Bütün destanlar, övünçler, dâhilikler, görkemlilikler ve yiğitlikler hep bir dönemin başta gelen kişisine, güçlü ve resmi adamına mal olmuştur. Ya da halk içinden çıkmış kahraman ve pehlivanlar bilek güçleri Keykavus’un hizmetinde olmuştur. Artık başka hiçbir şeye yönelmez bu destanlar, başka bir haber yoktur onlarda. Halkçılık görüşünün, halk kitlesine yöneliş görüşünün dünyada ortaya çıkışı ve aristokratik değerleri alaşağı edişi, asıl Büyük Fransa Devrimi’nden sonra olmuştur. Halka olan bu yöneliş, aynı şekilde, edebiyatta yazarlık üslubunun değişmesine yol açmıştır. Halkın konuştuğu dilden bir kelimeyi kıymetli edebi eserlerinde kullanmaya utanan yazarlar, sade yazmaya yönelmişler ve sade yazma üslubu övünülesi bir üslup olmuştur. Sâde yazmak, aristokrasinin ve sarayın konuşmasını bırakıp yazarın kitle diline yönelmesi ve kendi edebi üslubu için halkın konuştuğu dili seçmesi demektir. İran’da da Meşrutiyet devriminden bu yana yazarlarımızın halkın diliyle, halkın kullandığı kelimelerle birşeyler yazmaya cesaret ettiklerini görüyorsunuz. Oysa daha önce, münşiliğin -ki yazarlığın ta kendisiydi- tumturaklı sözler kullanmaktan başka bir şey olmadığını görüyoruz. Hatta kelimeler sınıflara ayrılmıştı, kelimeler de sınıflandırılmıştı; Birtakım kelimeler yöneten sınıflara aitti, kimi kelimelerse yönetilen sınıflara aitti. Bilinçli bir münşi [yazar], yönetilen sınıfın kullandığı bir kelimeyi alıp güzel bir edebî metinde kullanamaz. Bu yüzden, bir yerden bir yere bir mektup gittiğinde üç sayfasını okuduğunuz halde anlamının ne olduğunu anlamamanız gerekmektedir. Bu ise onun görkemli oluşunun göstergesidir. Çünkü anlatım ve yazarlık üslubu edebi, değerli ve ustalıklı olduğunda avam ona ulaşamaz. Çünkü avamın anlayabileceği şeyin önemi ve değeri yoktur!
Sanatta da bu böyledir; Aristo’nun Poetika’daki söyleyişiyle, halk kitlesi sadece komedide kişi ve kahraman olabilirdi. Sanat ve üstün tiyatro olan trajedideyse tanrılar, prensler, aristokratlar, büyükler ve ruhaniler oynamalıydılar. Halktan hiç kimse trajediye girmemeliydi. Çünkü girerse, gülünmesine yol açar, yüzünde komik ve sıradan bir ifade oluşur ve trajedinin görkemini yok eder. Sonra, Büyük Fransa Devrimi’nde edebiyat öyle bir biçim alır ki, Bourgeois Gentilhomme [Soylu burjuva] oluştuğunu görürüz. Sonra da bu Gentilhomme, bu aristokrat, komedi kahramanı olur. Fars dilinde oldukça güzel edebi bir eser olup son günlerde yayımlanmış bulunan Şazde İhticab, İran üslubunda aristokrat bir soylu tipini incelemekte ve geçmişte trajediye özgü olan kahramanların şimdi komedilere girdiğini, bunun tersine olarak da sıradan tiplerin de trajediye girdiklerini, bu çağın büyük destanlarını onların yarattıklarını göstermektedir. Bunun nedeni, tarihin de böyle olmasıdır. Geçmişte destan yaratanlar Rüstemlerdi, Zallardı, Zerirlerdi. Oysa bugün, kendilerinden bir haber bile bulunmayan adı bilinmez kitleler destan yaratmaktalar. Kahramanlar da başkalaşmışlardır. Tarih de ister istemez saraydan kulübeye, kasırdan sokağa inmiştir. Bugün, halkçı bir yapı kazandığını, geçmişi, eski doğa ve yapısını unuttuğunu görüyoruz. Ancak, kimi yerlerde bulunan fazıllar, edipler ve kadimler gibi oldukça eski ve geri birtakım gruplar bulunmaktadır hala; ne ki bunların sonu gelmiştir.
Fakat Büyük Fransa Devrimi’nden önce dünya çapında tarihin aristokrasi ve kahramanların ya da yönetenlerin hikâyelerini aktarma huyunu bırakıp yoksun, bilinmez, garip, köle ve toplumsal, soysal övünçlerden uzak çehrelerden söz etme huyunu edinmesi İslam’da oluşmuştur. İslam tarihine baktığımızda, Peygamber’den sonra, Peygamber’e dayanan tarihin -yani biyografiler, rical ilmi- hiç beklemeden ashaba yöneldiğini görürüz. Ashabın kişiliği, İslam tarihinde görüldüğü gibi, kendi insanî değerleri doğrultusunda ortaya konulmuştur, soy değerleri doğrultusunda değil. Bu yüzden bir ara, İran’da tarihin sadece ve sadece Şapur-i Zu’l İktaf’tan[1] söz ettiği sırada -tam bu sırada- bu köşede neyi naklettiğini görüyoruz dersiniz? Neresi? Yoksul bir bedevinin çadırının dibine geldi. Tarihin hep soyuyla ve hatta kabilesiyle ilgili tek bir kelime bile anmaya ar ettiği Cundub b. Cunade’nin çadırının yanına oturup o hırs ve dikkatiyle onların en küçük hareketlerini ve sözlerini not ediyordu; Yoksul bir köle olan Bilal’i, yabancı bir avare olup Yahudi kölesiyken azat edilen Selman’ı, oraya nasıl düştüğü bilinmeyen Yunanlı bir adam olan Suheyb’i, Huzeyfe’nin karısının kölesi olan Salim’i... Bunlar, İslam’ın en parlak çehreleri olan kişiliklerdir. Bunlar, tarihimizin büyük senetlerinin ve görkemli başyapıtlarının birey olarak sadece kendilerinden değil, sınıflarından bile asla söz etmedikleri kimselerdir. İşte bu, tarihin doğasındaki düşünsel devrimdir.
Bugün de bütün öykülerin, büyük sanat ve edebiyat eserlerinin ve zamanın gerçeklerini yazan bütün kalemlerin yine sıradan insanların ve sıradan çehrelerin ardına düştüklerini ve tümünün onlara bakışlarını çevirdiklerini görüyoruz. Kahramanların coşmaları, dehaların ansızın açılmaları, karanlığı gidermek için ansızın şimşeklerin çakması için bütün gözler halk kitlesine, ümmetin içine dikilmiştir. Bu, tarihsel görüş, toplumbilimsel görüş ve modern ideolojilerin görüşü ve temelde çağdaş insanî görüş olup bu derecede ümmî olmuştur. Dünya çapında, Büyük Fransa Devrimi’nden başlayarak tarih böylesine yön değiştirmektedir. Doğu kültüründeyse İslam’dan başlamıştır ki bu bir gerçektir.
Kur’an ise tarihe önem vermekte olup şu ana dek biz Kur’an’ın tarihe bunca dayanışını fark etmedik. Şunu Kur’an’a ilişkin bir açıklama ya da bir parantez olarak belirtmeliyim; Kur’an itikadî bir kitaptır, bir hidayet kitabıdır, insan yetiştiren bir kitaptır. İnsanı bilinçli kılmak, uyandırmak, kendine getirmek, kişilikli duruma getirmek, ona uyanış ve sorumluluk duygusu vermek için gelmiştir. Kur’an bunun için gelmiştir, risaleti budur. Elbette bu esas büyük risaleti [nihaî hedefi] içinde konuşur ve çeşitli konulardan söz açar. Kendiliğinden doğayla ilgili konulara, doğaya ilişkin bilimlere de değinir, ama bir esas olarak, bir bilinmezin keşfi olarak ya da bir doğa yasasını açıklamak için değil, bir hatırlatma, bir örnek verme ya da dikkat çekme, düşünme olarak değinir; bilimsel bir kitap olarak, bir fizik ve kimya kitabı olarak değil. Ya da bu arada, bilimsel hükümleri ortaya koyup açıklamaya da yönelmiştir. Yine Kur’an’ın nihai risaleti insanların toplumsal ilişkilerin hukuksal ve yasal açıdan açıklayıp düzenlemek olduğu için değil, Kur’an hayali bir ideoloji olarak kalmak istemediğinden ve düşünce ve öğreti biçimine dayanarak bir toplumsal sistem kurmak, bir hayat biçimi sunmak, bir uygarlık yaratmak istediğinden kaçınılmaz olarak, toplumsal hayatta pratik yönle de ilgilenmesi gerektiği içindir bu.
Bu ilgilenişi içinde de birtakım yasa ve hükümlerle de ilgilenmektedir. Nihai risaletiyse, hikmeti öğretmek, yani insanlara ilahi insanî bilinç vermek, insana kendi fıtrat çizgisinde ve idealinin sonuna varmak yolunda aydınlık ve hareket bağışlamak, uyanıklık ve gelişme bağışlamak -bu onun risaletidir- ve hep peygamberlerin gönderilişinden sonra yinelediği kıst ve adaleti sağlamaktır. İnsanı bu öğretisi doğrultusunda eğitip yetiştirmek için kimi zaman da tabiî bilimlere bir işarette bulunur. Örneğin, yerden söz eder, gökten söz eder, buluttan söz eder, güneşten, gök gürlemesinden, şimşekten, geceden ve yıldızdan söz eder; ayrıca insanî bilimlere dayanır, toplumlardan söz eder, ümmetlerden söz eder, tarihten söz eder, geçmiş olaylardan söz eder, tarihsel kişilerden ve kişiliklerden söz eder, kavimlerin yazgısından söz eder, toplumsal sistemlerde doğru bulunan yasalara değinir. Dolayısıyla Kur’an, aydınlatmak ve hidayet olan idealinin, asıl hedef ve risaletinin gerçekleşmesi süresince hem tabiî bilimlere dayanır, değinir, hem de toplumbilim, tarih, ruhbilim ve insanbilim gibi insanî bilimlere dayanır, değinir. Fakat böyle edebi, fikri, itikadî, insanî bir kitap ve tek kelimeyle bir hidayet ve ideoloji kitabı, daha çok insanî bilimlere, yani ruhbilime, insanbilime, iktisada, toplumbilime ve tarih felsefesine dayanır. Bunlar, doğrudan doğruya onun risaletiyle duvar duvara komşu ve akrabadırlar. Öyle ki toplumun bir düşünce önderi, kimyaya, fiziğe, apolloya ve jete olduğundan çok toplumbilime, tarih felsefesine, iktisada ve tarihe gereksinim duyar.
Fakat ruhbilim, toplumbilim ve tarih felsefesi gibi insanî bilimler, yeni bilimler olduklarından ve eskiden var olmadıklarından ya da var olsalar bile bilimsel olmayan ve bölük pörçük, dağınık sözler biçiminde başka eserlerin içinde bulunduklarından, ancak eski âlimlerimiz eski uygarlıkların ve başka uygarlıkların ya da kendi dönemlerinin bilimlerinin etkisi altında tabiî bilimlerden az çok haberli olduklarından [çünkü tabiî bilimler, bin yıllık, iki bin yıllık, üç bin yıllık geçmişi bulunan eski bilimler olup bizim kimi âlimlerimiz ve müfessirlerimiz bu bilimleri biliyorlardı] tabiî yönler ve aynı biçimde Kur’an’ın dakik bilimlerdeki -tabiî bilimler, fizik, kimya vb.- bilimsel boyutları aydınlanmıştı. Hukuk ilmi, eskiden geçerli olan bir ilim olduğundan, Kur’an’ın hukukî ve fıkhî yönü de oldukça belirgindi. Ne ki Kur’an’ın en temel ve aynı biçimde en derinlikli, en dolu boyutu, risaletini anlatmada Kur’an’ın içeriğini oluşturan en sermayeli boyutu, yani tarih, toplumsal bilimler, insanî bilimler, insanbilim, toplumbilim, ruhbilim, budunbilim [etnoloji], yeni bilimler olduklarından ve eski tefsircilerimiz ve Kur’an uzmanlarımız bu bilimlerle tanışık olmadıklarından bütünüyle bilinmez olarak bir köşede kalmıştır. İşte bugün de kimileri, Kur’an üzerinde bilinçli ve bilgince, bugünün bakışıyla, bugünün kültürüyle çalışmışlar ve oldukça büyük ve değerli işler yapmışlardır. Kimileri de gazetelerden ve kimi ders kitaplarından yararlanıp hemencecik yeni bilimlerle ilgili birşeyler öğrenmişler ve yalan yanlış sözlerden kimilerini rastgele bir araya getirip sonra da zorla Kur’an ayetlerine montaj ediyorlar, bu yüzden de yanılgıya düşüyorlar.
Einstein’in bağıntılılık kuramını, jeti, fiziği, hidrojen bombasını, mikrobu ve Avrupalıların buldukları bütün şeyleri yeni baştan Kur’an’dan bulmaktadır. Bu, bir tür komplekstir. Böylelikle, kendi öğretisinin, kendi Kur’an’ının, kitabının ve kültürünün eskimediğini göstermek, ortaya koymak istemektedir. Tıpkı kompleksi bulunan ve Batılılaşmaya, Batıcılığa, kendisini bu çağa mal etmek, bu çağa yaraşır olmak ve var olmak için aşırı ilgi gösteren doğulu gibidir. Oysa keşfedip dayandığında Batılıdan daha çok haysiyetli olabileceği asaletleri ve değerleri vardır onun. Hatta Batılıların gözünde de bu böyledir. Apollo’yu Kur’an’ın içerisinden bulup çıkarmaya gerek yoktur. Ondan insanı bulup çıkarmalı asıl. Apollo’yu kendileri bulabilirler; Kur’an’a kesinlikle ihtiyaç yoktur bu konuda, Allah’a da! Şu anda tanrısızların Apollo’yu icat ettiklerini görüyoruz. İnsan olmak, bu kitaba ve Tanrı’ya gereksinimlidir. Önemli olan insanın ortaya çıkarılmasıdır. Bu gerçekleşmediğinde, neyi ortaya çıkartırsan çıkart, bir yararı yoktur. Bu, şu anda büyük bir musibet olmuştur ve oldukça ürkütücüdür. Hatta bilimsel açıdan Kur’an üzerinde oldukça büyük çalışmalar yapmış kimselerin çalışmalarını da genelin gözünde mahvetmektedir. Kur’an ayetlerini yeni buluşlara ve kuramlara yamamada şiddetli bir aşırılığa kaçılmıştır. Hem de bu buluş ve kuramları örneğin İttilâât ve Keyhan gazetelerinden okuyorlar. Ayrıca bunların muhabirin malı mı yoksa başka bir yerden mi alınmış olduğu da bilinmiyor. Oralardan alıp birbirine yamıyorlar. Bu buluşların ve kuramların ne olduğunu da tam olarak bilmiyorlar.
Bir kitap görmüştüm. Orada, Hz. Peygamber’in ya da Hz. Ali’nin arpa ekmeğini kepeği alınmadan yediklerini yazıyordu. Bu, bizim kitaplarımızda, ahlak kitaplarımızda, özellikle de Siret kitaplarımızda vardır ve biz bunların ne demek olduğunu çok açıkça anlıyoruz. Kesinlikle bu konuda bilime gereksinmemiz yok. Onun insanî anlamını biliyoruz. Şimdi tutmuş onun anlamını bozmak istiyor. Bunun anlamının ne olduğunu biz biliyoruz. Bunun anlamı, İran ve Anadolu eyaletlerinin bir parçası olan Ali gibi büyük bir halife ve imparatorun işte böyle yiyeceklerle idare ettiğidir. Bizim için bunun değeri oldukça açıktır. Ya da biz bundan, dünyanın büyük güçlerine diz çöktüren İslam Peygamberi’nin yaşayışının nasıl olduğunu anlıyoruz. Sonradan, bilginlerden birinin bu konuyu bugün gıda rejiminde yapılan buluşlara uyguladığını gördüler. Çünkü bu buğday ve özellikle de arpa kepeğinin çokça vitamin içerdiği keşfedilmiştir ve bugün Avrupa’da bu oldukça aristokratik fırıncılar, kepeği alınmamış arpa ekmeği satmaktadırlar, hem de oldukça pahalı fiyata. Öyleyse bunlar rejimdeler, biz niçin bilinçsizce onların derdini çekelim? Vücutlarının güzelliği için yiyorlardı. Ondan iki satır sonra Hz. Ali’nin kendisi, “Eğer ben isteseydim en iyi baldan ve buğday özünden kendime ekmek ve yiyecek hazırlayabilirdim.” diyor. Arzusunun o olduğu ve yapısının bunu gerektirdiği anlaşılmaktadır. Ama bunu gözardı etseydi, bize başka bir şey öğretmek için yapardı bunu. Şimdiyse onu böyle bilimsel kıldıklarından bu şekli almaktadır. Yeni bilimlerden bu şekilde söz etmek, hem de yeni bilimlerden bu denli deneyimsizce, ikinci, üçüncü elden, kısıtlı haber kaynakları yoluyla haberli olan kimseler aracılığıyla bunu yapmak, İslam’a çok zarar verir. Nasıl zarar verir? Temelde İslam’ın ve Kur’an’ın risaletinin esasını olumsuzlayıp bozar.
Elbette dünyadan doğru ve teknik olarak bilimsel birikimleri bulunanlar ve bilimleri tanıyanların böyle birşey yapmaya hakları vardır. Çünkü Kur’an bilimsel açılardan konuşmasa da, doğal olaylara, doğal görüngülere değinirken bilimsel açıdan yanlış olmamalıdır. Dolayısıyla yeni bilimlerde uzman olan âlimler ve bilginler, ulaştıkları bu ayetlere doğru bir biçimde ve bilimsel olarak eğildiklerinde biz büyük bilgilere ulaşırız. Fakat bu Kur’an’ın risaleti biçiminde değil, Kur’an’ın kendi alanı dışındaki şeylere değinirken bilmeden ve yanlış olarak değil, doğru ve bilimsel olarak değindiği biçiminde alınmalıdır. Örneğin Sadî, Gülistan’ını fizik, kimya ve tıp alanında değil, hidayet ve ahlâk amacıyla yazan bir kişidir. Fakat kimi zaman, bu eserde yanlışların bulunduğunu görüyoruz. Bu onun için kusur olamaz. Çünkü Gülistan’ın misyonu başka birşeydir. Fakat tabip olmadığı için, zamanın geçerli bilimine göre tıbbi şeylere değinmiş olup bunlar bugün yanlıştır. Örneğin “İnsan sürekli değildir; hayat kalıcı değildir, geçicidir. Ansızın çöker. Birbirine çarpınca herşeyin ortadan kalkacağı tesadüfî ya da geçici bir dengeye bağlıdır” demek istediğinde, bu misyonu içinde yer aldığı için edebi, güzel bir biçimde, bir edebiyat başyapıtına yaraşır biçimde anlatır. Fakat zamanının geçerli ilminin -ki bugün yanlışa çıkmıştır- diliyle konuşmak istediğinde şöyle der;
“Birbirinin karşıtı dört isyankâr nefis
Birbirleriyle ancak dört gün geçinebilirler.
Dördünden biri üstün gelince
Tatlı can çıkıp gider bedenden.”
Bu, dört mizaçtır. Bugün biz, kesinlikle böyle olmadığını biliyoruz. Tatlı canın bedenden ayrılması bu dört mizaç yüzünden değil başka şeyler yüzündendir. Bunu anlamadığı anlaşılıyor. Önemi yok. Çünkü Sadi tıp bilmez. O, eski tıbba göre konuşmuştur. Fakat Kur’an, bir örnek verirken tabiî bilimlerden söz ederse, örneği bilimsel açıdan yanlış olmamalıdır. İşte bu yüzden uzman, bilinçli ve teknik bilginler, bu konuda, bu boyut ve açıdan Kur’an üzerinde çalışabilirler. Öyle ki uzman olup çalışma da yapan kimselerin çalışmaları, oldukça üstün, parlak ve gerçekten şaşırtıcı olmuştur. Fakat olayın bilincinde olmayan, bu konuda bir bilgileri bulunmayan yöresel ve oldukça yüzeysel ve yabancı bir dünya görüşü içerisinde, kısıtlı bir alanda bulunan ve bilimle bilimsel yaratı, bilimsel kuramlar ve bilimsel fantaziler arasındaki farkı bile bilmeyen -tüm bunları birbirine katan- tipler, hem bilimi, hem de Kur’an’ı mahvederler. Bunlar kesinlikle bu işe el sürmemelidirler. Ne yazık ki bugün bu öyle yaygın duruma gelmiştir ki her kitabın sayfalarını açtığımızda, birinin zavallı Einstein’ı uzattığını, bir başkasının zavallı Darwin’i hemen reddettiğini arka arkaya on beş kanıt getirdiğini görüyoruz. Biri Apollo’dan söz ediyor, öteki başka birşeyden. Sonra da tarafın üslubundan bayın kesinlikle olayın farkında olmadığının ortaya çıktığını, bir çeviri üzerinden cacık gibi bir şey söylediğini görüyoruz.
Dün birkaç arkadaşla sohbet ediyordum ve bunların işlerinin arkadaşlardan birinin örneğine benzediğini söylüyordum; Köyün birinde[2] yapma uydudan, Apollo’dan vb. söz ediliyordu. Biri diyor; “Efendi, bu Apollo’yu, jeti vs. bırak yere, bunlar hiçbir şey değil. Şu paketi al, paket paket! Ne içinde makine var, ne benzin içer, hiçbir şey. On kuruş verirsin bir attara, alırsın onu. Üstüne de ‘kendi gider’ diye yazarsın.” Harika! Yeni bilimlerden bu şekilde konuşmanın ne yararı var? Üstüne yazarsın; kendisi gider.
[1] 17-18 yaşında -bu denli küçükken!- sarayının penceresinin ardında oturmuştu. Gürültü yükseldiğini gördü. "Ne oluyor?" Dediler: "Kalabalık". Dedi: "Niçin?" Dediler: "Irmağın üzerinde bir köprü var. Bu köprünün üstünden gelenler gidenler oluyor. Bu yüzden izdiham oluyor ve bu nedenle de gürültü oluyor." Bu yaşta bir deha kıvılcımı parladı onda! Dedi: "Öyleyse iki köprü yapın! Birinden gelenler, ötekinden gidenler geçsin!" Böylece, bu ırmağın üzerine iki köprü yapılıp birinden gidenlerin, ötekinden de gelenlerin geçmesinin tek bir köprünün bulunmasından daha iyi olacağını anladılar! O zamana dek İran bilginleri olayın farkında değildiler!
[2] Bugün köylülerin bir araya gelip geçmişte olduğunun tersine, Apollo’dan, jetten, yeni buluşlardan oldukça çok konuştuklarını -kompleks artık- görüyoruz.