Menyu
İran, Seçimler ve Ali Şeriati ile Vurulmak İstenen Ne? / Muhammed CAN
HAKKINDA YAZILAN MAKALELER [TÜRKÇE]

İran, Seçimler ve Ali Şeriati ile Vurulmak İstenen Ne? / Muhammed CAN

[Mustafa Özcan’a]

 

İran İslam İnkilabı, gerçekleştiği günden bugüne dek, dünyada gündem olarak en fazla kendisinden söz ettirmeyi başardı. Bu konuda olumlu/olumsuz çeşitli görüş ve eleştiriler her zaman  etkinliğini yitirmeden devam etti, edeceğe de benziyor.


Bizim değinmek istediğimiz farklı bir konu var. Elbette olumlu/olumsuz eleştiri ve değinilerde bulunanların, fikir ve sunumlarına katılmak/katılmamak farklı bir durum.

 

Dünya siyaset arenası geride bıraktığımız Haziran ayında önemli olaylara tanıklık etti. Kuşkusuz bunların en önemlilerinden biri de, İran’daki 10. Cumhurbaşkanlığı seçimleriydi. Söz konusu seçim etkisi, dünya gündeminde birinci sırada yer aldı.

 
Ataerkil dini yorum anlayışına sahip aydın insanların kendi zamanında yaşanan siyasi, sosyal, ekonomik sair olayların analizlerini vahiy ekseninde doğru yapıp, doğru sonuçlara ulaşmaları kolay olmaz.

 

Aydın: toplumuna mum olduğu sürece aydın kimliğini korur, Merhum Şeriati kendi zamanının aydını olarak üstüne düşeni yerine getirmeye çalışan bir mumdu. Nitekim Ali Şeraiti de ataerkil dini yorum anlayışına karşı çetin ve bir o denli amansız mücadele vererek değerli ömrünü bu yolda sonlandıran İslam mektebinin güzide evlatlarından biriydi...

 

Zifiri karanlıkları yırtıp kendisini ve çevresini aydınlatacak kadar ışığı olmayanlar, Şeriati’yi anlamsız da bulabilirler. Bu durum da yadırganmaması gereken bir olgudur. Biz, kendini aydın görenleri bu kusurdan müstesna tutmamız gerektiğini düşünüyoruz.


İslam dünyasına yeni model sunmanın provasını bünyesinde taşıyan son İran Cumhurbaşkanlığı seçimini, dışarıdan izleyenlerin kalem sahiplerinin parçaladıkları paradigma ve terimlerle olayların derinliklerine inilebilineceğini sanmaları, onlara devrimin temel değerlerine ne denli aşina oluklarının da aynası oldu.

 
Yeniden ve  farklı dizaynla şekillendirilmeye çalışılan Ortadoğu’da söz konusu Emperyal emellerin önündeki en önemli engel olarak İran’ı görenler, İran’ı bölgesel ve küresel güç olma yolunda etkisizleştirme operasyonunu, mikrodan makroya taşımanın modeli olarak seçimleri bulunmaz Hint kumaşı addederek  değerlendirmek istediler.

 

Aynı koroda ki İslamcı  cenahın kimi aydınları, Suud, Mısır, Türkiye gibi daha nice ülkelerdeki despotizm’i İslami değerler kabul ederek eleştiri bir yana adeta toz  kondurmayıp akıl hocalığı görevini gönüllü üstlenirken, acaba hangi geçerli insani, İslami sebepten ötürü İran’ın Velayet felsefesi üstüne kurulmuş sistemini beğenmezlik yapıp, yıkılmasını değilse yaralanmasını istiyordu? 

...

Ve Elbette bu arzularına ulaşmak için gerçekleştirmek istedikleri operasyonlarda İslam’ı referans alan insanlarla yapılacak, böylece toplumu  İslam ve İslam karşıtı  kutuplara ayırabileceklerini düşünmüşlerdi.

 

Tabiidir Nükleer teknolojiye ulaşan Velayet-i Fakih eksenli bir İslam modeli, İslam dünyasının geri kalanı için pekala çekim merkezi olduğunu bilmiyor değillerdi.

 

İran 30 yıllık gibi kısa bir sürede ağır sanayi hamlesini başarmış, bilim ve teknolojide  önemli projeleri gerçekleştirmiş İslami bir iktidara, Batı’nın tahammül etmesini beklemek saflık olur.

 

Musevi abalı rolünü mü üstlendi?

 

İran’ın kendi iç dinamiklerinden beslenen, güçlü bir İslami muhalefete sahip olarak, varlığını ve sürekliliğini daha bir muhkemleştirmek isterken, bu süreçte dışsal ve içsel istenmeyen bazı sızmalar ve katkılar olsa da, Sistemin bilge ve güçlü liderlik pozisyonuna haiz olduğu kuşku götürmez gerçekliktir.

 

Esasında İran’da sanıldığı gibi kimse sorunların veya olası adaletsizliklerin üstüne gidilmediğinden yakınmıyordu. Kaldı ki İran’ı yakından tanıyan biri olarak, İran milleti hamaset ve heyecanla ülkenin beceriksizlik ve tembelliğini gizlemeye meyilli kimi koyun ruhlu  milletlerden çok uzak bir birikime sahiptir.

 

Bize yansıyan boyutu ise İslami muhalefet Devrime yeni bir ruh ve canlılık katmanın provasını yaparken, sayın Musevi önderliğindeki muhalefete içsel ve dışsal bazı marjinal sızmalar bunu kendi arzuları doğrultusunda kullanmanın ümidini beslediler...

 

Sayın Mir Musevi'nin amacı söylemi ve hedefi zıddı İslami bir çağrışımı yansıtmadı. Kaldı ki Muhterem şahsiyeti bu tür iddia ve şayialardan uzaktır. Sayın Mir Musevi Velayet çizgisinin kırmızlılarını aşmış biri olmadığı gibi yaşantısı ile teyit etmiş devrimci İslamcıların öncü kadrolarındandır...

 

Sayın Musevi’nin yakınlarına palazlanıp, Seküler anlayış ve pratiğini dini terimlerle dine sızdırmada kendine has metotlarla öncülük ederek, çizdiği gizli ikon, kendini İlahi nefhaya haiz kişilik olarak, sözde taşıdığı reformcu ve filozofi  izlenimini yakalamak için Sayın Suruş’un sanısına haiz olamaya da gerek yok! Suruş tiplemesinin  örnekliğini sunan Türkiyeli Türk İslamcısı yazarın cümlesindeki ’’Ali Şeriati’nin Yeşillenen Rolü’’ anlamını, okuyucunun bilgisine sunarak değerlendirmeyi hür düşüncelere bırakarak devam edelim.

 

Şeriati’nin fikirlerinden beslenenler değil, o muhteremin ölü bedeninin arkasına saklananlar, onu[Şeriati’yi] kendi öğrencileri gibi tahlil ve eleştiriye tabi tutarken, Şeriati’nin kendi toplumunun kültürü haline gelmiş Safevi şia’lığını nasıl yerden yere vurduğunu görememenin miyopluğu ile atalardan kalan edilgen dinine ilahi öz öğretiler gibi sarılanların, Şeriati’yi kendilerine sütre etme haklılığı ne derece insafa sığacak erdemli eylemdir acaba?

 

İslam devriminin vaktini getiren etkenlerin başında Şah'ın yanlışları ve zulmünü referans gösteren fikri iğdişlik, zulüm ve adalet kavramının mahiyetini kavrayamadıklarını göstermenin kötü bir örneğini de sergiliyor olmalılar. Öyle ki kendi geçmiş tarihimizin kirini, temizliğin ve sadeliğin sembolü olarak gören bu tür zihniyetin ‘’benmerkezci’’liği onlara kişioğlunun hak ve hürriyetlerini belirleme yetkisini verdiklerinin bilinç altında göstermiş oluyordu.

 

Düzenin yaramaz çocukları Statüsüne düşenlerin, Ali Şeriati’nin de engin katkılarının olduğu İran devriminin, ilahi öğretilerden beslendiğini algılayamamasını yadırgamayalım.

 

Ali Şeriati’yi solun temsili olarak göstermek; ne solu, ne de İslam’ın zaman üstü değerlerini algılayamamış olmaktan kaynaklanmalı ki, Sol; bir asırlık varlığı ve yokluğu ile on dört asır önceden sunduğu insani ve ilahi iksirle sola ilham kaynağı olmuş İslami değerleri, Sol’un değeri olarak algılamak ne ile örtüşürdü? İslami Aydın!

 

İran devrimini değerlendirenlerin, çoğunlukla kalkış noktası maddi fenomen ve onun devinim yasası, olduğundan ötürü bu devrim[İnkilab]’in bütünsel değerlendirmelerine ulaşamamaları doğal karşılanmalı. Esasında böyle olmazsa devrimin taşıdığı değerler çeşitli izm’lerin statüsüne düşmüş olur ki, bu konu dahi başlı başına incelenmesi gereken etkenlerden olmalı.

 

Şimdi gelelim farklı bir boyuta:

 

Sömürge ülkelerin aydınları ‘’nasıl anlamalı?’’yı atlayıp, ‘’ne yapmalı?’’dan başlarsa, sömürünün çarkına diş olmaktan öteye geçememenin ezikliğini bir ömür taşımaktan kurtulamayacaktır.

 

Modern sömürü kendi ‘Samiri’lerini sömürülen halklardan çıkartmayı başarırken, başarının birinci iksiri olan ‘Samiri’nin yanında olması gereken üçlü ayağı elbette unutmuş olamaz...

 

Aydınların kendi değerlerinden önce kendisine olan uzaklığı, onları fikir hırsızlığına teşvik etmekten öteye bir şey kazandırmamıştır. Bireysel fikri devrimini tamamlamış, gizli güç konumundaki genç aydın kitlenin kendisini ifade edecek platformların oluşmaması da fikir hırsızlığı yapmada ehil olan aydınlara sağladığı avantaj ve bu durumun getirdiği genç nesil ile aydın arasındaki kopukluk, var olan Post-modern sömürüye artı puan olarak dönmektedir.

 

İslami Paradigmayı tahlile meyilli söz konusu köksüz [fikri anlamda] entelektüellerin, halkın İslami ve insani meşru haklarını sömürünün koyduğu kriterler çerçevesinde arayışları, onlara üç maymunları oynadığının en bariz örneğini sunuyor olmalı...

 
Asıl sorulması gereken soru:

 

Kendini aydın sanan ve milletinin yanında olduğunu iddia Kalemlerin,  Ali Şeriati’nin yeşeren düşlerine olan sadakati ve onu yaşatma kompleksinin verdiği haklı gururu taşıyıp taşımadığıdır!

 

Ali şeriati yaşasaydı,  binlerce gencin kanı ile filizlenmiş bir İnkilabın muhalifi olur muydu? sorusu, soru değil. Şeriati yaşasaydı, hayatın her anının sorumluluğunu üstlenen devrimci bir aydın olarak, devrimin sürekliliğini gerektiren evrimsel kriterler her ne ise, onu bulur ve hayata geçirmenin metodu hakkında tükenmez ve bitmez coşkusu ile sunardı.

 

Ali Şeriati yaşasaydı, Devrimin kemalata ulaşmasında aşama olan evrimlerin, çeşitli safhalarında, yani yeni olaylar karşısında takınacağı tavrı, olayın zamanı ve mekanına göre değerlendirebilme yetisini sunacağından kuşku duymazdık.

 

Şu halde 700 yıl önce  cebr üstüne serilen ataların otağına taassup ile sahip çıkmak, devrimciliğin hangi ilkesi ile bağdaşacak onurlu eylem olduğunu anlamakta zorlanıyoruz.

Devrimci olmak: Sürekli olan bir olgunun içinden süresiz olanı diskalifiye etme yetisidir aynı zamanda.


Devrimci olmak  geçmişin katkılısını, olduğu gibi tekrar sunmak demek değildir. Diye düşünüyoruz.

 

Ali Şeraiti öz İslam adına ki, Onun Ali Şia’sı bunu çağrıştır, Safevi Şia’sından arınması gerekliliğini savunurken, bütünsel reddi mirasta bulunduğunu sananlar, onun ne yapmak istediklerini anlama yetisinden çok uzakta olduklarını da göstermiş olmuyor mu?

 

İslam devrimini, Safevi Şia’lığı ile kendi arasına set koymadığını dillendirmek Velayet-i Fakih doktrinine aşinasızlığın ya da karşıtlığının üst noktası olmalı.

 

Meşşa-i gölünün kıyılarında serinleyenler, İşraki Derya’nın derin sularında yüzerek ömrünü tüketmiş bir okulun mensubu olan Ali Şeriatiyi anladığını sanmak, ve Şeriati’yi ve onun kutsal değerleri ile vurmak adına J.P Sartre’ın  erdemliliğine dahi sığmayacak kadar alçaktan uçuş olmalı...



13 Temmuz 2009