Tevhidin şu konularla yüz yüze çatışma içinde olduğunu, sürekli olarak savaşım içinde bulunduğunu söylemiştim; bu konulardan biri ben’in temel alınışı, ötekiyse ‘ben ve biz’ konusudur. Bunlar, çeşitli felsefî, dinî ve ahlâki öğreti ve ideolojilerin sahip oldukları iki bakış ve iki yönelişi oluşturmaktadır. ‘Ben ve biz’ konusu, hem toplumbilimsel, hem ruhbilimsel, hem felsefî, hem ahlâki ve hem de dinî bir konudur. Bunların tümünü burada ele almam olanaksız ama ne olursa olsun, şu anlamda özetleyebilirim; İster dinî, ister felsefî, ister ahlâki olsun; ister bireysel yaşayış biçiminde, ister evrensel ve felsefî görüş biçiminde olsun iki tür yöneliş bulunmaktadır. Birincisi, ben’in temel alınmasıdır. Bu yönelişte birey, ahlâkî olarak -ahlâkî individualizm olarak adlandırılabilir- yaşamakta, kendisi ve birey için bütün hareketlerin ve bütün insanî ilişkilerin yönünü başkasından ve başkalarından kendisine doğru çevirmektedir. Bu, bireyin temel alınışı ahlâkî individualizmdir. Felsefî individualizm ise şu anlamdadır; Felsefî individualizm, gerçek olan ve gerçeklik taşıyan şeyin birey olduğunu, toplumun gerçek olmayıp adsal bir varlık olduğunu, toplumun bireylerden oluşan bir dizge olduğunu, kendisinin tek başına hiçbir şey olmadığını söyler.
Örneğin, bir milyon tuğlayı üst üste yığsanız hiçbir yeni şey oluşmamıştır, tuğla dışında başka bir gerçeklik bulunmamaktadır. Bir milyonu ikiyle çarpsan iki milyon eder, başka bir şey etmez. Dolayısıyla, insan dediğimizde nerede yer almaktadır insan? Bireyde. Toplum, bireyden bağımsız özdeş bir gerçeklik değildir. Tersine toplum, bireyler demektir, başka birşey değil. Bu, 19. yüzyıldan bu güne oldukça yaygın toplumbilimsel ve aynı şekilde felsefî ve ideolojik bir konudur. Bu konu 19. yüzyılda, “Birey mi esastır yoksa toplum mu?” şeklinde söz konusuydu. Toplum mu esastır yoksa birey mi? Bugün aynı konu gündemdedir, oysa şu anda bu konu eskimiştir. Bununla birlikte bizim aydınlarımız arasında hâlâ tartışılmaktadır. Avrupa’daysa bilimde şu anda böyle bir konu yoktur. Artık onun yerine, ruhbilim ve toplumbilimin temel oluşu konusu gündemdedir. Yani gerçekten ruhbilim mi esastır, yoksa toplumbilim mi? Bu iki bilim, şimdi birbirleriyle savaşmaktadırlar. Elbette gün geçtikçe toplumbilim ruhbilimin elinden fırsatları, aynı şekilde olanakları ve yeni alanları almaktadır. Öyle ki bugün, ruhbilimin elinde güdü, hafıza ve heyecan gibi oldukça mutlu konular dışında birşey kalmamıştır. Ahlâki, irfanî ve dinî konularda da başka bir biçimde ‘ben ve biz’ konusu gündemdedir. Doğu İrfanında vahdet-i vücud biçiminde ya da vahdet-i vücud dışındaki idealist tasavvuflar ve mezhepler biçiminde söz konusu olan şey, bireyin [ben] mahkûm edilmiş kirli bir varlık oluşudur. Burada amaç, ben’in gerçek mutlak varlığa kurban edilmesidir. Çünkü ‘ben’ göreli mecazî bir varlıktır; bu yüzden, mabud ve tanrı olan mutlak ölümsüz üstün varlıkta, mutlak kemâlde yok edilmelidir. Dolayısıyla bireyin ilahî zatta yok oluşu, riyazet biçiminde, nefsi öldürme yani kendini öldürme biçiminde, bireye lezzet, doyum ve hoşnutluk veren herşeyle savaşım biçiminde ve duymak, düşünmek ve çalışmak biçiminde -kendisi için değil hepsi onun için, Allah’ın zatında yok olmak içindir- ortaya çıkmaktadır.
Özün Allah’ta yok oluşu ve Allah’ta beka bulma, bu yönelişin temel kavramları olup bizim öğreti ve kültürümüzde de çokça gündeme gelmektedir. Buna göre, burada birey, mutlak zatta bütünüyle yok edilmektedir. Faşizm ve hatta sosyalizm -felsefî, toplumsal ve insanî anlamlarında- gibi toplumsal sistemlerde de -ki dinî değil, felsefî konudur- bireyin gerçekliği ve varlığı bulunmamaktadır. Gerçek ve esas varlığı bulunan ve kendi gerçek varlığını gövdeler de sergileyen, toplumdur.
Dolayısıyla her birey, insanî kişiliği kendinden olmayan bir gövdedir. Duyan -ya da yalan yere kendisine bağladığı- kişilik, bireyin toplumdan aldığı toplumun insanî kişiliğidir.
Nasyonalizm, faşizm, nazizm -nasyonal sosyalizm- sosyalizm ve sosyolojizm şöyle demektedir; Toplum temel olduğuna göre hak, değer, çıkar ve maslahat adını alan herşey toplum adını taşıyan toplu varlığın ve toplamın tekelinde olmalıdır. Bireyin ise, toplum karşısında hiçbir hakkı ve maslahatı bulunmamaktadır; çünkü yoktur. Sahip olamaz, iradesi ve etkisi bulunamaz; çünkü yoktur. Ona yönelmiş çıkarlar söz konusu değildir. Öyleyse birey, topluma açıkça kurban olmakta ve varlığı açıkça yok edilmektedir.
Bu yüzden faşizm, bireyleri toplumun çıkarı olarak, dolayısıyla da kendi çıkarı olarak gördüğü şeye kurban etmekte, gerçek ve esas varlığı bulunan toplumun ayakta kalabilmesi için bireylerin toptan öldürülebileceğini itiraf etmektedir. Peki, toplum -esas varlık- nerede cisimlenip görünüm kazanmaktadır? Devlet ve yönetimde. Yönetim ve devletin gerçek gücü ve varlığı kimde görünüm kazanmaktadır? Önder bireyde. Öndere tapmak işte bu anlamdadır; bireye taparlık değil, topluma taparlık anlamında. Çünkü önder, birey değildir. Gerçek varlıktır, tüm toplum ölçüsünde vardır. Tüm bireyler rahatlıkla ona kurban edilmektedirler. Çünkü o, toplumun esas gerçek varlığına kendi varlığında görünüm kazandırmaktadır. [1]
Bu iki çatışık tez karşısında, yani bireyin temel oluşu [individualizme] ya da toplumun temel oluşu [nationalisme, socialisme] teziyle Tanrı’nın temel oluşu [théisme] ya da insanın temel oluşu [humanisme] tezi -ki hep çatışık iki kutup ve birbirine ters iki yön biçiminde dinde, felsefede ve siyasette gündemde bulunmaktadır- karşısında İslam’ın üçüncü bir kuramı bulunmaktadır. Eğer bireyi temel alırsak, toplum karşıtı bireyselciliği ve bencilliği din, felsefe, irfan ve ahlâk adına ortaya atmış oluruz. Eğer toplumu temel alırsak, artık bireylerin insanî haklarının altyapısı ve açıklaması olmaz, katliamlara felsefî, ahlâki ve siyasi açıklamalar getirilmiş olur. Artık ne birey kendisi için bir değer bulunduğuna inanır, ne de toplum kimseye değer verir. Her iki durumda da gerçek insan, toplumsal çevre ya da bireysel varlık -var olduğu biçimiyle- yoluyla aline olur.
Eğer dinde, insanı Allah -üstün zât- karşısında -Yunan görüşündeki gibi- temel olarak alırsak evrensel şirki yaratmış oluruz. [Temel bir zâtı -Allah’ı-, daha küçük bir temel zât -insan- karşısında yerleştirmiş oluruz.] Eğer Doğu’nun sufiyane görüşündeki gibi, insanın temel oluşuna değil, Allah’ın tekelci temel oluşuna, üstün ve aşkın zâtın tek temel oluşuna -insan karşısında- inanırsak, insanî değerleri metafiziğe kurban etmiş ve bir tür zahitçe riyazet ve intiharla insanlığın tür oluşunu reddetmiş oluruz. O zaman vehimciliği ve insanî bozulmayı, insanın ruhanî miracı biçiminde kendimize ve insanlığa yutturmuş, bütün insanları, fani zât [insan] ile bâki zât [Allah] arasında aracı olan birkaç bireye kurban etmiş oluruz.
Öyleyse individualizmle, ahlâkta bireye kulluğa, toplumsal düzende toplumun temel oluşunun olumsuzlanmasına, bireyin temel sayılmasına ve egoizme, felsefedeyse evrensel temel olmaksızın insan bireyinin esas oluşuna varmış oluruz.
Toplumun temel oluşu ya da Allah’ın temel oluşu -vahdet-i vücud anlamında- ile de insanlığın, insan gerçekliğinin ve insanın gerçek varlığının ve temel cevherinin olumsuzlanmasına varmış oluruz. Bu durumda, tüm çabalar, insanın yetiştirilmesi yerine, insanın Allah karşısında yok edilip olumsuzlanışına harcanmalıdır [Doğu tasavvufunda ve dininde bulunan kavramı ve bu terim altında tanınan şeyin genel anlamını söylüyorum].
Burada, İslam’ın özel ve özgün görüşünün ne olduğunun anlaşılması için konuyu bir başka türlü ele almak gerekmektedir.
Güçlük, ‘ben’ gerçeğinin aydınlanmamasındadır. İşte bu yüzden, bireyin ve individualizmin olumsuzlanışına yöneldiğimizde insanlığı ve insanî cevher ve gerçekliği olumsuzlamaya düşmüş oluyoruz; bireyin kanıtlanmasına, bireyin gerçek oluşuna yöneldiğimizdeyse dünya görüşünü, toplumu, toplumsal gerçekliği ve sosyalizmi -Durkheim’in sosyalizmi anlamında- olumsuzlamaya varmış oluyoruz.
İslam-Şinasi’de, özellikle de Kevir’de -‘Ben Hangisiyim?’ makalesinde- ben’in anlamını aydınlatmaya çalışmıştım[2].
‘Ben’, açık bir gerçektir, bir varlıktır. İnsan mahiyetinin, birey mahiyetinin bir oluşundan kimse kuşku duymamıştır -herkes bir bireydir ve bir de kimlik kartı vardır herkesin- tersine onun var oluşundan kuşku duyulmuştur. Yeni felsefede “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyen ilk kişidir Descartes. André Gide ise “Hissediyorum, öyleyse varım.” der. Albert Camus de “Başkaldırıyorum ve itiraz ediyorum, öyleyse varım.” der. İkbâl ne der? “Gidiyorsam dalgayım, gitmiyorsam değilim.” [Yani eğer bu su kıyıya, kıyının taşlarına çarparsa dalgadır, yoksa değildir.] Hareket etmeyen dalga yoktur. İşte burada hareket varlıkla örtüşür. Gerçek varlığın böyle olduğunu görüyoruz. Bizim zihnimizle, boy ve ağırlığımızla birlikte bulunan şey, filozofun değil, kantarcının anlatması gereken ağırlık varlığıdır.
‘Ben Hangisiyim?’de şaşırtıcı bir çelişki, ayrılık ve dağınıklık duygusuna kapıldım; ‘oluşta kuşku’ya, bundan da kötüsü ‘hangisi oluşta kuşku’ya -Allah hiçbirinize vermesin, çok kötü bir derttir bu- ve insanın ne’liğinin kendisinin türlü varlıklarında yitmesi duygusuna kaptırdım kendimi.
Bu ruh durumu, geleneksel ve miras alınmış din döneminden, seçilmiş ve özbilinçli din dönemine ulaşmaya çalıştığım bunalım dönemlerine aittir. Bu, herkesin herhangi bir şekilde geçirmiş olduğu bunalımlı bir dönemdir. Gençlerin bunalım çağları, iyi yönlendirilirse en büyük özsel devrime -içlerinde- ve sıçrayış ve gelişim etkeni -varlıklarında- biçimine, iyi yönlendirilmezse en büyük düşüşe dönüşür. Ve ne yazık ki iyi yönlendirilmemektedir. Çünkü bugün bu kuşak, eskiden olduğu gibi, miras alınmış geleneksel kalıplarda tutulamaz. Bugünün kuşağı, kendi kendine doğmakta ve kendini yeni baştan doğurmaktadır. Bu yüzden, varoluşsal ve düşünsel bir mana bulunmazsa bozuk ve kötü bir doğuma dönüşür ki, miras olarak aldığı önceki varlıktan bile kötü bir varlığa doğmak işten bile değildir.
Heidegger’in deyişiyle, her bireyin bir ‘mecazî ben’i, bir de ‘gerçek ben’i [otantik] bulunmaktadır. Benim inancıma göre bu, tek bir gerçekliği ve değişmez bir cevheri bulunan, tarih boyunca yaşayan, çeşitli bedenlerde var olan ve yalancı ben’lerin altında gömülü bulunan insanın ta kendisidir. Her birey, insanı kendi içinde gömülü olarak tutan bir mezar gibidir. Her kişi, Allah’ın ruhunu içinde gizleyen kokuşmuş çamurdur. Her kişi, insan oluş tohumunu içinde saklayan bir tarladır. Kişi, eğer onun bilincinde olur, ona su ve güneş verirse, yetiştirip çiçeklendirirse, insan oluş ağacı mecazî ben mezarlığından kurtulup gelişir; Kökü toprağın derinliğinde [madde], başı gökte [Allah] olan temiz bir ağaç. [İbrahim Sûresi, 24] Bu böyle bir gerçektir. Bu insan oluş tohumunu varlığının mezarlığında çimlendirip filizlendiren kişi, zafere ve kurtuluşa erişir. Onu toprağın altında gizleyense umutsuz kalmış ve bir yarar elde edememiştir. “Onu temizleyen kişi, felah bulmuştur. Onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır.” [Şems Suresi, 9–10] Dolayısıyla her felsefe, her din ve her toplum, kültür ve eğitim sistemi, temel dediğinde, birey, toplum, insan ya da Tanrı’dan hangi ben’i temel aldığını açıklığa kavuşturmalıdır.
İslam’da ‘ben’ feda edilmekte, olumsuzlanmakta ve kurban edilmektedir. Ama bu, ne Allah’ta yok oluş olarak, ne de toplumda mutlak yitiş olarak -ki hiç olmaktır- değil, bireysel ben’in olumsuzlanması ve yalancı, göstermelik mecazî benin, varlığın ayağının dibinde ya da gerçek insanî ve aşkın bende yok oluşu olarak söz konusudur.
Acaba yine bir tür individualizme varmadık mı? Acaba gene şuna ulaşmıyor muyuz; ‘Ben’, varlık kazanan ve karşısında da bireysel bir benin olumsuzlandığı bir bireydir. Yine toplumun temel oluşuna, insanın temel oluşuna, ‘biz’in temel oluşuna ve ilahi zâtın, mutlak zâtın temel oluşuna ulaşmıyor muyuz? Acaba bu egoizm -sonunda aşkın egoizm- değil midir?
Gerçek ben’le ilgili olarak “Gerçek ben, her bireyde gömülüdür ve insanla eşittir. Adı insan ve âdemdir” şeklinde yaptığım ilksel tanımda, göstermelik yalancı ben, aşkın insanî ben’e feda olduğunda egoizm ve individualizm [bireycilik] öğretisi gerçekleşmiş olmaz. Tam tersine theisme [tanrıcılık], hümanizm ve bizcilik öğretisi bu şekilde gerçekleşmiştir. Çünkü mahkûm ve mecazî bireysel ben feda edilip aşkın gerçek ben bireyde rüşde erip filizlendiğinde, o aşkın ben, bireyde ve bende var olan insanî ben’imizdir. O, bireysel ben’de yer almış olan ilahî bendir. Dolayısıyla bu anlamda, insanî ben’e, aşkın ben’e dayanmak, kendiliğinden, insanî bize, toplumsal bize, mutlak zâta ve mutlak ben’e -Allah’a- dayanmak demektir. Allah’ın ruhu olan, âdem ve insan adını taşıyan ve artık bireylerden ayrı bir birey olmayan bu ben, bir kişilik değildir. Bütün renkler, boyutlar, süsler ve birey olarak öteki bireylerden ayırıp belirginleştiren bütün göstergeler saf dışı bırakılmaktadır. Bireyin belirginleşmesi olumsuzlandığında ortak insanî kişilik gerçeklenmiş olur. Bu özelliklerden yoksun gerçek varlık, insanî türsel varlığın, göreli bireysel bende mutlak görünüm kazanışın ta kendisidir. İşte böylelikle her nefis, herkesle eşit olmaktadır. Bu yüzden, İslam’da nefsin öldürülmemesine çalışılmaktadır. Nefsin katli, her iki anlama da gelmektedir. [Nefsin öldürülmesi, İslamî değil tasavvufî ve doğulu bir terimdir.] Nefis, beslenmelidir, temiz ilahi su ve havada, vahyin, bilincin ve olgunluğun ışığı altında, güneşin gülümseyişinde, ayın parlayışında, günün görünüşünde, gecenin gizlenişinde göğün yükselişinde ve yerin yayılışında yetiştirilip filizlendirilmeli[3], temizlenmeli ve bütün belalardan, hastalıklardan, zaaflardan -ki bu insan ağacının olgunlaşmadan yoksun kalışına etkendir- korunmalıdır. Bu takvadır, olumlu, bilinçli ve bilimsel bir iştir; olumsuz bir iş olan sakınmak değil.
[1] Hegel bile bu tür saçmalıkları söylemektedir, İşte burada, karşılaştırma yapılıp bütün öğretiler aydınlığa çıkartıldığında, İslam'ın İnsanı değerlerinin ne olduğu da anlaşılmış olur, Bu yüzden: "Hüseyniye'de Budha dersi de verilmelidir!"
[2] Bu yüzden, kimi eleştiriciler "Kendisinden ne kadar çok söz ediyor, hep "ben, ben" diyor!" diye suçlamışlardı beni!
[3] Güneş ve aydınlığı hakkı için, arkasından geldiği zaman ay [hakkı için], ona parlaklık verdiği zaman gündüz [hakkı için], örtüp kapladığı zaman gece [hakkı için], sema ve onu bina eden, yeri ve onu döşeyen, her bir nefis ve onu düzenleyen, sonra da ona hem kötülüğü, hem de takvayı ilham eden [hakkı için]: "Onu temizleyen kişi muhakkak felah bulmuştur, onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır." [Kur’an 91/1-10]