Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-10 [Bölüm 2]
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-10 [Bölüm 2]

Bütün destanlar, övünçler, dâhilikler, görkemlilikler ve yiğitlikler hep bir dönemin başta gelen kişisine, güçlü ve resmi adamına mal olmuştur. Ya da halk için­den çıkmış kahraman ve pehlivanlar bilek güçleri Keykavus’un hizmetinde olmuştur. Artık başka hiçbir şeye yönelmez bu destanlar, başka bir haber yoktur on­larda. Halkçılık görüşünün, halk kitlesine yöneliş görü­şünün dünyada ortaya çıkışı ve aristokratik değerleri alaşağı edişi, asıl Büyük Fransa Devrimi’nden sonra ol­muştur. Halka olan bu yöneliş, aynı şekilde, edebiyatta yazarlık üslubunun değişmesine yol açmıştır. Halkın ko­nuştuğu dilden bir kelimeyi kıymetli edebi eserlerinde kullanmaya utanan yazarlar, sade yazmaya yönelmişler ve sade yazma üslubu övünülesi bir üslup olmuştur. Sâde yazmak, aristokrasinin ve sarayın konuşmasını bırakıp yazarın kitle diline yönelmesi ve kendi edebi üslubu için halkın konuştuğu dili seçmesi demektir. İran’da da Meş­rutiyet devriminden bu yana yazarlarımızın halkın diliy­le, halkın kullandığı kelimelerle birşeyler yazmaya cesa­ret ettiklerini görüyorsunuz. Oysa daha önce, münşiliğin -ki yazarlığın ta kendisiydi- tumturaklı sözler kullanmaktan başka bir şey olmadığını görüyoruz. Hatta keli­meler sınıflara ayrılmıştı, kelimeler de sınıflandırılmış­tı; Birtakım kelimeler yöneten sınıflara aitti, kimi keli­melerse yönetilen sınıflara aitti. Bilinçli bir münşi [ya­zar], yönetilen sınıfın kullandığı bir kelimeyi alıp güzel bir edebî metinde kullanamaz. Bu yüzden, bir yerden bir yere bir mektup gittiğinde üç sayfasını okuduğunuz hal­de anlamının ne olduğunu anlamamanız gerekmektedir. Bu ise onun görkemli oluşunun göstergesidir. Çünkü an­latım ve yazarlık üslubu edebi, değerli ve ustalıklı oldu­ğunda avam ona ulaşamaz. Çünkü avamın anlayabilece­ği şeyin önemi ve değeri yoktur!

 

Sanatta da bu böyledir; Aristo’nun Poetika’daki söyleyişiyle, halk kitlesi sadece komedide kişi ve kahra­man olabilirdi. Sanat ve üstün tiyatro olan trajedideyse tanrılar, prensler, aristokratlar, büyükler ve ruhaniler oynamalıydılar. Halktan hiç kimse trajediye girmeme­liydi. Çünkü girerse, gülünmesine yol açar, yüzünde ko­mik ve sıradan bir ifade oluşur ve trajedinin görkemini yok eder. Sonra, Büyük Fransa Devrimi’nde edebiyat öy­le bir biçim alır ki, Bourgeois Gentilhomme [Soylu bur­juva] oluştuğunu görürüz. Sonra da bu Gentilhomme, bu aristokrat, komedi kahramanı olur. Fars dilinde ol­dukça güzel edebi bir eser olup son günlerde yayımlanmış bulunan Şazde İhticab, İran üslubunda aristokrat bir soylu tipini incelemekte ve geçmişte trajediye özgü olan kahramanların şimdi komedilere girdiğini, bunun tersine olarak da sıradan tiplerin de trajediye girdikleri­ni, bu çağın büyük destanlarını onların yarattıklarını göstermektedir. Bunun nedeni, tarihin de böyle olması­dır. Geçmişte destan yaratanlar Rüstemlerdi, Zallardı, Zerirlerdi. Oysa bugün, kendilerinden bir haber bile bulunmayan adı bilinmez kitleler destan yaratmaktalar. Kahramanlar da başkalaşmışlardır. Tarih de ister iste­mez saraydan kulübeye, kasırdan sokağa inmiştir. Bu­gün, halkçı bir yapı kazandığını, geçmişi, eski doğa ve ya­pısını unuttuğunu görüyoruz. Ancak, kimi yerlerde bulu­nan fazıllar, edipler ve kadimler gibi oldukça eski ve geri birtakım gruplar bulunmaktadır hala; ne ki bunların so­nu gelmiştir.

 

Fakat Büyük Fransa Devrimi’nden önce dünya çapın­da tarihin aristokrasi ve kahramanların ya da yöneten­lerin hikâyelerini aktarma huyunu bırakıp yoksun, bi­linmez, garip, köle ve toplumsal, soysal övünçlerden uzak çehrelerden söz etme huyunu edinmesi İslam’da oluşmuştur. İslam tarihine baktığımızda, Peygamber’den sonra, Peygamber’e dayanan tarihin -yani biyografiler, rical ilmi- hiç beklemeden ashaba yöneldiğini görürüz. Ashabın kişiliği, İslam tarihinde görüldüğü gi­bi, kendi insanî değerleri doğrultusunda ortaya konul­muştur, soy değerleri doğrultusunda değil. Bu yüzden bir ara, İran’da tarihin sadece ve sadece Şapur-i Zu’l­ İktaf’tan[1] söz ettiği sırada -tam bu sırada- bu köşede ne­yi naklettiğini görüyoruz dersiniz? Neresi? Yoksul bir bedevinin çadırının dibine geldi. Tarihin hep soyuyla ve hatta kabilesiyle ilgili tek bir kelime bile anmaya ar ettiği Cundub b. Cunade’nin çadırının yanına oturup o hırs ve dikkatiyle onların en küçük hareketlerini ve sözlerini not ediyordu; Yoksul bir köle olan Bilal’i, yabancı bir ava­re olup Yahudi kölesiyken azat edilen Selman’ı, oraya na­sıl düştüğü bilinmeyen Yunanlı bir adam olan Suheyb’i, Huzeyfe’nin karısının kölesi olan Salim’i... Bunlar, İs­lam’ın en parlak çehreleri olan kişiliklerdir. Bunlar, tari­himizin büyük senetlerinin ve görkemli başyapıtlarının birey olarak sadece kendilerinden değil, sınıflarından bi­le asla söz etmedikleri kimselerdir. İşte bu, tarihin doğa­sındaki düşünsel devrimdir.

 

Bugün de bütün öykülerin, büyük sanat ve edebiyat eserlerinin ve zamanın gerçeklerini yazan bütün kalem­lerin yine sıradan insanların ve sıradan çehrelerin ardı­na düştüklerini ve tümünün onlara bakışlarını çevirdik­lerini görüyoruz. Kahramanların coşmaları, dehaların ansızın açılmaları, karanlığı gidermek için ansızın şim­şeklerin çakması için bütün gözler halk kitlesine, üm­metin içine dikilmiştir. Bu, tarihsel görüş, toplumbilim­sel görüş ve modern ideolojilerin görüşü ve temelde çağ­daş insanî görüş olup bu derecede ümmî olmuştur. Dünya çapında, Büyük Fransa Devrimi’nden başlayarak tarih böylesine yön değiştirmektedir. Doğu kültüründey­se İslam’dan başlamıştır ki bu bir gerçektir.

 

Kur’an ise tarihe önem vermekte olup şu ana dek biz Kur’an’ın tarihe bunca dayanışını fark etmedik. Şunu Kur’an’a ilişkin bir açıklama ya da bir parantez olarak be­lirtmeliyim; Kur’an itikadî bir kitaptır, bir hidayet kita­bıdır, insan yetiştiren bir kitaptır. İnsanı bilinçli kılmak, uyandırmak, kendine getirmek, kişilikli duruma getir­mek, ona uyanış ve sorumluluk duygusu vermek için gel­miştir. Kur’an bunun için gelmiştir, risaleti budur. Elbette bu esas büyük risaleti [nihaî hedefi] içinde konuşur ve çeşitli konulardan söz açar. Kendiliğinden doğayla ilgili konulara, doğaya ilişkin bilimlere de değinir, ama bir esas olarak, bir bilinmezin keşfi olarak ya da bir doğa ya­sasını açıklamak için değil, bir hatırlatma, bir örnek ver­me ya da dikkat çekme, düşünme olarak değinir; bilimsel bir kitap olarak, bir fizik ve kimya kitabı olarak değil. Ya da bu arada, bilimsel hükümleri ortaya koyup açıklama­ya da yönelmiştir. Yine Kur’an’ın nihai risaleti insanların toplumsal ilişkilerin hukuksal ve yasal açıdan açıkla­yıp düzenlemek olduğu için değil, Kur’an hayali bir ideo­loji olarak kalmak istemediğinden ve düşünce ve öğreti biçimine dayanarak bir toplumsal sistem kurmak, bir hayat biçimi sunmak, bir uygarlık yaratmak istediğin­den kaçınılmaz olarak, toplumsal hayatta pratik yönle de ilgilenmesi gerektiği içindir bu.

 

Bu ilgilenişi içinde de birtakım yasa ve hükümlerle de ilgilenmektedir. Nihai risaletiyse, hikmeti öğretmek, yani insanlara ilahi insanî bilinç vermek, insana kendi fıtrat çizgisinde ve idealinin sonuna varmak yolunda ay­dınlık ve hareket bağışlamak, uyanıklık ve gelişme ba­ğışlamak -bu onun risaletidir- ve hep peygamberlerin gönderilişinden sonra yinelediği kıst ve adaleti sağla­maktır. İnsanı bu öğretisi doğrultusunda eğitip yetiştir­mek için kimi zaman da tabiî bilimlere bir işarette bulu­nur. Örneğin, yerden söz eder, gökten söz eder, buluttan söz eder, güneşten, gök gürlemesinden, şimşekten, gece­den ve yıldızdan söz eder; ayrıca insanî bilimlere daya­nır, toplumlardan söz eder, ümmetlerden söz eder, tarih­ten söz eder, geçmiş olaylardan söz eder, tarihsel kişiler­den ve kişiliklerden söz eder, kavimlerin yazgısından söz eder, toplumsal sistemlerde doğru bulunan yasalara değinir. Dolayısıyla Kur’an, aydınlatmak ve hidayet olan idealinin, asıl hedef ve risaletinin gerçekleşmesi süre­since hem tabiî bilimlere dayanır, değinir, hem de top­lumbilim, tarih, ruhbilim ve insanbilim gibi insanî bilim­lere dayanır, değinir. Fakat böyle edebi, fikri, itikadî, insanî bir kitap ve tek kelimeyle bir hidayet ve ideoloji kitabı, daha çok insanî bilimlere, yani ruhbilime, insan­bilime, iktisada, toplumbilime ve tarih felsefesine daya­nır. Bunlar, doğrudan doğruya onun risaletiyle duvar duvara komşu ve akrabadırlar. Öyle ki toplumun bir dü­şünce önderi, kimyaya, fiziğe, apolloya ve jete olduğun­dan çok toplumbilime, tarih felsefesine, iktisada ve tari­he gereksinim duyar.

 

Fakat ruhbilim, toplumbilim ve tarih felsefesi gibi insanî bilimler, yeni bilimler olduklarından ve eskiden var olmadıklarından ya da var olsalar bile bilimsel olma­yan ve bölük pörçük, dağınık sözler biçiminde başka eserlerin içinde bulunduklarından, ancak eski âlimlerimiz eski uygarlıkların ve başka uygarlıkların ya da kendi dönemlerinin bilimlerinin etkisi altında tabiî bilimlerden az çok haberli olduklarından [çünkü tabiî bi­limler, bin yıllık, iki bin yıllık, üç bin yıllık geçmişi bulu­nan eski bilimler olup bizim kimi âlimlerimiz ve müfes­sirlerimiz bu bilimleri biliyorlardı] tabiî yönler ve aynı bi­çimde Kur’an’ın dakik bilimlerdeki -tabiî bilimler, fizik, kimya vb.- bilimsel boyutları aydınlanmıştı. Hukuk ilmi, eskiden geçerli olan bir ilim olduğundan, Kur’an’ın hukukî ve fıkhî yönü de oldukça belirgindi. Ne ki Kur’an’ın en temel ve aynı biçimde en derinlikli, en dolu bo­yutu, risaletini anlatmada Kur’an’ın içeriğini oluşturan en sermayeli boyutu, yani tarih, toplumsal bilimler, insanî bilimler, insanbilim, toplumbilim, ruhbilim, budunbilim [etnoloji], yeni bilimler olduklarından ve eski tefsircilerimiz ve Kur’an uzmanlarımız bu bilimlerle ta­nışık olmadıklarından bütünüyle bilinmez olarak bir kö­şede kalmıştır. İşte bugün de kimileri, Kur’an üzerinde bilinçli ve bilgince, bugünün bakışıyla, bugünün kültü­rüyle çalışmışlar ve oldukça büyük ve değerli işler yap­mışlardır. Kimileri de gazetelerden ve kimi ders kitaplarından yararlanıp hemencecik yeni bilimlerle ilgili bir­şeyler öğrenmişler ve yalan yanlış sözlerden kimilerini rastgele bir araya getirip sonra da zorla Kur’an ayetlerine montaj ediyorlar, bu yüzden de yanılgıya düşüyorlar.

 

Einstein’in bağıntılılık kuramını, jeti, fiziği, hidro­jen bombasını, mikrobu ve Avrupalıların buldukları bü­tün şeyleri yeni baştan Kur’an’dan bulmaktadır. Bu, bir tür komplekstir. Böylelikle, kendi öğretisinin, kendi Kur’an’ının, kitabının ve kültürünün eskimediğini göster­mek, ortaya koymak istemektedir. Tıpkı kompleksi bu­lunan ve Batılılaşmaya, Batıcılığa, kendisini bu çağa mal etmek, bu çağa yaraşır olmak ve var olmak için aşırı ilgi gösteren doğulu gibidir. Oysa keşfedip dayandığında Batılıdan daha çok haysiyetli olabileceği asaletleri ve de­ğerleri vardır onun. Hatta Batılıların gözünde de bu böy­ledir. Apollo’yu Kur’an’ın içerisinden bulup çıkarmaya ge­rek yoktur. Ondan insanı bulup çıkarmalı asıl. Apollo’­yu kendileri bulabilirler; Kur’an’a kesinlikle ihtiyaç yok­tur bu konuda, Allah’a da! Şu anda tanrısızların Apollo’­yu icat ettiklerini görüyoruz. İnsan olmak, bu kitaba ve Tanrı’ya gereksinimlidir. Önemli olan insanın ortaya çı­karılmasıdır. Bu gerçekleşmediğinde, neyi ortaya çıkar­tırsan çıkart, bir yararı yoktur. Bu, şu anda büyük bir musibet olmuştur ve oldukça ürkütücüdür. Hatta bilim­sel açıdan Kur’an üzerinde oldukça büyük çalışmalar yapmış kimselerin çalışmalarını da genelin gözünde mahvetmektedir. Kur’an ayetlerini yeni buluşlara ve ku­ramlara yamamada şiddetli bir aşırılığa kaçılmıştır. Hem de bu buluş ve kuramları örneğin İttilâât ve Keyhan gazetelerinden okuyorlar. Ayrıca bunların muhabi­rin malı mı yoksa başka bir yerden mi alınmış olduğu da bilinmiyor. Oralardan alıp birbirine yamıyorlar. Bu bu­luşların ve kuramların ne olduğunu da tam olarak bilmi­yorlar.

 

Bir kitap görmüştüm. Orada, Hz. Peygamber’in ya da Hz. Ali’nin arpa ekmeğini kepeği alınmadan yedikle­rini yazıyordu. Bu, bizim kitaplarımızda, ahlak kitapla­rımızda, özellikle de Siret kitaplarımızda vardır ve biz bunların ne demek olduğunu çok açıkça anlıyoruz. Ke­sinlikle bu konuda bilime gereksinmemiz yok. Onun insanî anlamını biliyoruz. Şimdi tutmuş onun anlamını bozmak istiyor. Bunun anlamının ne olduğunu biz biliyo­ruz. Bunun anlamı, İran ve Anadolu eyaletlerinin bir par­çası olan Ali gibi büyük bir halife ve imparatorun işte böyle yiyeceklerle idare ettiğidir. Bizim için bunun değe­ri oldukça açıktır. Ya da biz bundan, dünyanın büyük güçlerine diz çöktüren İslam Peygamberi’nin yaşayışı­nın nasıl olduğunu anlıyoruz. Sonradan, bilginlerden bi­rinin bu konuyu bugün gıda rejiminde yapılan buluşlara uyguladığını gördüler. Çünkü bu buğday ve özellikle de arpa kepeğinin çokça vitamin içerdiği keşfedilmiştir ve bugün Avrupa’da bu oldukça aristokratik fırıncılar, ke­peği alınmamış arpa ekmeği satmaktadırlar, hem de ol­dukça pahalı fiyata. Öyleyse bunlar rejimdeler, biz niçin bilinçsizce onların derdini çekelim? Vücutlarının güzel­liği için yiyorlardı. Ondan iki satır sonra Hz. Ali’nin ken­disi, “Eğer ben isteseydim en iyi baldan ve buğday özünden kendime ekmek ve yiyecek hazırlayabilirdim.” di­yor. Arzusunun o olduğu ve yapısının bunu gerektirdiği anlaşılmaktadır. Ama bunu gözardı etseydi, bize başka bir şey öğretmek için yapardı bunu. Şimdiyse onu böyle bilimsel kıldıklarından bu şekli almaktadır. Yeni bilim­lerden bu şekilde söz etmek, hem de yeni bilimlerden bu denli deneyimsizce, ikinci, üçüncü elden, kısıtlı haber kaynakları yoluyla haberli olan kimseler aracılığıyla bu­nu yapmak, İslam’a çok zarar verir. Nasıl zarar verir? Temelde İslam’ın ve Kur’an’ın risaletinin esasını olum­suzlayıp bozar.

 

Elbette dünyadan doğru ve teknik olarak bilimsel bi­rikimleri bulunanlar ve bilimleri tanıyanların böyle bir­şey yapmaya hakları vardır. Çünkü Kur’an bilimsel açı­lardan konuşmasa da, doğal olaylara, doğal görüngülere değinirken bilimsel açıdan yanlış olmamalıdır. Dolayı­sıyla yeni bilimlerde uzman olan âlimler ve bilginler, ulaştıkları bu ayetlere doğru bir biçimde ve bilimsel ola­rak eğildiklerinde biz büyük bilgilere ulaşırız. Fakat bu Kur’an’ın risaleti biçiminde değil, Kur’an’ın kendi alanı dışındaki şeylere değinirken bilmeden ve yanlış olarak değil, doğru ve bilimsel olarak değindiği biçiminde alın­malıdır. Örneğin Sadî, Gülistan’ını fizik, kimya ve tıp alanında değil, hidayet ve ahlâk amacıyla yazan bir kişi­dir. Fakat kimi zaman, bu eserde yanlışların bulunduğu­nu görüyoruz. Bu onun için kusur olamaz. Çünkü Gülis­tan’ın misyonu başka birşeydir. Fakat tabip olmadığı için, zamanın geçerli bilimine göre tıbbi şeylere değinmiş olup bunlar bugün yanlıştır. Örneğin “İnsan sürekli de­ğildir; hayat kalıcı değildir, geçicidir. Ansızın çöker. Bir­birine çarpınca herşeyin ortadan kalkacağı tesadüfî ya da geçici bir dengeye bağlıdır” demek istediğinde, bu misyonu içinde yer aldığı için edebi, güzel bir biçimde, bir edebiyat başyapıtına yaraşır biçimde anlatır. Fakat za­manının geçerli ilminin -ki bugün yanlışa çıkmıştır- di­liyle konuşmak istediğinde şöyle der;

 

“Birbirinin karşıtı dört isyankâr nefis

Birbirleriyle ancak dört gün geçinebilirler.

Dördünden biri üstün gelince

Tatlı can çıkıp gider bedenden.”

 

Bu, dört mizaçtır. Bugün biz, kesinlikle böyle olmadı­ğını biliyoruz. Tatlı canın bedenden ayrılması bu dört mi­zaç yüzünden değil başka şeyler yüzündendir. Bunu an­lamadığı anlaşılıyor. Önemi yok. Çünkü Sadi tıp bilmez. O, eski tıbba göre konuşmuştur. Fakat Kur’an, bir örnek verirken tabiî bilimlerden söz ederse, örneği bilimsel açı­dan yanlış olmamalıdır. İşte bu yüzden uzman, bilinçli ve teknik bilginler, bu konuda, bu boyut ve açıdan Kur’an üzerinde çalışabilirler. Öyle ki uzman olup çalışma da yapan kimselerin çalışmaları, oldukça üstün, parlak ve gerçekten şaşırtıcı olmuştur. Fakat olayın bilincinde ol­mayan, bu konuda bir bilgileri bulunmayan yöresel ve ol­dukça yüzeysel ve yabancı bir dünya görüşü içerisinde, kısıtlı bir alanda bulunan ve bilimle bilimsel yaratı, bi­limsel kuramlar ve bilimsel fantaziler arasındaki farkı bile bilmeyen -tüm bunları birbirine katan- tipler, hem bilimi, hem de Kur’an’ı mahvederler. Bunlar kesinlikle bu işe el sürmemelidirler. Ne yazık ki bugün bu öyle yaygın duruma gelmiştir ki her kitabın sayfalarını açtığımızda, birinin zavallı Einstein’ı uzattığını, bir başkasının zaval­lı Darwin’i hemen reddettiğini arka arkaya on beş kanıt getirdiğini görüyoruz. Biri Apollo’dan söz ediyor, öteki başka birşeyden. Sonra da tarafın üslubundan bayın ke­sinlikle olayın farkında olmadığının ortaya çıktığını, bir çeviri üzerinden cacık gibi bir şey söylediğini görüyoruz.

 

Dün birkaç arkadaşla sohbet ediyordum ve bunların işlerinin arkadaşlardan birinin örneğine benzediğini söylüyordum; Köyün birinde[2] yapma uydudan, Apollo­’dan vb. söz ediliyordu. Biri diyor; “Efendi, bu Apollo’yu, jeti vs. bırak yere, bunlar hiçbir şey değil. Şu paketi al, paket paket! Ne içinde makine var, ne benzin içer, hiçbir şey. On kuruş verirsin bir attara, alırsın onu. Üstüne de ‘kendi gider’ diye yazarsın.” Harika! Yeni bilimlerden bu şekilde konuşmanın ne yararı var? Üstüne yazarsın; kendisi gider.



[1] 17-18 yaşında -bu denli küçükken!- sarayının penceresinin ar­dında oturmuştu. Gürültü yükseldiğini gördü. "Ne oluyor?" Dediler: "Kalabalık". Dedi: "Niçin?" Dediler: "Irmağın üzerin­de bir köprü var. Bu köprünün üstünden gelenler gidenler olu­yor. Bu yüzden izdiham oluyor ve bu nedenle de gürültü olu­yor." Bu yaşta bir deha kıvılcımı parladı onda! Dedi: "Öyleyse iki köprü yapın! Birinden gelenler, ötekinden gidenler geçsin!" Böylece, bu ırmağın üzerine iki köprü yapılıp birinden gidenle­rin, ötekinden de gelenlerin geçmesinin tek bir köprünün bu­lunmasından daha iyi olacağını anladılar! O zamana dek İran bilginleri olayın farkında değildiler!

[2] Bugün köylülerin bir araya gelip geçmişte olduğunun tersine, Apollo’dan, jetten, yeni buluşlardan oldukça çok konuştuklarını -kompleks artık- görüyoruz.