini anlatmaktadır. Oysa uzun uzun anlattıklarını Kur’an iki kelimeyle dakik olarak ortaya koymaktadır.
Bu yüzden, bilinç ve sorumluluk konusunun gündeme geldiği insanî bakımdan -ahlâk, ruhbilim ve insanbilim konusunda- mülkiyet düzeninin, sınıflarda ve sonuçta da bireyi yöneten ya da yönetilen, sömüren ya da sömürülen sınıfa yerleştiren toplumsal çevre zorlamasında etken olduğu doğrudur. Toplum, bireyi ırgat ya da faizci, işçi ya da sermayedar kılmıştır. Yoksulluğu, yoksulun seçiminin değil, sınıfsal düzenin yarattığı doğrudur, ama ben yoksulluk üzerine değil, yoksul üzerine, zulüm üzerine değil, mazlum üzerine konuşuyorum burada. Yoksulluğa niçin katlanmaktadır? Niçin zulmü kabullenmektedir? Niçin reddetmemektedir?
Ya bilmemektedir; Cehalet.
Ya da korkmaktadır; Korku.
Ya da bireysel bir ayrıcalık -sınıfının yazgısından ayrı olarak- kazanma umuduyla uyum göstermektedir; Çıkar. Bu yüzden söz konusudur sorumluluk. Ben’in insanî asaletine inanılmadan sorumluluğun bir anlamı olamaz.
Cehalet ise -ki kimi zaman sapma etkenidir ve kitlede çoğu zaman bu etken işbaşındadır- bilimlerin, fizik, hukuk ya da fıkıh gibi maddi ya da insanî veya dinî bilimlerin olumsuzlanması anlamına gelmez. Tersine insanın onunla tanımlandığı özel bir bilinçtir bilimlerin olumsuzlanması. Bir aydında gözlemlediğimiz özel bilinç, gerçeklikleri bilmekten ya da zihinde bir şeyin şeklinin belirmesinden ibaret olmayıp hidayet ilmidir; olma bilgisidir; aydın görüşlülük, aydın düşüncelilik, hakkı bulmak ve yönü teşhis etmektir bu bilinç. Bu, insanî ve toplumsal sorumluluğun yarattığı bilinçtir. Bu bilinç, tahsille, öğrenimle, kitapla ve incelemeyle kazanılmaz; her ne kadar onu güçlendirmede etkiliyse de... Bu bilinç, dünya görüşünden kaynaklanır.
Bütün düşünürlerin ve ayrıca peygamberlerin sözünü ettikleri şey, bu bilincin varlığıdır. Yunan’da sophia, Zerdüşt dininde men ve Veda mezheplerinde vidya, Kur’an’da [İslamî kitaplarda değil] ise hikmet budur.
Bu, günümüzde Avrupalı düşünürlerin Prometheusçu bilgi dedikleri şeyin aynısıdır. Bu, Prometheus’un gökten getirip insana bağışladığı tanrısal bir ateş; ateş gibi ısı [hareket] ve ışık [görüş] doğuran bir bilgidir.
Peygamberler insana hikmet vermek için gelmişlerdir. İlk İslam’ın dilinde [Kur’an ve hadis] ilimden söz edildiği her yerde bu bilgi amaçlanmaktadır. Işığa benzetilen bu bilgidir; yoksa fizik, toplumbilim, fıkıh ve usul bilimdir, görüş ve aydınlık değil. İlim, çok öğretmek ve öğrenmekle elde edilen bir şey değil, Allah’ın dilediğinin kalbine düşürdüğü ışıktır.
Bu, bir bilginde bulunmayabilen insanî özbilinçdir; okuma yazması olmayan biri de ona mazhar olabilir. Bedevi Ebuzer’de varken akademisyen olan İbn Sina’da olmayan, bu bilinçtir.
İşte bu bilinç, bir ateş gibi, cehalet gecesinde uykuya dalmış uyuşuk kitleye düşüp hepsine yön bağışlar, hepsini harekete geçirir, herkese toplumsal sorumluluk duygusu kazandırır ve bireye -bilgili ya da bilgisiz bireye- kendi çağında, kendi halkı içinde peygamberce bir yükümlülük verir.
Peygamberler, tarihte aynı şeyi yüklenmişlerdi ve bugün de, peygamberlerin varisleri olan aydınlar yüklenmektedirler. Bu ilmin -ışık, ısı, ateş ilminin- olumsuzlanması cehalettir, mutsuzluklardan ve boyun eğmelerden büyük bir bölümünün nedenidir.
Tevhid ise evrensel bir düşünce birliği ve bir dünya görüşü anlamında bu ilmin alevleniş merkezi olabilir;
“Ki mübarek bir zeytin ağacından yakılır ki o ağaç ne güneşin doğusundadır, ne de batısındadır. O ağacın yağı, ateş dokunmaksızın neredeyse aydınlık verecektir. Nur üstüne nurdur. Allah, dilediğini nuruna hidayet eder. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi çok iyi bilendir.” [Nur Suresi, 35]