Bugün, İslam-bilim planının ikinci bölümüne, yani ideolojiyi koruyan ve tevhidin dünya görüşü üzerine kurulu o üç sütunun açıklamasına geçiyoruz. Bu üç sütun, şekilde şöyle gösterilmiştir; Ortadaki sütun insandan ibarettir. Sağdaki sütunu tarih, soldaki sütunuysa toplum oluşturmaktadır.
Kural olarak insandan başlamamız gerekiyordu. Çünkü öncelikle insanın kim olduğunu, bu büyük düşünce tasvirinde, bu öğretide nasıl algılandığını bilmek, onun öz ve gerçeğinin nasıl çözümlenip anlatıldığını kavramak durumundayız. Daha sonra da insanı tarihte ve toplumda tanımalıyız.
Bu üç sütunda, ortadaki sütun olan insan, felsefî yönüyle, yani bu öğretinin kendisine özgü görüşündeki insanın hakikati, özü ve gerçek anlamı olarak tanınmaktadır. Bu sütunda insan, soyut bir gerçek olarak, tümel ve zihinsel bir cevher biçiminde ortaya çıkmaktadır. Tarih felsefesinde insan, zamanda, zamansal hareket durumunda; sol sütundaysa insan, toplumsal sistem içerisinde ya da toplumsal şekliyle betimlenmiştir.
Dolayısıyla, insanbilimde, soyut insandan söz edilmektedir. Her iki yanındaki iki sütundaysa insan, özdeş, gerçek, dışsal olarak ve zamanda ya da toplumda gerçeklik kazanmış durumuyla açıklanmaktadır. Kural olarak, öncelikle, insanın tümel anlamda ne olduğunu bilmek durumundayız. Daha sonra da insanın tarihsel yüzünü bir sütunda, ardından toplumsal yüzünü başka bir sütunda açıklamalıyız. Bu, inceleme, araştırma ya da öğretimin mantıklı kuralıdır. Ama hangi mantıktan söz ediyoruz? Bizim şu anda benimsediğimiz mantıktan; benim açıkladığım, bütün zihinlerin beklediği mantıktan; zihinlerin alışılagelmiş mantık yönteminden söz ediyoruz. Mantık yöntemi ya da mantık, ya da mantıksal bakış veya -Avrupalıların deyişiyle- Descartes mantığı dediğimizde ister Doğu’da -özellikle bugünkü İslam uygarlığında- ister Batı’da olsun, biçimsel [formel] mantık ve soyut aklın mantığı olan Aristo mantığı amaçlanmaktadır.
Ne ki bilim, özellikle de insan bilimleri, yeni yönteminde Aristo mantığı kalıplarından kurtulmaya çalışmaktadır. Şu anlamda ki “önce insan tümel olarak tanınmalı, sonra da özdeş biçimiyle tanınmalıdır; önce insanın soyut gerçeği ortaya konulmalı, sonra da zamansal, mekânsal, toplumsal ya da bireysel veya tarihsel gerçekliği ortaya konulmalıdır” diye dile getirilen o mantıksal gereğin tersine yeni bilimsel görüş, insanın ya da başka bir fenomenin ve başka bir bilimsel konunun soyut gerçeğine varmak için tümelden başlanmalı ve başlangıçta soruna soyut, genel ve tümel felsefî şekliyle girilmemelidir. Önce özsel gerçekliği tanıyıp sonra da tikelleri ve özdeşleri ele alma zorunluluğu yoktur. Tersine, deneysel yöntem olan genel bilimsel araştırma ve inceleme yöntemi, Aristo mantığının tersine, tikel ve özdeş gerçekliklerden başlamamızı zorunlu görmektedir. Yani örnek olarak, insanı tanımak istediğimizde, önce insan gerçeğinin tümel bir tanımını -insan şöyle bir varlıktır, şöyle bir hayvandır, diye- vermeye çalışan geçmiş âlimlerin yaptıklarının tersine, bugün, var olan insanı, soluk alan özdeş insanı, yürüyen insanı, yaşayan insanı dakik, somut, deneysel ve özdeş olarak incelemeli, sonra da nokta nokta tanımalı ve ondan çıkardığımız gerçekliğe, hakikate, yasalara ve bağıntılara dayanarak tümel ve gerçek anlamda adı insan olan o şeye ulaşmalıyız. Dışsal gerçekliği bulunan bu insanı nerede bulalım? İki yerde; Biri tarihte, ötekisi de toplumda.
Şunu apaçık aklî değil apaçık bilimsel bir ilke olarak kabul etmeliyiz; Toplumun dışında, tarihin dışında insan yoktur ya da varsa bile biz tanımıyoruz ve şimdiye dek insan adıyla tarihten soyut olarak, toplumun dışında böyle bir varlığı tanımadık, görmedik. Bu yüzden, eski ve yeni felsefede şimdiye değin insanın ne’liği ve nasıllığı konusunda yapılan ve insanın tarih ve toplum ötesi soyut gerçeğini incelemeyi amaçlayan bütün tartışmalar, temelsiz ve gerçeklikten uzak tartışmalar olup tümü felsefî tahayyüller ve zihinsel kurgular biçimini almıştır ve hiçbir düğümü çözmemiş, hiçbir bilinmezi açığa çıkarmamıştır. Hatta bugün, bu gerçeklikten başlama görüşünün, hem dilbilgisi öğreniminde, hem de çocukların eğitim ve öğretiminde yaygın olduğunu görüyoruz. Şimdi hala akıllarımıza egemen olan eski mantık [yani Aristo mantığı] şunu söylüyordu; Önce, anlatım yapısının temel taşı, söyleyiş ve cümlenin temeli olan kelimenin gerçeğini tanımalı, sonra kelimenin mantıklı bir tanımını vermeli, daha sonra da çeşitli türlere -ad, eylem, harf, zarf, sıfat vb. diye- ayırmalıyız. Sınıflandırmayı yaptıktan sonraysa her bir kelimeyi ayrı olarak, soyut biçimde, yani cümle dışında, metin dışında, anlatım dışında ve kullanım dışında anlamlandırmalıyız; tıpkı ‘dictionary’lerde ve sözlüklerde adlandırıldığı gibi [sözlüklerde kelimeler, soyut biçimde anlamlandırılırlar]. Çocuk bunları tanıdıktan sonra “Söz grubu ya da cümle kur” ya da “Söz grubunu ya da cümleyi ayrıştırıp çözümle” diyoruz. Oysa bilimsel yöntem, öğrenciye öncelikle cümleyi öğretmeyi gerektirmektedir. Çünkü cümle dışında kelime yoktur, cümle dışında kelimenin anlamı yoktur;· bizim varsaydığımız hayali zihinsel bir görevdedir kelime. Gerçek ve somut varlık taşıyan kelime, cümle adı verilen gövde içerisinde varlık, anlam ve ruh kazanır, anlamı aktarır. Bu yüzden, öncelikle cümle tanınmalıdır ve algılanan cümle, ayrıştırılıp çözümlenmelidir. Bir kişinin gözünü ya da bir kişinin beyninden bir hücreyi çıkarıp alırsak, bu gözün ya da hücrenin bir anlamı olmaz. Bunlar, ancak gövde içerisinde anlam kazanırlar ve niteliklerini ortaya koyarlar. Bütün toplumsal konularda ve bütün insanî bilimlerde durum böyledir...
Bu yüzden önce olgusal insandan başlamalıyız, var olan insanı tanımalıyız. Sonra da felsefî soyut biçimiyle insanın genel tanımına varmalıyız. İşte bu yüzden tarihten başlamalıyız işe. Ne ki burada, insanın, özdeş biçimiyle, tarihte ve toplumda olmak üzere iki yerde var olduğunu söylediğimiz halde niçin toplumdan başlamadığımız sorusu gündeme gelmektedir. Fakat bu ders boyunca, olgusal insanın toplumda değil tarihte tanınabileceğini ortaya koyacağız. Çünkü tarihsiz toplum, sonsuz yönünde akış durumunda olan gerçekliğin bir kesiti ve parçasıdır sadece. Şu anlamda ki biz, onca kilometrelerce uzunlukta çeşitli yataklarda, çeşitli topraklarda akmakta olan bir ırmağı bir noktada durağan olarak algılarsak bu, eksik bir algılamadır ve insanın bir yanıdır. İnsan, tam gerçek anlamıyla toplum değildir; toplumda da değildir. Tersine, sonsuzluktan geçip şu ana dek akıp gelen zaman boyunca akan bir ırmaktır ve onu tanımak içinse bu dizgenin gidiş çizgisini izlemek, doğuşunun başlangıcından başlayıp çeşitli gidiş çizgileri boyunca, çeşitli iniş çıkışları, aldığı değişik biçimleri şu ana dek adım adım takip etmek, onunla birlikte gelerek özdeş gerçek insanın boyutlar dizgesini tanımak gerekir.
Dolayısıyla, konuları bilimsel yöntemle incelemek istersek, önce insanı tarihte tanımalı, sonra da toplumda tanımalıyız. İşte o zaman, soyut felsefî biçimiyle insanın genel gerçeğine ermiş oluruz. Burada benim işim, araştırma değil öğretim olmakla, yani anladığımı aktarmak olmakla birlikte öğretim işini sürdürürken kullandığım ve kendisinden yararlanarak bu sonuçlara ulaştığım araştırma yöntemini öğretimde de yansıtmayı arzuluyor, böylece sizin, hangi yöntemle, hangi araştırma biçimiyle bu sonuçlara ulaştığımı bilmenizi istiyorum.
Konferansların -neredeydi bilmiyorum- birinde belirttiğim sözel bir güçlüğümüz bulunmaktadır. Bu güçlüğü burada yeniden dile getireceğim. Çünkü tarihe ilişkin tedrisimiz süresince, bu söyleyiş ikircilliği açık anlatımı engellemesi ve yanlış yoruma ve anlamaya yol açması olasıdır, hatta kesindir. Bu güçlük, hem bizim dilimizdeki, hem de Avrupa dillerindeki tarih kelimesinde var olan ikircillikten ortaya çıkmaktadır.
Avrupalılar history ya da histoire dediklerinde, bizse tarih dediğimizde birbirinden ayrı olan iki anlam dile getirilmiş olur. Bu iki anlam birbirinden ayrı olduğu için kimi zaman bir yazar ya da konuşmacı tarih ya da histoire derken başka bir anlamı amaçlamışken, dinleyici ya da okuyucu öteki anlamı aklına getirmiş olabilir veya bunun tersi de olabilir.
Bu yüzden, güçlüğe düşmemek için, tarihin hangi anlamları taşıdığına, ikircilliğin nereden kaynaklandığına şimdiden açıklık getirmeliyiz. Bu konuyu ben ilk kez Gurvitch’ten duydum. Daha sonra, Raymond Aron’un Tarihsel Vicdanın Boyutları -ki çok kapsamlı ve incelenmeye değer bir kitaptır- adlı oldukça önemli kitabının girişinde bu konuyu kendine mal ederek dile getirdiğini ve bunun başkasına ait olduğunu söylemediğini gördüm [Anlaşılıyor ki orada da bu tür şeyler yapıla geliyor]. Ben, bizim dilimizde de aynı güçlüğün bulunduğunu, yani tarih için kullandığımız kelimede de onların dile getirdikleri güçlüğün tıpkısının söz konusu olduğunu gördüm. Bir bilimde bir kelimeyi, bir terimi kullandığımızda, kimi zaman bu terim, bilimin konusunu, kimi zaman da bilimin kendisini anlatmaktadır. Bilimse, bilimin konusundan apayrı birşeydir. Bilim, dışsal bir şeyin ve dışsal bir gerçekliğin benim [insan] kafamdaki zihinsel betimlenişinden ibarettir. Bu, bilimdir ve o dışsal şey ve dışsal gerçeklik bu bilimin konusudur. Örneğin gördüğümüz binalar bir bilimin konusudur. Oysa mimari ya da arehiteeture, fennin ve bilimin kendisidir. Bilimin konusunun ya da bir tekniğin konusunun bilimin kendisinden, tekniğin kendisinden farklı olduğunu ve ayrı adlar taşıdıklarını görüyoruz. Tıp dediğimizde bilimin adını anmış oluruz. Bu bilimin konusu ise insan hastalıklarıdır. Coğrafya dediğimizde bilimin adını belirtmiş oluruz. Konusu ise yer ya da güneş sistemidir; sözlükte yer amaçlanmış, sonradan anlam genişlemiştir. Fizik bilimdir; doğa ise konusudur. Kimya, bilimin kendisidir; öğelerse onun konusudur.
Tarihte böyle değildir. Oysa öteki insanî bilimlerde böyledir; Örneğin, toplumbilim bir bilim olup konusu toplumdur. Ama tarih dediğimizde, ister Avrupa dillerinde, ister Arapça, Farsçada [ve Türkçede] olsun hem bilimin kendisi, hem de bilimin konusu anlaşılır. Bu güçlüğün ortaya çıkmaması için tarihi, konusu anlamında kullanıyoruz burada. Dolayısıyla tarih dediğimizde amacım, insanın şu ana kadarki geçmişi ve zaman boyunca, beşerî yazgıda ve seyirde akıp giden gerçekliği amaçlıyorum ki bu gerçeklik, tarih ilminin konusudur. Bizim, bu akışla, bu dışsal gerçeklikle, bu konuyla ve bu gerçekle ilgili edindiğimiz algı, bilgi ve zihinsel betimlemeyi anlatmak istediğimde tarih ilmi ya da tarih felsefesi diyeceğim. Öyleyse burada birlikte şu antlaşmayı yapıyoruz; Soyut anlamda tarihten söz ettiğimizde tarih ilmini, tarih felsefesini, tarih sanatını, tarihin şiirini değil, tarihin konusunu söylüyoruz [tıpkı yeri konu edinen ve bilim adı olan yerbilim gibi], tarih ilminin konusunu kastediyoruz. Tarih ilminin kendisinden söz etmek istediğimdeyse, tarih ilmi ya da tarih felsefesi diye belirtiyorum.
Fakat tarihte büyük bir devrim gerçekleşmiştir. Elbette burada tarihten amacım tarih ilmi ve tarih felsefesidir. Bu devrim, tarihin -yani tarih ilminin- tavrında, gidişinde ve âdetinde ortaya çıkmıştır; Tarihin aristokratik doğası, devrimci bir biçimde halkçı bir doğaya ve tavra dönüşmüştür. Aynı şekilde günümüz insanının görüşü de değerlerde ortaya çıkan oldukça büyük ve görkemli bir değişimi kendisinde barındırmaktadır; ne yazık ki biz olaylar ve dünyaya egemen olan güçler konusunda yargıda bulunurken hep içinde bulunduğumuz çağa karşı kötümserliğe kapılmaktayız. Oysa ben, kitleleri hesaba katarsak, insanlığın, adaletin, özgürlüğün ve hakperestliğin, bugün dünyada olduğu ölçüde asla taraftarı ve bağlısı olmadığına inanmaktayım.
Tarihe bir bakınız; Her birkaç yüzyılda bir kimi zaman bir yerde bir peygamberin çıktığını, birkaç yıl için, küçük bir grubun yüreklerinde insanlık, özgürlük, beşerî şeref ve kokuşmuşlukla savaşım duygusunu dirilttiğini, sonra da garip, mahkûm ve suskun bir biçimde yok olduğunu görüyoruz. Mesajının evrensel bir yankısı yoktur. Daha sonra mesajı evrensel yankı bulduğunda bu, Peygamber’in kendi düşmanları aracılığıyla, bu dinin ruhanileri ya da halifeleri ya da varisleri adıyla gerçekleşmiştir. Ama bugün bu anlamlar, oldukça geniş ve güçlü bir biçimde insan kitlelerinin vicdanlarının derinliklerinde ufuklarda, ülkelerde, soylarda ve düzenlerde yayılmakta ve dünyanın bütün güçlerini tehdit etmektedir. Şu anda dünyada güç karşısında savaşan iman vardır. Dünyada güç ve baskı cephesi bugünkü gibi olmamıştır; ama öte yandan hak ve adalet cephesi bugünkü kadar bilinçli azimli ve güçlü olmamıştır. Sadece bugün insan, dünyadaki hak-zulüm savaşında kesinlikle hakkın üstün geleceğine iman etmiştir. Dünyadaki zulüm kutbuna karşın sermaye, makine, bilimler, hileler, sanatlar ve tüm olanaklar bu kutbun elinde olmasına, iman kutbu hala silahsızlandırılmış olmasına karşın yine de iman öylesine güçlü ve bilinçlidir ve özveri ve isar’a eğilim öylesine azimle coşmaktadır ve insan, başarılı olacağına kesinlikle inanmaktadır. Sadece bu çağda insan, dünyada adalet cephesinin kesin üstün geleceğine inanmaktadır. Tarihte böyle bir duygu asla ele geçmemişti.
Adalet ve insanlığın yeniçağlarda dünya çapında elde ettiği en büyük zaferlerden biri tarihin gidişinin değişmesi olup bu değişim, insanların bakışlarının değişmesinden kaynaklanmıştır. Böylelikle temelde aristokratik değerler ve egemen değerler yıkılmış, eskimeye yüz tutmuş ve değerler -güçler değilse de değerler- halkın tekeline geçmiştir. Dün, halk içinden çıkmış bireyler bile kendilerini yalan yere egemen ve aristokratik değerlere bağlıyorlardı. Çünkü prestijlerini bu yolla sağlıyorlardı ve değerler onların tekelindeydi. Yönetilense değerden yoksundu. Ama bugün tam tersine, dünyada aristokrasiye ve egemen kesime mensup olan kimselerin kendilerini doğru ya da yanlış olarak halkın ve kitlenin değerlerine bağladıklarını görüyoruz. Bu yüzden, Batı’da sermayedarlığın kurucusu ve koruyucusu olan en sağcı tutucu partiler bile, bir sosyal, bir demokrat, bir liberal ve bir popüler adının ardına düşmüşlerdir. Tüm bu yalanlar, her ne olursa olsun halka ait olan bütün nitelik ve değerlerin önem taşımalarından dolayıdır. Böyle olmasaydı onları aldatma örtüsü olarak yüzlerine çekmezlerdi. En faşist sistemler bile -ne olursa olsun- sahte olarak kendilerini halka bağlarlar ve halkçı görünürler.
Bu bakış değişikliğinin etkilerinden biri de tarihin gidişinin değişmesidir. Tarih, tarih ilmi, geçmiş tarihi bize anlatan ve aktaran o kalem, büyük olayların aktarıcısı olmaktan ve aynı biçimde güç odaklarının ve aristokrasinin hikâyecisi olmaktan başka birşey değildi. Sıradan bir bireyden ve sadece bireyden değil, milletten ve halk kitlesinden söz etmek, onun için anlamsız ve hatta utanç vericiydi. Şahname’nin altmış bin beytine bir bakınız -ki Şahname bizim tarihsel belgemizdir- altmış bin beyt, İran tarihinin başından başlayıp Sasanilerin sonuna dek olanları anlatmıştır. Tek bir yerde bile, İran halk kitlesinin nasıl yaşadığından ve bu sistemlerde, bu çağlarda onlara ne olduğundan söz edilmemiştir. Siz şimdi, tarih kitapları adıyla elinizde bulunan kitapların topunu -evet hepsini- buraya toplayınız ve bu on bin sayfalık toplamdan, hatta bu tarih kitaplarının nüshalarından halkın geçmişte nasıl yaşadığına ilişkin on sayfalık bir bilgi toplamaya çalışınız; sonuca ulaşamazsınız. Çünkü tarihin kalemi, sokağa bir uğrayıp, kayıp yüzlerden ve sıradan insanlardan söz etmeye utanmıştır. Halkın sözünü kimse dinlemezdi. Aslında bu tür insanlar destanları ve hayatları anlatılacak değerde değildiler. Bay İhvan Umid’in, şiir kitabında Eski Kürk[1] adlı oldukça değerli bir eseri vardır. Farsçada hiçbir eser, tarihi, bu güzellikte didik didik etmemiştir; Atalarından söz edip “Benden ve ailemden söz etmek isteyen tarih sadece babamın kürküdür” diyor. Çünkü;
Bu akılsız, ahmak ve kalpsiz öğretmen; tarih,
Zaman zaman süslü defterini
Atalarımın perişan sergüzeştiyle ıslamak isteyince
Titremeye başlıyordu elleri
Titrek parmaklarında titriyordu kalem
Çünkü adil emirin sesi gök gürültüsünü andırıyordu;
“Hey! Nerdesin, sevgili amca? Yaz
Yeni ayı dün gece yarısı kullarımızla birlikte gördük.
Kırmızı yeleli kısrağımız sabaha dek tam üç kez doğurdu.
Hangi devirde olmuştur böylesi ya da öylesi; yaz.”
Bay Tarih bunları yazmış olmalıydı. Tarih konusunda bizim övünç duyduğumuz eserlerden biri olan Tarih-i Beyhakî’ye bir bakın; Tarih-i Beyhakî’nin içinde örneğin, çok yediği için Sultan Mes’ud’un sağlığının kaç kez bozulduğunu tespit edebilirsiniz, ama tüm Selçuklular döneminde milletimizin ne günler geçirdiğine ilişkin tek bir bilgi bile bulamazsınız. İşte bu yüzden şimdi de tarihçilerimiz yine bu büyük ve tarihi araştırmalara [!] kendilerini kaptırmışlardır. Sayın Dr. Rıza Dâveri’nin, Edebiyat Fakültesi öğrenci dergisinde yayımladığı bir makalesini gördüm [O dergide birkaç konuşmayı yayımlamışlardı, biri de onun konuşmasıydı]. Bu makalede Dâveri, Reşiduddin Fazlullah hakkında birşeyler yazmak istediğini, Edebiyat Fakültesi hocalarının son araştırmalarından birine baktığını, acayip zahmetler çektiklerini gördüğünü, Reşiduddin Fazlullah’ın -örneğin- falan yılın Rebiülevvel ayının üçüncü gününde -ki bütün tarihçiler bunda müttefiktirler- öldüğünü, gece mi yoksa gündüz mü öldüğünü araştırmak için bütün eski kaynakları elden geçirdiklerini, ama elbette bir sonuca ulaşamadıklarını yazıyordu. İşte bunlar, tarihtir!
[1] Şiirin gerçek adı "Miras"tır [Bak. Ahir’i Şehname, M. Umid]. Şiiri aktarırken, konuşmadaki metinden değil, asıl metinden yararlandık [Farsça yayın kurulu].