İslam’da ahlâk felsefesi, bir anlamda ben’in olumsuzlanması ve ölüm yoluyla beslenip canlandırılmasıdır. Ama nasıl yalancı ben saf dışı bırakılıp gerçek ben canlandırılabilir? Acaba bir köşeye çekilip hayali kılıçlarla, duygusal ve farazi kırbaçlarla o göstermelik, yalancı ve ikiyüzlü beni ortadan kaldırıp o ‘ilahî ben’i kendimizde keşfedebilir miyiz?
Hayır, bu bir tür sapkın hayalcilik ve aldatıcı bencilliktir. Budha’nın dediği gibi bu, yalancı bene bir tür dönüştür, bir tür dinî gurur, ruhanî bencilliktir; riyazet, ibadet, ruhbanlık, inziva vs. adlarıyla.
Öyleyse yalancı ben, nerede ve nasıl yok edilebilir? ‘Büyük ben’ nasıl canlandırılabilir? İnsan toplumunda mı, ilahî zâtta mı?
İslam’da bu ikisi çatışmazlar, birbirlerine ters düşmezler. Tersine birbirlerine gerek duyarlar. ‘Ben’, ‘biz’ de yok edilmektedir. Allah’a ulaşması için. Ben’in ‘biz’ yönünde ortadan kaldırılması, bireyin ilahî beninin Allah’a doğru yöneltilmesidir. Dolayısıyla İslam’da ‘ben’, ne Allah’ın zâtında, ne toplumsal çıkarlarda ortadan kaldırılmakta ve ne de Allah’ın ve toplumsal çıkarların karşısında gerçeklenmektedir. Tersine, insanî ben’in -bütün insanlarla eşit benin- gerçeklenmesi, beslenmesi, gelişip olgunlaşması için ortadan kaldırılmaktadır yalancı ben. Öyleyse yalancı ben’imi biz’e kurban etmişsem, Allah karşısında ve Allah için de kendimi ortadan kaldırmışımdır; aynı zamanda da kendi gerçek ben’ime asalet vermiş, ona dayanmışımdır.
Bir varlığı ya da insanî varlıklardan bir dizgeyi ya da insan varlığından bir tipi parça parça eden, her parçayı öteki parçaların karşısına yerleştiren, özsel bir bütünlüğü bulunan insanlığı, kavmî özelliklere, sınırlara ve renklere ayırıp parçalayan ve insanlıktan bir parça ‘ben oluş’ kazandıran özelliklerin tümü birkaç türlüdür:
1- Sosyal ben: Buna göre ‘biz beyazlar’, ‘o siyahlar’ karşısında bir tür bireyselliktir; toplu değil nisbî bireyselliktir.
2- Kavmi ve milli ben
3- Sınıfsal ben: Uşak karşısında efendi ben, efendi karşısında uşak ben, yönetilen karşısında yöneten ben, köle karşısında sahip ben, yoksul karşısında varsıl ben, işveren karşısında işçi ben; bunlar insan birimini parça parça eden duvarlardır.
Burada ‘sınıfsal ben’, ‘bireysel ben’e de dönüşmektedir; iki kişi yan yana oturduklarında, özellikleriyle, giyimiyle, işgal ettiği yer ve konumla, ötekisinden -ki o da bireydir- ayrıdır. Bu ikisi hem iki bireydirler, hem de iki sınıftırlar. Onlardan herbiri kendi sınıfıyla eşittir, onların ilişkileri iki ben’in ilişkisi değil, iki sınıfın ilişkisidir. Dolayısıyla ‘sınıfsal ben’de, her sınıf milyonlarca insanı içinde barındırsa da her birey, sınıfının milyonlarca bireyiyle eşittir.
4- Ailesel ben: Aristokraside özellik, haysiyet, övünç, övünçsüzlük ve benzerleri birbirlerinden ayrılmaktadır ve aileye -ailenin tek tek her bireyine- bireysellik vermektedir.
5- Mesleki ben: Çırak karşısında usta, mürit karşısında mürşit, memur karşısında amir, esnaf, üniversiteli, asker vs. git gel.
Şu anda sayma fırsatını bulamadığım başka ben’ler vardır.
Her bireyin bir sürü ‘yalancı ben’i bulunmaktadır. Yani bir soya bağlı oluşuyla bir anda bir kavme, bir sınıfa, bir aileye ve mesleğe de bağlıdır. Hatta dinler de inananlarına öteki ben’lerden ayrı olan bir ‘ben oluş’ vermektedirler. Bu yüzden dinler yalancı, din gerçektir. İslam, dünyada dinleri değil, sadece bir dini kabul etmektedir; gerçekliği bulunan ve bir yönde gerçek olan dinlere; Âdem’den tutun da ahir zamana varıncaya değin, ister İslam Peygamberi’nden önce olsun, ister sonra -yani onun öğretisine inananlar- İslam adını vermektedir. Dolayısıyla Müslümanlar hem İslam Peygamberi’nden önce var olmuşlardır, hem de İslam Peygamberi’nden sonra. Çünkü İslam bir dindir, bir varlığın gerçekliğidir, bir akımdır; bir hareketi vardır İslam’ın. Ve bir insanın varlığı da bir zat, bir varlık, bir insandır; aynıdır, bir soydur. Çeşitli ben’ler, hep yalancıdırlar, çeşit çeşit soysal, kavmî, sınıfsal, ailesel, meslekî ve hatta itikadî kişilikler yoluyla görünüm kazanmaktadırlar. Ki eğer onları yontup ortadan kaldırırsak, tüm boyaları silersek, boyasız, beyaz ve aydınlık bir öz kalır ve hepsinde aynı olan bir ışık doğar içerden. Bir inanç, bir duygu, beşerî bir özdür. ‘Gerçek ben’ ise, her bireyin kendini ortadan kaldırarak ulaştırdığı ‘o’dur. Bu ‘o’ hem ilahî varlıktır, hem de aşkın insanî cevherdir. Bu yüzden İslam, bireyi, Allah’a ulaşmak için Allah’ın halkında yok olmaya çağırmaktadır[1].
İnsanlığı hep tehlikeli bir hastalık tehdit etmektedir; sürekli olarak büyük olaylar, fetihler, katliamlar, yıkımlar, doğal etkenler ve belalar, kültür devrimleri, vuruşmalar, dış dinlerin ve kültürlerin saldırıları, bir kuşağın geçmişle olan bağını koparmışlardır, bir kavmin, bir insan toplumunun tarihini birbirinden ayırmışlardır. Şu andaysa bilinçli etkenler, tarihsel zincirin oluşmaması için, özellikle tarihsel bağları, sürekli ve görkemli kültürel savaşımları ve büyük insan üretim sermayeleri bulunan Doğu’da, iş başındadır.
Tarihsel bağların kopması, geriye, durmadan tekrar tekrar geriye dönüş demek olan cahili bir uzaklaşmaya neden olur. Toplum, Sisyphos’un[2] yazgısına tutsak olur.
Kültürde, ruhun gelişiminde, insanlıkta, uygarlıkta, bilimsel deneylerde, ahlakî deneylerde, ahlakı ve toplumsal ilişkilerde bir yolu kat ederek doruğa ulaşır ve orada tarihsel bir kesiklik ve bir anda oluveren bir kopuklukla başladığı noktaya geri döner. Şimdi yeniden cahiliyetten başlamalıdır.
İkinci ve üçüncü yüzyıllarda cahilliği Endülüs’te kökünden kazımıştır. Gerileme ve Emevi yönetimi dönemi olmasına karşın İspanya İslam toplumunda okuma-yazma bilmeyen tek kişi bile yoktur. Kültür öylesine güçlüdür ki kötü öğelerin, zulüm yönetimlerinin ortasında olmasına karşın insanî hayat ve hareketini sürdürmüştür. Fakat çok zaman sonra, İslam ilimlerinin merkezi olan özel bir bölgede okuma-yazma bilen kadın sayısı sadece 48’dir. Üstüne üstlük, bu toplumun tüm çabası, bu kırk sekiz lekeyi[!] silmek ve başka bir yere sürmektir. Çünkü Peygamber’in şöyle dediğini duymuşlardır; “Kadınlara sadece iki şey öğretin; İp eğirmek ve Nûr Suresi’ni.” Oysa Mekke’de sadece 11 ila 17 kişinin okuma yazma bildiği Peygamber döneminde, Peygamber’in hanımları Aişe ve Hafsa, her ikisi okuma-yazma bilmektedirler. Yüzyıllardan ve doruğa ulaştıktan sonra, toplumu yeniden cahiliyet dönemine döndüren tarihsel kesintidir bu. Yunanistan’a bir bakınız; İki bin beş yüz yıl boyunca felsefenin beşiği, sanat, felsefe ve demokrasinin parladığı bir merkezdi. Şimdi ise Amerika’nın da kabul etmediği kimselerin merkezidir. Ya da onları kabul ettiğini itiraftan utanmaktadır. Küçük Asya [Anadolu]; Bizans imparatorluğunun en büyük merkezi -tarihimizde Bizans’tan ve uygarlığından ne duyuyorsak hepsi burasının uygarlığıdır, İtalya’nın değil- sonra da İslam uygarlığının merkezi olmuştur. İki yüz, üç yüz yıl öncesine değin, büyük dehalar, büyük kültür merkezleri, dünya uygarlığı buradaydı. Toplumsal düzenin ve kültürün değişmesiyle; aşırı taklitçi modernleşme çabalarıyla, kültürel değerlere ve yabancı kültürsüzlüğe saldırmakla geleneksel ve kültürel bir toplumda kopukluk yaratıldı; boş, cılız, yoksul ve kültürsüz bir kuşak ortaya çıktı. Bu kuşağın, geçmişiyle, eski kültür ve uygarlığıyla hiçbir bağlantısı kalmamıştır.
Buna göre tarihsel ve kültürel kopukluk ve yabancılaşma, beşerî bir bela olup bugün de İslam toplumu -özel anlamda- ve Doğu -genel anlamda- ondan ızdırap duymaktadır. Toplum, tüm insanî miras ve övünçlerinden, manevi öğe ve sermayelerinden ayrılmış, kökleri topraktan çıkmış ve ölümcül bir zehirlenmeyle karşı karşıya kalmış bir ağaca dönmüştür. Tarihsel kopukluk yoluyla, bir kuşak, önceki kuşaklardan ayrı düşmekte, tüm başarılarını, değerlerini ve stoklarını yitirmektedir. O zaman, örneğin dört bin yıl önce köleliğe karşı, Karun ve Firavun düzenine, şirk düzenine karşı, en büyük başarıları elde etmiş ve İbrahimlerle, Musalarla, en büyük, en derin düşünsel ve insanî öğretilere sahip olmuş bulunan İslam’ın süreğenliği kopmakta ve İbrahim’in hareket ve kültüründen kopan kuşak, Peygamber’den önceki putperest Arap cahillerine dönmektedir. Hatta Peygamber’in kendi kıyamı, çeşitli ülkelerde ve İslam’ın ruh, uygarlık ve tarihindeki onca büyük İslamî başarılar, birkaç yüzyıldan sonra bütünüyle durmakta ve bu kültürden, hareket ve akımdan, mevhum ve kırık betimlemeler dışında birşey bilmeyen bir kuşak oluşmaktadır.
Tarih felsefesi anlamıyla tevhid, olaylar, hareketler ve erekler makasının kestiği şeyi bitiştirmeye çabalamaktadır. Tevhid, tüm insanlık tarihine kesintisiz, süreğen ve devingen bir birlik kazandırmakta ve tarih boyunca sadece tek bir din, tek bir cihad, tek bir gerçeklik ve tek bir insan bulunduğuna inanmakla her kuşağı, bu akıma çağlar, yüzyıllar ve çeşitli ülkeler boyunca bağlamaktadır. İşte bu şekilde, tarihsel birlik ve bütünlük ve Âdem’den son zamana değin tek ve süreğen bir akımın olduğuna inanmak, her kuşağı, bir zincir halkası gibi ona bağlamakta, her bireyi sanki bütün insanlarla, bütün çağlarda yaşamış hale getirmektedir.
İnsanlar, tarih boyunca sürekli olarak, iktisadî, siyasi ve sınıfsal etkenler ile, ırkçılık, kavimcilik ve aynı şekilde bireysel egoizmler yoluyla birbirlerinden ayrılmışlar ve ayrılmaktadırlar; insan süreğen bir biçimde tarihte parça parça olmaktadır. Dolayısıyla beşerî tefrika, yaygın ve işler şekilde, çeşitli biçimler, bahaneler ve adlar -kavmiyet, mezhep, soy, sınır, doğa, iş, sınıf ve aile- altında insanlık tarihinde ve hayatında süregelmiştir. Tefrika ve parçalanma, tek insan gövdesinin parça parça olması demektir.
Parçalama da tefrika anlamına gelmektedir, fakat insan karşıtı tefrika insanın insanla ve bir insan kümesinin başka bir insan kümesiyle olan ilişkisini zulüm ve tecavüze -yasal ve şer’i biçimde ya da hiçbir biçim olmaksızın- göre belirler.
Parçalama ise sürekli bütünsel iki şekilde, iktisadî bakımdan, sınıfın sınıfı, ulusun ulusu sömürmesi biçimindedir; ulus ulusu, sınıf sınıfı sömürmektedir... Siyasal bakımdan da zulmün bir ulusa egemen olma [istibdat] ve uluslara egemen olma [emperyalizm = imparatorluk] çabasıdır.
Bu [parçalama] da insanlığın her zaman süren hastalığıdır, tarihe sürekli egemen olan sistemdir; adalet, özgürlükçülük, İslam, tevhid öğretisi ve İbrahim’in yolu, insanlık tarihi boyunca sürekli bir hareket biçiminde, egemen sistem karşısında yer almıştır.
Peygamber başını toprağa koyunca [vefat edince], kendisinin “Kara gecenin parçaları birbiri ardınca gelirler.” şeklinde tahmin ettiği gibi olur durum.
Kölelerin kurtarıcısı Musa susunca Harun düzeni -onun varisleri- gelir ve Firavun’un ve Bel’am’ın varisi olur.
Aynı şekilde, aşk, barış ve sevgi peygamberi İsa ölünce varisleri -kesişler- yeniden Sezar ve Kayser düzenini -olandan daha kötüsünü- onun adına sürdürürler ve sadece adlar değişir; Sezar’ın adı Papa, senatörün adı Kardinal olur vb...
Her peygamber ve önder ölünce, düşmanları, onun veliahtları olarak, düşmanlarının düzenini sürdürürler. Bu, tarihe egemen olan ‘düzen’dir, ötekisi ise tarihin hep mahkûm ‘hareket’idir.
Bu konuyu tam olarak anlamak için ‘Muhammed Hâtem-i Peyamberân’ adlı kitapta yer alan ‘Ez Hicret tâ Vefat’ [Hicretten Ölüme Dek] başlıklı makaleye başvurmalısınız. Orada, toplumların sürekli olarak, tarihte toprakla bütünleştiklerini, insan bir yerde kaldığı sürece kabile, kavim, toplum ve hatta imparatorluk biçiminde durağanlaştığını, geleneksel çerçevelerde, kalıtsal tasma ve zincirlerde ve kalıplaşmış toplumsal sistemlerde donuklaştığını, hareketin öldüğünü, bu durumun ansız bir devrimin gelip onu harekete geçirinceye değin sürdüğünü toplumbilimsel açıdan ortaya koymuştum.
İnsanlık tarihinde, hicret kırbacı, geri, durağan ve devinimsiz kavimleri zaman çizgisinde, yeryüzünde ve donuklaşmış uykulu içlerde harekete geçirmiştir.
Dolayısıyla donukluk ve durağanlık her yerde görülen sürekli bir hastalık olup büyük toplumları ve uygarlıkları yok etmekte ya da bataklık gibi lığlaştırıp kokuşturmaktadır. Yunan [uygarlığı], ülke-şehirlerin [cité-état] çerçevesi ve bunların sınırlı ve kapalı surları içinde donduğu için yok oldu ve Roma için kolay bir lokma durumuna geldi. Roma da ülkeler alma ve fetihler grafiğinin ardından gücü ve sistemi sabitleşerek donuklaştı, durağanlaştı ve öldü.
Belirli bir zamanın, büyük bir insanî devinimin, kurtuluş bağışlayıcı beşerî öğretinin gereksinimi olan bir hareket, çeşit çeşit iktisadî, siyasal ve düşünsel etkenler aracılığıyla gelenek haline gelmiş ve durağanlaşmıştır. Zaman devingen, ama geleneğin durağan olduğunu biliyoruz. Kalıtsal, olduğu yerde sayan ve tek düze bir toplumsal gelenek haline gelen ve mutaassıp ve donuk biçimlerde donuklaşmış durumda kalan bir dinin, zorunlu olarak zamanla arası açılır. Çünkü zaman, sürekli devinimdir; oysa gelenek, değişmez ve tek düze donuk bir şekildir. Bu yüzden, bölgesel ve kalıtsal gelenekler şekline gelmiş şeyin maskesini kendimiz kırmazsak, dinin ruhunu, hedefini ve hareketini bu donmuş kalıpların içinden kurtarmazsak, zaman kalıp, içerik, hak, batıl tanımaz, kükreyen bir sel gibi dur durak bilmeden duran, donmuş, yere yapışmış ne varsa kırıp yok edip geçer.
Bizse bu donuk kalıpların içinde, insanı şekillendiren en değerli öğeleri, gelişimimizi, iman sermayelerimizi yok ederek geçmişe yollayacağız; zaman da bunların üzerinden geçip gidecektir. Bugün, zamanın İslam kültüründen, inançlarından ve onun en önemli değerlerinden nasıl hızla uzaklaştığını görüyoruz ve biz hiçbir şey yapmıyoruz. Zamanın hareketiyle tanışık olan biz, bu ayrılığa, imanımızın geri kalışına ve zamanımızın ileri gidişine her gün tanık olmaktayız. Zamanda hareket ediyoruz zorla; ileriye yöneliyoruz zorla, ama karanlıkta. Çünkü kervandan geriye kalan bir ateş gibi bıraktık İslam’ı, kalsın biz geçelim diye. Zamandaki bugünkü hareket böyledir. Yolun lambasını arkada, önceki duraklarda bıraktık ve gece vakti bilinmeze doğru hareket halindeyiz. Zamandan ayrılış ve zamanın hareketi zorunluluğu, bütün dinlerin, uygarlıkların, öğretilerin, devrimlerin ve hareketlerin hastalığıdır. Toplumdaki her öğreti, her hareket, her devinim ve her devrim, işte böylece ölmektedir; zamandan ayrılmakla, zamanla birlikte gelmemekle.
Allah’ın İslam’ı koruduğu ve İslam’ın bize gereksinimi olmadığı doğrudur; çünkü bize gereksinimi olan bir İslam’ın ancak kendine yararı olur ama İslam’a gereksinimi olan biziz. Şu ne aptalca kaygısızlıktır ki İslam her elden gittiğinde huzur içinde ve hiç üzüntü duymadan şöyle denilmektedir; “Üzülme; Allah, İslam’ı kendisinin koruyacağını vadetmiştir. Kim dedi, İslam için tasalanalım diye? Biz Müslümanlar için tasalanalım.” Senin bu kaygısızlığın şuna benzemektedir; Neyin varsa hırsız alıp götürür, yoksul, aç, muhtaç kalırsın. Ben de senin gönlünü alırım, paralara üzülme, hiç üzülme, para kaybolmaz, karşılığı merkez bankasında saklıdır diye.
[1] Ben, Mevlana'ya saygı ve inanç duymakla -ki onu insanlık tarihinde büyük sanatçılar, bilginler, duyumlar ve ruhlar arasında beş altı kişiden biri olarak görüyorum- birlikte onun toplum için zararlı olduğunu düşünüyorum. Hep Aynu'l Kudat ya da Mevlana gibi büyük arif ve işrakilerin yetenekli ve vefalı öğrencisi olmak istemişimdir. Upanişad ve Budha -ve benzerleri· gibi büyük ruhlarla olmak istemişimdir. Bunlar, ahlak, eğitim: arınma ve tezkiye öğretmeni olarak ruhu beslemektedirler. Fakat toplumun böyle bir yöneliş içinde olmasından hep kork· muşumdur. Çünkü kimi öğeler, toplum için zararlı, birey için yararlıdır; kimi zaman da birey için zararlı olan, toplum için yararlı olabilmektedir. İslam, her iki boyutun -toplum ve bireyin çıkarları- çelişkisini ortadan kaldırdığı için benim için değer taşımaktadır. Büyük İrfan -ki ruhu onarmaktadır- ile güçlü aklı -ki toplum ve uygarlığı kurar- birbirine katıp öyle yoğurmuştur ki sonradan çıkmış olan filozof ve kelamcılar olmasa bu iki boyutun birbirinden ayrılması olanaksızdır.
[2] Sisyphos: Yunan mitolojisinde kurnazlığın simgesi olan Korinthos kralı. Hadep’teki dev bir kayayı iterek tepenin doruğuna çıkarmakla cezalandırılır. Ne var ki, kaya tam doruğa vardığında yeniden aşağı yuvarlanır. Aynı olay, sonsuza dek sürüp gider. [Çev.]