Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-9 (Bölüm 4)
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-9 (Bölüm 4)

HEDEFSİZLİK; İNANÇ VE AMEL ARASINDA YABANCILIK

 

Bu, bize ve toplumumuza özgü istisnaî bir hastalık değildir, değişik oranlarda her yerde görülmektedir, ama kimi şeylerde biz birinciyiz. Amel ve inançların uyumsuzluğu, belirtilerini açıkça gördüğümüz tuhaf bir hastalıktır. Biri gelip bir işe el atar, sadece hayırlı bir iş yapmak için. Ne ki zamanla uyumlu olup olmadığına hiç bakmaz. Oysa Tahran’da bugün su deposu yapmak, ha­yırlı bir iş olmaması bir yana, hedefsiz ve anlamsız bir iş­tir. Dinî işlerde de sadece bir iş dinî bir gelenek olduğu için yapılmaktadır ve kişi için sadece yapılış şekli söz ko­nusudur. Bu yüzden Müslüman ya da Müslüman olma­yan bireylerin ameller dizgesinde tuhaf bir tutarsızlık ve uyumsuzluk görülmektedir.

 

Onların amellerinden kimileri büyük ve insanî bir hedefi gösterirken, öteki amelleriyse bu amellerin karşıt noktasını göstermektedir. Örneğin Hüseyin’i anma top­lantısına katılır, ağlar, orada Hüseyin’i yüceltir, ama zulmün elinde araç olur kolayca. Ya da dinî şiarlara ina­nır ve sıkı sıkıya sarılırken aynı zamanda, söz ve kale­miyle toplumu sapmaya ve gerilemeye sürükler. Ali’ye inanır; herşeyini yitirme pahasına batıla evet demeyen adama inanır, ama hareketiyle, vücuduyla ve ameliyle, her aşağılığa, her alçaklığa ve her cinayete “evet” der, bo­yun eğiş, onun fizyolojisinde bile göze çarpmaktadır; her­şey karşısında -önemsiz ve aşağılık da olsa- otomatik ola­rak eğilir. “Onlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler ve rükûa varırlar” ayetini Ali [a.s.] hakkında tefsir etmekte­dirler, O, Allah huzurunda rükûa varırken, halka bağışta bulunmaktadır. Bunlar ise, efendinin huzurunda rükûa varırken, halktan almaktadırlar. Onlar, inanç ve amel arasındaki bu çelişki ve uyumsuzluğu duyamazlar. Kur’an’a inanır, onu ciltlemeyi, süslemeyi ve yüceltmeyi hiç ihmal etmez, inançsal bakımlardan Kur’an’ı dua kitabın­dan üstün bilir. Ama amelde, bir kez bile okumamıştır, okumamaktadır Kur’an’ı. Dua kitabı onun için Kur’an [okunacak] dır. Kur’an, onun için sadece yazı-tura at­makta ve istiharede kullanılan kutsal birşeydir. Eşitliğin ve insanlığın doruk noktada sergilendiği yer olan hacda, aşağılık bireysel hayatı için dalkavukluk ve med­dahlık etmektedir. Parası olmadığı için alçalmakta ve kendinden daha aşağı ama paralı olan birine saygıda ku­sur etmemekte ve onun önünde eğilmektedir. Bunların hiçbiri, ona göre, bir uyumsuzluk taşımamaktadır, Ha­cer ve İbrahim’in sünnetine katılmakla birlikte.

 

Bu insan, ‘Ana, Baba! Biz Suçluyuz’ da söylediğim gibi hacda bin kez sorar “Nasıl?” diye. Ama bir kez olsun “Niçin?” diye sormaz. Yüz kez gidip dönmüş ve hep şunu sormuştur; “Efendim, benim bu plastik terliğimin üze­rinde bitişme izi var -elbette kalıptan ileri gelmektedir- bunun günahı var mıdır; biliyorsunuz, ayakkabı dikişli olmamalıdır?” Ama bir kez olsun, aslında hacca niçin gel­diğini sormamış ve düşünmemiştir.

 

Çelişkiyi anlamaz. Onun zihni donmuştur, durağan­laşmıştır. Kendisini insan bireyi olarak kabul edemez, Allah yerine -Kur’an’ın dediği gibi- ahbara, ruhbana, güçlülere ve para babalarına tapar, fakat taptığını bil­mez. Çünkü ruhanî ya da servet sahibi veya güç ve ma­kam sahibi kimse aracılığıyla aline olmuştur. Dine ve in­sana bağlı olan insanî saygınlıkları, ilahi değerleri, ma­kama ya da paraya bağlı olan güçleri, bunlara bağlı ve mensup olan bireylere ait görür ve onların karşılarında basitçe bir düşünmeye bile gücü yoktur.

 

Bilinçli ve düşünür din âlimlerinden biri olan bir dos­tum -yeni yetişen seçkin aydınlar arasında benzerini az gördüğüm bir Alevi Şiiliği âlimi-[1] şöyle diyordu; “Mes­citte, kılığıma bakarak bir hanım, kendisi için istiharede bulunmamı istedi [ki ne yazık ki avam, aynı tür giysiyi giyen kimseleri aynı gözle görür ve yükümlülüklerini bu sınırlar içinde sanır]. Tartışmanın yeri olmadığını gördü­ğümden bir istiharede bulunmak için tesbihi alıp kıbleye döndüm. Dua ve kendimi hazırlamakla meşgulken sipa­rişçi hanım, “Efendi! Lütfen niyetini de siz kendiniz dile­yin.” demez mi?

 

Hedefsizliğin nereye vardığına bir bakın? Bu hanım ne için gelmiştir, hangi ihtiyacını gidermek istemiştir?

 

Hac’da kendim, insanın anlayıp duyumsayabileceği en güzel değerlere tanık oldum. Yine orada, insanın anla­mayacağı en geri çirkin cehaletlere de tanık oldum. Örneğin bir grup, niyet okuma [!] yapmak için oturmuştu. Niyet etme teknolojisi öylesine karmaşık ve güçlü ki ni­yet etmenin aslını unutmuşlardı ve tüm çabaları harf ve kelimeleri tıpkı Araplar -hem de mevcut Araplar değil, mevhum Araplar- gibi telaffuz etmeye harcanıyordu. Bu, hedefin ve amellerle inançlar arasındaki uyumun yok ol­masıdır; Örneğin İslam gibi, bir hedefi bulunan ve amel­leri, ibadetleri, hükümleri, iktisat, siyaset ve kullukla il­gili konuları bütünüyle mantıksal bir uyum, sağlam ve bilinçli bir doku içerisinde olan neden-sonuç ilişkisi, bir­biriyle bileşim ve uyuşum taşıyan ve herkesin görevi he­defe ulaşmak için bir giriş olan bir harekette şimdi İslam’ın varlık felsefesi, vahiy ve mesaj olan o hedef orta­dan kalkmaktadır. Bu dizgenin darmadağın olmuş par­çaları, birbirleriyle bağıntılı olmaksızın ve o hedef ve amaç göz önünde bulundurulmaksızın gerçekleştiril­mektedir.

 

Amel ve inanç, hayat ve düşünce, davranış ve iman arasındaki bağlantının kopması, aracın hedefe dö­nüşmesi, yolun amaç olması, dinin şiarlara sıkıştırıl­ması imanın törenlere, inancın işaretlere [hatta beden­sel işaretlere] indirgenmesi, tapınmak ama tanımamak, inanmak ama anlamamak, sonuçta da bütün mantıklı ve bilinçli ilişkilerin altüst olması ve birbirinden kopması, bütün değerlerin dağılması, insanı yiyip yutan ve biçimi­ni değiştiren korkunç hastalıklardandır.

 

İKİCİLİKLER

 

İki görüşlük, felsefî ve insanbilimsel şaşılık, iki ayrı şeye kulluk, iki ayrı yönde inanmak, insandaki ve doğa ile doğa ötesi arasındaki çelişki; tüm bunlar ikicilik [dua­lisme] anlamına gelir. Tevhid ise tüm bunlara uyum ve birlik kazandırır.

 

Sürekli olarak, maddeyle mana arasında -ki İslam ekmeği ve namazı bir uyum, bir bakış ve görüş içerisinde algılar- dünya ile ahiret arasında -ki tevhid, bu ikisi ara­sındaki süreğen çelişkiyi gidermekle kalmaz onlar ara­sında bir neden-sonuç ilişkisi oluşturarak aralarında ta­rım ve ürün arasında olduğu gibi bir uyum olduğunu ön­görür- akıl ve aşk arasında -ki felsefe tarihi boyunca bir­birlerinin yanı başında, birbirlerine uzak ve birbirleriyle savaşım içinde olmuşlardır- ayrılık ve savaş olagelmiş­tir.

 

Konfüçyüs ve Lao Tzu’dan tutun da Aristo ve Efla­tun’a, İbn Sina ve Ebu Said Ebulhayr’dan tutun da Des­cartes ve Pascal’a varıncaya değin felsefe, ahlâk ve ruhbilimde akılcı insanlar, duyumcu insanlardan ayrı­dırlar. İşrak, duyum ve ilham bir yanda, akıl, mantık ve delillendirme öte yandadır. Pascal’ın deyişiyle; “Aklın anlamadığı kanıtları vardır kalbin. Allah’ın varlığına akıl değil, kalp tanıktır.”

 

Tarihte, dinî duygu, bireyi toplumdan Tanrı’ya doğru sürüklemiştir hep. Toplumsal, iktisadî ve siyasi düzen ise bireyi Tanrı’dan ve fizik ötesinden gündelik maddi toplumsal yaşayışa sürüklemiştir.

 

Çaba ve tevekkül de hep karşı karşıya bulunmuşlar­dır. Çünkü çaba, hedefe ve başarıya ulaşmak için özdeş yeteneklere ve maddi çalışmaya dayanan insanî bir gö­rüştür. Tevekkülse, her türlü başarıyı ve hedefe ulaşma­yı Allah’a dayanmada görmekte ve kendi bireysel çaba, irade ve seçimini yazgısında, mutluluğunda ve mutsuz­luğunda etkisiz olarak bilmekte olan insanî bir duygu ve inanıştır. Çaba, maddi insan görüşünün tezahürüyken, tevekkül, ilahi ve madde karşıtı insanın manevi, irfanî ve ruhanî duygusunun tezahürüdür. Hesapçı akıldan kay­naklanan maddi çabayla, hesapsız aşktan kaynaklanan tevekkül, dinlerde ve felsefî öğretilerde biri ötekine feda olmaksızın ya da ötekinin yan birimi veya ötekinin karşı­sında değersiz ve önemsiz olmaksızın iki temel olarak ya da iki esas neden ve etken olarak birleştirilemezler.

 

Dünya ve ahiret ikiliği, zahitlik ve varsıllık ikiliği, ruh ve cisim ikiliği, gerçek ve güç ikiliği, ruhanilik ve maddilik ikiliği, bireysellik ve toplumsallık ikiliği, daha derin anlamıyla; kulluk ve rablik, isyan ve baş eğme, gurur ve huşu, kılıç ve namaz, arifin halveti ve mücahidin savaşı, Budha’nın huzuru ve Sartre’ın huzursuzluğu, mutlak zihinsellik ve mutlak özdeşlik, savaşmak ve aşk beslemek. Halk için, Allah için ve kendisi için... İkili­ği bu türdendir.

 

MATERYALİZM VE İDEALİZM

 

Tüm öğretiler ya tek gözlüdürler [Materyalizm, Ber­keley’in felsefî idealizmi v.s.] ya da şaşıdırlar ve iki gö­rüşlüdürler [Budha, Veda, Zerdüşt ve Mani dinleri v.s.]. Oysa tevhid, doğa gibi, insana tek bakışlı iki göz vermek­tedir. Nasıl yani? Yani hem yeri görmektedir, hem göğü; hem ekmeği, hem namazı; hem dışta olanı hem içte olanı, ama her ikisini uyumlu, aynı yönlü ve kaynaklı olarak görmektedir. İki karşıt yüzü de görmektedir, ama tek bir madalyon üzerinde. Onun için varlık, çatışıklardan olu­şan bir varlıktır bir oranda. Mutlak bütünsellikteyse tek ruhu ve aklı bulunan tek bir gövdedir.

 

KUŞKUCU DÜNYA GÖRÜŞÜ [SCEPTİCİSME]

 

Kuşkucu dünya görüşünde dünya bilinmez üzerine kuruludur ve insan da kuşkuya dayalıdır. O dünyada, nelerin olup bittiği ve yaratılış hedefinin ne olduğu bilin­memektedir. İnsan, kuşkulu bir dünyada anlaşılmaz bir yazgı ve bilinmez bir dayanak karşısında, yönsüz ve ikir­cilikdir, kendinden geçmek dışında atlatılamayacak bir huzursuzluk duymaktadır. Kuşkulu dünyada insan, maddi ve günlük hayatında bile belirli bir yol seçemez as­la. Varoluş kuşkulu olduğunda, her düşünce, seçim ve araştırma da kuşkulu olur. Çünkü doğru, güzel ve çirkin için bir ölçütün bulunması olanaksızdır.

 

SAÇMACI [ABSURDE] DÜNYA GÖRÜŞÜ

 

Dünya ve dünyadaki işler sadece bir hiçtir. Bu dünya görüşü, eskiden var olmuş ve bugün de oldukça yaygınlık kazanmıştır. Dünyayı saçma gören insan, kendisini, ha­yatı, kendisinin başkalarıyla olan ilişkisini ve başka her şeyi, ciddi, anlamlı ve hedefli olarak algılayamaz. Varlı­ğa inanmayan bir insan, insana iman duyamaz. Saçmacı dünya görüşü, hayata ve bütün insanî görünümlere etki eder. Öyle ki bugün saçmacı sanat, saçmacı tiyatro, saç­macı edebiyat ve saçmacı roman, resmilik kazanmıştır.

 

Bu doğaldır. İnsan, doğanın ardındadır ve dünyanın ayrılmaz parçasıdır. Dünyaya baktıkça kendisini çaresiz görmektedir. Varoluş saçma üzerine kurulduğunda, her iş mecazdır. Çünkü herşey boş ve anlamsız olduğundan iyiden ya da kötüden, çirkinlik ya da güzellikten, hizmet ya da hıyanetten, cellâtlık ya da şehitlikten söz etmenin bir anlamı yoktur; hepsi de birdir. Çünkü hiçbiri de hiç­bir şey değildir.

 

Burada, bu dünya görüşünün ilk ve en büyük kurba­nının insan olduğunu görüyoruz. Saçma insan, insanlığı ortadan kaldıran insandır.

 

BENMERKEZCİ DÜNYA GÖRÜŞÜ [EGOCENTRİSME]

 

Yunan sofistleri, yeni hümanistler ve bu cümleden olarak egzistansiyalizm, insanı varlık okyanusunda bir başına bir ada olarak görürler. Yeni egzistansiyalizmin ve Camus öğretisinin gereği, Tanrı’nın ve gayb dünyası­nın yok sayılmasıdır. Bu öğreti, Lucréce[2] öğretisinin devamıdır. Bu öğretide tanrı, tanrılar ve fizik ötesi var­dır, ama bizim yazgımızda etkisi yoktur. Biz kendimiz için varız, hayat ve hedefimizi fizik ötesine ve iradesine göre belirlememeliyiz. Bizim kendi irademiz var ve ba­ğımsız olarak kendi hayatımızdan sorumluyuz. Lucréce şöyle diyordu; Tanrılar vardır, ama kendi aşk­larıyla, kinleriyle ve savaşlarıyla meşguldürler, onların insanlarla işleri yoktur.

 

Bu tür bir dünya görüşü şirktir. Bir tür varoluşsal ikicilik [dualisme] olup tanrıya, hesaba, kitaba inanmakta, evrende bilinç ve hedefin bulunduğunu kabul et­mekte, ama evrende birbirleriyle bağlantıları olmayan bir sürü çelişik gücün, zatın, buyurganlığın, yön ve hare­ketin bulunduğuna inanmaktadırlar. Burada insan, dünyada bir garip olarak algılanmaktadır; doğada teme­li olmayan, fırtınalı bir okyanusta başıboş dolaşan bir ge­mi olarak. Şirk dünya görüşünde birey, parça bölük ol­muştur. Tarih ise, tarihsel şirk dünya görüşünde, birbi­rinden kopuk bir akım, birbiriyle hiçbir bağıntısı olma­yan olay ve oluşlar dizgesidir. Hepsi aynı yolu yürümezler, tarihin nereye ulaşacağı bilinmez. Çünkü önderle­rin, siyasetçilerin, askerlerin ve fatihlerin oyuncağıdır. Fakat tevhid, tarihi uyumlu tek bir hareket olarak, ke­sintisiz süreğen bir akımda insanlığı kesin başlangıç noktasından alıp somut bitiş noktasına değin götüren bir hedefli ve bilinçli bir hareket olarak görmektedir.

 

Tevhid, tefrikayı, ırkçılığı, sınıfları, kümeleri, sülale­leri, insanî mertebeler zincirini toplumda açıklayan tüm öğretilere indirilmiş bir darbedir. Tevhid, tüm bunları yok etmekte ve beşerî toplumsal düzene birlikçi bir görüş kazandırmaktadır. Çünkü sınıflara ve tefrikaya dayalı bir toplumun açıklanışı, tevhidle değil, şirk dünya görü­şüyle uyumludur.

 

Bundan önce ayrıntılı olarak söylediğim gibi tevhid, bireyi ve toplumu yıkıntıya çeviren üç etkeni, yani ceha­leti, korkuyu ve çıkarı yok etmektedir. Bu etkenlere, da­ha önce işaret ettiğimiz türlü alinasyonları da eklerse­niz, insanın kendisi oluşunda, şaşırtıcı, hassas, geliş­kin, karmaşık ve aşkın bir varlık olduğu kadar tehditle, bozulma, koflaşma, saçmalaşma, hayvanlaşma ve hatta nesne ve eşya olma tehdidiyle karşı karşıya olduğu da açığa çıkacaktır.

 

Yükümlülüğü, Allah’a doğru olmak, Allah’ın benzeri olmak[3] olan insanı doğa, tarih, toplum, hatta kendisi, hayat, duygu, bağ, gereksinim, inanç, konum, koşul­lar, kültür, uygarlık, dinler, küfürler, felsefeler, sanatlar ve hatta iyilikler, güzellikler ve değerler aline edebilir­ler. Her melek, şeytan olabilir; bir cin onu deli edebilir, çarpabilir.

 

İnsan, gerçek kendisini ve kendi aşkını nasıl besle­yebilir ve onun varoluşsal takdirinde ve yaratılışının mucizevî olanaklarında bulunan kendi yaratılışının ilahi planını kendisinde nasıl gerçekleştirebilir?

 

O zaman, dört yandan onu gizli ve açık darbeleri altı­na alan ve gün geçtikçe daha bir güçlü, daha bir fazla ve daha bir üstün olan ve insan yükseldikçe onu düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan bu insan karşıtı amansız saldırılar karşısında kendisini nasıl koruyabilir? Kendi insanî özünü unutmaz mı? Yitirmez mi? Elinden kaçır­maz mı? Yapısı değişmez mi? İnsanlığın bugünkü tehli­kesi, sel, veba, kıtlık ve çiçek hastalığı değildir. Sayısız insanın ölümü tehlikesi değildir. Bugünkü insanlığın tehlikesi insanlık tehlikesidir. İnsanın özünün ve aşkın insanlığının türselliğinin değişmesidir. İnsanlık, insan­lar olmakla değil nesne olmakla, yok olmakla karşı karşı­yadır. İnsanlık, nüfusun değil nefsin ölümü tehlike­siyle yüz yüzedir.

 

En sonunda, bu kendinin yabancısı paranın, gücün, makinenin, şirkin, vehmin, sınıfın, soyun, baskının, dü­zenin ve hayatın çarptığı, bu kurt ya da tilki olmuş kişi, bu sıçan ya da koyun olmuş kişi, dünya ya da ahiret yo­luyla âline olmuş bu kimse; bu -her nasıl ve her ne şekilde olursa olsun- insan olmaktan çıkmış ve ona karşı garip­leşmiş kimse, kendisini yeniden nasıl keşfedebilir, kendi yaratılışsal özüne nasıl dönebilir, nasıl kendisi olabi­lir?

 

Söylemek istiyorum; Tevhidle.

 

Ama bu kelimede -tüm varlığı ölçüsünde ağır, zen­gin ve varsıl bir kelimedir- bulunan anlam yükünün ağır­lığı, bu kelimedeki şaşırtıcılığı da aşan öte şaşırtıcılıklar, onun yükünü çekmekten aciz bırakmaktadır kelimeleri. Dil -onu eksik, yüzeysel ve oldukça yoksul kılmaksızın- ­ondan söz edebilecek güçte değildir.

 

Belki de bu yüzden vahiy dili de -beşerî kelimelerle konuşması gerektiğinden- onu tüm temel kavramlarıyla -ki her birinin yüzlerce boyutu bulunan görünümü var­dır, her biri her bilinç ve duygu ışığının parladığı, bitmek bilmez çeşit çeşit görünümler kazanan bir prizmadır- sözler yoluyla değil, hareketler yoluyla anlatmayı yeğle­miştir.

 

Her birinin bir sembolü olan hareketler, her birinin anlatımdan daha çok anlam taşıma, duyma, dile getirme ve ilham etme kapasitesi bulunan semboller...

 

Büyük bir sahnede, doğanın içinden, dağ, dere, düz­lük ve ovanın yer aldığı sade ama düzenli, birbirine bağlı ve zamanla bağıntılı görkemli bir gösteriyle tevhid, dün­ya görüşü, tarih, toplum ve insandan oluşan dört boyu­tuyla, ideolojik üst yapısıyla ve ayrıca son yönüyle -ki ya­ratılışın namusunu, varlığın uyumunu, insanın ereksel takdirini anlatmaktadır- açıklanmıştır, özdeş bir cisim­lenişe kavuşmuştur. Öğrenci, onu anlamak için, onu tüm ruhuyla, bedeniyle, davranışıyla, etinde, derisinde, duy­gu ve düşüncesinde tecrübe etmektedir.

 

Nerede?

 

Hacda.

 



[1] Şaşırtıcıdır ki İslam'da hem en güçlü uyuşturma ve geriletme etkenleri ve hem de en güçlü tahrik ve ayağa kaldırma öğeleri ayın din âlimleri topluluğunda bir arada bulunmuşlardır. İs­lam tarihine bir bakın. Hilafet döneminde herkesten çok [Sün­nilikte] ve Safeviler döneminde her zamankinden çok [şiilik­te], toplumu uyuşturmaya neden olan ve halkın zihinsel kav­ramlarla, duygularla, zararsız ve tehlikesiz kin ve tehlikelerle güç sahiplerinin, hilafetin ya da içinde bulunulan zaman ken­dilerinin malı olan herkesin çıkarına oyalanmasına yol açan etkenler de yine aynı grup ve· toplumdandırlar. Çünkü din her güçten daha güçlüydü ve halkının düşünce ve inanışına her şeyden çok egemendi. Öte yandan, uyanış, hareket ve topluma bağımsızlık bağışlama etkeni, dıştan gelen düşünsel, kültürel, iktisadi ve siyasal saldın karşısında direniş etkeni, kitleye ha­yat ve hareket bağışlama etkeni, bu din görünümlü tüm sap­malara karşı duruş ve direniş etkeni olan çehrelerin çoğunlu­ğu, yine bu toplum ve grup içinden çıkmıştır. Paris'teydim. Bizim grup başkanımız olan -elbette çoğu kez başkansız mes­kenlere başkanlık ediyordu- bir bey, "öğrenciler encümeni" adı altında bir toplantı düzenlemişti. İnsanı komplekse sürükle­yen o çok aydın öğrencilerden biri laf üfürmekle meşguldü, "müslüman duymasın, kâfir görmesin" türünden jest ve tavır­larla! Konu, İran'ın tanınmasının ve sevgili vatanın sorunları­nın araştırılmasının zorunluluğu idi; özdeş, bilimsel ve beş bin kilometre öteden direkt bir biçimde. Paris'in aristokrat kafelerinden birinde İran'ın köylü kitlesiyle temas kurulma­lıydı [tıpkı Süveyş gölü kıyısında, İran'ın halk kültürünü ve mahalli dillerini derleyip araştıran Sayın Cemalzade gibi!]. Ruhaniliğin ve dinin İran'da ya da İslam toplumlarında toplu­mun gerilemesinin ve duraklamasının en büyük etkeni oldu­ğundan söz ediliyordu [sekiz-dokuz yıl öncesine aittir]. Sonra saldırmaya başladılar: "Din toplumu geriletti, düşünme ve ak­letmenin gelişmesini toplumun elinden aldı. Din genel olarak özdeş gerçeklerden, evrimden; hareketten ve uygarlıktan uzaklaştır maktadır". Başladılar iki yüz yıllık standart laflan söylemeye. Ben İran'dan yeni gelmiştim, kalkıp arz ettim: Ben sizin kadar aydın değilim, yeni geldim. Ben bu bilimsel ve oldukça felsefi konulan bilemem, fakat ben şu son yüz, yüz yir­mi yıla bakıyorum, tarihe bakıyorum başından bu yana batıyla bütün askeri, siyasi ve iktisadi antlaşmalarda, hep doktorla­rın, mühendislerin, Avrupa'da okumuşların, yani ‘bizler’in imzası bulunmaktadır, hiçbirinin altında hiçbir din adamının imzası bulunmamaktadır. Tümü Necef’e değil, Avrupa'ya gi­denlerce imzalanmıştır! Bu bir yana, direnişçi çehreler olarak, ta başından beri, batının saldırıları karşısında, aslında sömü­rünün girişini sağlayan, saptırıcı yenileşme olgularına karşı savaşan ve hatta siyasal sistem, iktisadi sistem, üretim, pazar, hayat, toplumsal etiket, inanç, ideoloji, aydınlık adı altında ve bu deccal eşeğine yol açan çeşitli bahanelerle ortaya sürülen bütün iktisadi ve hatta ahlaki ve toplumsal semboller karşı­sında direnen kimselerin hepsi bu din adamları topluluğun­dan çıkmıştır. İlk başkaldırı, Tömbeki başkaldırısıdır. İlk baş­kaldıran çehre ise Mirza Hasan-ı Şiraz’dır ki o da bunlar ara­sından çıkmıştır. İran'a giren ilk sömürü ayağı bankaydı. Ban­kanın İran'a gelmesini öneren ilk kişiyse din karşıtı, yenilikçi bir aydındı -Mirza Mülküm Han- ve buna karşı duran ilk kişi de yine din adamları "arasından çıkan Seyyid Cemaleddin Afgani’ydi... Bu yüzden aynı toplumdan hem bozuk din yayılmış ve gerçek İslam'ı yok etmek ve halkı uyuşturmak için İslam tarihi bo­yunca, hilafet döneminden tutun da sömürü dönemine varın­caya değin, aynı yerden destek alınmıştır. Sapma, kirlenme, zulüm ve dış tecavüz karşısında uyanış, sorumluluk, karşı du­ruş ve direniş etkenleri de yine bu merkezden baş göstermiştir. Öyle ki İslam toplumunda gerçekleşen devrimler ve toplumsal hareketlerin her birinde iki olgunun yinelendiğini görürsü­nüz: Biri özgür, bilinçli ve sorumlu âlim çehrelerinin çıkışı, ötekiyse bu değişimlerin asıl merkezi olarak ‘mescid’in faal merkeziliği, toplumcu ve halkçı yükümlülüğüdür. Bu yüzden "İslam, halk ve zaman" üçgeninde düşünen ben ve benim gibilerin hem buraya olan umut ve imanları, hem de umutsuzluk ve inançsızlıkları aratmaktadır! Bu yüzden ayır­mak gerektiğine inanıyorum: Âlim mi, ruhani mi? Alevi Şiili­ğinde mi, Safevi Şiiliğinde mi? Bu farkı koymazsak hem ger­çekliğe zulmetmiş, hem de yanlış karşısında akılsızlığa düş­müş oluruz. Bizse ne zalim ve haksız olmak istiyoruz, ne de ayırt etme yetisi olmayan ahmaklardan olmak istiyoruz!

[2] Lucrece, İsa'nın ölümünden sonra 70 yılına dek yaşadı. Albert Camus ve Sartre -Camus'dan daha az olarak- görüş ve öğretilerini ondan aldılar. [Lucrece ve öğrencisi olarak Albert Ca­mus'un öğreti ve eserlerinin felsefi ve toplumbilimsel çözüm­lemesi için Meşhed Edebiyat Fakültesi'nde verdiğim Tarih Bö­lümü dördüncü yıl Medeniyet tarihi derslerinin Edebiyat Fa­kültesi Öğrencileri Örgütü'nce çoğaltılmış teksirlerine bakıla­bilir.]

[3] Bu konunun sonunda konu zincirinin mantıksal uyum ve ba­ğıntı içerisinde olmadığını, ortaya atılan konuların birinin Ha­lep'ten, birinin Şam'dan olduğunu söyleyebilirsiniz. Doğru­dur. Ama bu gerçeğin suçudur, insanın dünyadaki zor yazgısı­nın, karmaşık, fırtınalı ve tehlike dolu "konum"unun gerçeği­nin!