Kur’an’ın, taşıdığı risalet ve hidayet açısından temel yönü, insanî risalet, aydınca sorumluluk ve insanlığın manevi önderliğidir; kişiyi, tarihi, toplumu ve hayatı harekete geçirmektir; insana anlam kazandırmak ve bilinçsiz insanlara sorumluluk bağışlamaktır. Bu, bir ideolojinin söyleyip vermek istediği hedeftir. Bu, insanî bilimlere doğrudan bağlantı sağlamak isteyen bir risalettir; Kur’an da insanî bilimlere dayanır. Ama ne yazık ki insanî bilimler bizim dinî kültürümüzde henüz gündeme gelmediğinden, Kur’an’ın bu temel yönü meçhul kalmıştır ve ne yazık ki insanî bilimlerde, özellikle tarih felsefesi, toplumsal bilimler, toplumsal psikoloji ve iktisat vs. alanında çalışanlar, genellikle İslam kültüründen yoksundurlar. Bugün, gördüğümüz gibi, adı sanı yitmiş ya da ünlü ama kıymetleri bilinmez kişiler dışında bu bilimler, öteki cephelerin, öteki hedeflerin tekelindedir. Kur’an’daki surelerin adlarına bakınız; İnsani bilimlere ilişkin olanlardan yüzde ellisinin tarihe ilişkin olduğunu görüyoruz; Kıssalara yönelik olanlar, bireylere yönelik olanlar, peygamberlerin öyküleridir, zalimlerin öyküleridir, Ad, Semud, Ashab-ı Uhdud ve benzerlerinin öyküleridir. Tüm bunlar tarihe ilişkin olup Kur’an, ya bir işaret biçiminde onlardan söz eder ve kimi zaman birçok kez yineler ya da ayrıntılı olarak onları açıklar. Aslında kimi zaman, bizim bunlardan tarihsel belge açısından sahip olduğumuz en fazla bilgi Kur’an’ın kendisidir.
Kur’an’da tarihe dayanış, sadece edim olarak değil, kuram olarak ve açıklıkla ortaya konulmuş ve hatta kimi zaman inkâr ve şaşırtıcılık içeren bir soruyla ifade edilmiştir; “Yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı?” [Yusuf Sûresi, 109] ya da “Yeryüzünde gezip dolaşın” [En’am Sûresi, 11] ve ‘‘Yeryüzünde dolaşmak” [Bakara Sûresi, 273]. Bunlar, hep tarihin ve tarihe yönelişin değerini yineleme isteyen çeşitli söyleyişlerdir. Bu tür ayetler, on beş ya da on altı tarzda Kur’an’da birçok kez çeşitli söyleyişlerle -soru şeklinde, emir şeklinde, haber cümlesi şeklinde- yinelenmiştir; “Kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmek için yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı?” ya da “Yalanlayanların sonu nice oldu görün” [Al-i İmran Suresi, 137]. Hem de tarih üzerinde zihinsel düşünmek değil, özdeş düşünmek, kalkıp yola düşmek, geçmişlerin izlerini görmek, yani şimdiye dek insanî, felsefî bir konu olan tarih konusuna özdeş bir yöntem kazandırmak gündeme gelmektedir. Dolayısıyla Kur’an’a bir bakış olarak- Kur’an, insanî bilimlere hepsinden daha çok dayanır. Deneysel bilimlerde, daha çok doğadaki maddi görüngülere dayanılır. İnsani bilimlerdeyse daha çok tarihe dayanılır. Kur’an’a içerik ve aynı şekilde sure adları açısından yüzeysel de olsa bakan herkes için, Kur’an’ın tarihe ne denli önem verdiği, insanı tarihe nasıl kavuşturduğu ve takipçilerini İbrahim’in öyküsüne, Âdem’in öyküsüne, Musa’nın öyküsüne ve İsa’nın öyküsüne tarihsel bir birlik, tarihsel bir bütünlük kazandırdığı tam olarak somutlaşır. Kur’an, yüzlerce ibareyle, onca çözüm ve yol yordam göstermeyle, günümüz kuşağını, kendi öğretisini, risaletini, bireyini, kitabını, düşünce açısından, inanç açısından, zaman açısından, din açısından önceki hareketlere, önceki peygamberlere, önceki ümmetlere bağlar. Buysa ne ölçüde hem tarihin değer ve önemine, hem de takipçilerinin dinî zihinsel eğitimlerinde, dinî bakımdan bilinçlenmelerinde tarihin rolüne önem verdiğini gösterir. Böylelikle bu genel bir olay durumuna gelmektedir.
Kur’an, bir açık tarihi göstermektedir[1]. İslam’da tarihin çeşitli boyutları üzerinde ortaya koyduğum tartışmalarda ilk dönem İslam’ının tarihsel sürekliliğe ve verasete olan şiddetli ilgisini açıklamıştım. Aynı şekilde, İslam Peygamberi’nin İslam kelimesini kendi risaletine özgü bir ad olarak görmediğini, Müslim ve İslam’ı tek bir din anlamına ve tarih boyunca hayatı ve hareketi olan ve her çağda değişik şeriatı bulunan, aynı şekilde değişik peygamberi ve kitabı bulunan bireye özgü bir din olarak algıladığını, kendisini İslam’ı getiren olarak görmediğini söylemiştik. İslam’ı getiren Âdem’di; insan oldukça İslam da olmuştur. Kültürlerin ve beşerî yetkinleşmenin çizgisi üzerinde İslam da yetkinleşmiş ve hatemiyetle sona ermiştir. Dolayısıyla o, geçmişte hep var olan dinin tamamlayıcısıdır. Peygamber, İslam’ı ve kendi risaletini İsa ve Musa’dan giderek İbrahim’e vardırırken İbrahim’den Nuh’a, ondan da Âdem’e götürmektedir. Bu ise açık tarihin anlamı olup tarih ilminde teknik bir terimdir, tıpkı açık dünya görüşü gibi[2].
Açık tarihte tarih, bugünden sonsuza dek giden bir geçmiştir. Bu sonsuz ise matematiksel bir sonsuz değil, bilimsel bir sonsuzdur. Yani sonu bizim için açık olmayan, belirlenebilir olmayan yer. Açık tarihte tarihin asla -den’i yoktur. Kapalı tarihi de bulunan kapalı dünya görüşündeyse tarihin başlangıcı bilinmektedir, belirgindir; herkes de bilmektedir, en küçük kuşkusu bulunan kimse yoktur, tarihin küçük ayrıntıları bile bilinmektedir. Bizim bu eskilerin kitaplarında, tarihçinin sahip olduğu tek tarihsel-zihinsel sıçrama Âdem’dir. Âdem, insanlığın başlangıcıdır, ama sahip olduğu en büyük düşünsel sıçraması yedi bin yıllıktır. Âdem, yedi bin yıl önce yeryüzüne inmiştir. Bu, aslında zihninin üretebildiği en büyük sayıdır. Aslında zihni bundan fazlasını üretemez. Kapalı dünya görüşünde değerlerin de büyüklüğü, küçüklüğü tam anlamıyla değişir; Küçük beyin, küçük değerleri büyük anlar, sayıları da büyük anlar[3]. Tarih, o denli kapalılaşmaktadır ki insanlığın başlangıcı yedi bin yıl önce olmuştur.
Sonra öyle bir biçim almaktadır ki bütün ayrıntıları açıktadır. Öyle ki, Hz. Âdem’in, Habil’e ağıt olarak söylediği şiiri bile Arapça olarak Nasihu’t Tevarih’te bulabilirsiniz. Şiir diliyle okunmuş, metni de ortada olan bir ağıt. Âdem ve Havva’nın nereye indiklerine ilişkin bütün ayrıntılar bilinmektedir; Havva’nın önce nereye girdiği, Âdem’in nereye indiği, sonra birbirlerini nasıl bulup tanıdıkları, neler konuştukları bütün ayrıntılarıyla apaçık ortadadır. Kapalı tarihin dünya görüşünde herşeyin bir başlangıcı vardır; yakın ve aydınlık bir başlangıcı. Bunlar kapalı tarihin özellikleridir. Oysa Kur’an’ın İslam’a başlangıç ya da insana başlangıç ya da tevhid hareketine başlangıç olarak tanıttığını hayal ettiğimiz her yerin arkasını göstermektedir Kur’an; İbrahim, nebilerin babası, tevhidin kurucusu ve gönderilen büyük peygamberlerin büyük atasıdır. Biz, İslam’ın tarihsel dünya görüşünün İbrahim’den başladığını hayal ederiz. Oysa hemeninde, İbrahim’den önce yine konuların tarih şeklinde -kıssa, efsane ve mitos biçiminde değil- İbrahim’den sonrasının ortaya konulduğuyla özdeş tarzda ortaya konulduklarını görüyoruz. Ondan öncesinde Âdem’e gider, insanlık türünün başlangıcı olarak. Bütün tarihi oraya götürür. Bir dönemin başlangıcı namına bir olay belirlemez. Bu, açık tarihtir. Kapalı tarih görecelidir de. Şöyle ki kapalı tarih, sadece kimi zaman Âdem’den başlamakla kalmaz; tersine kimi zaman tarih bilgimiz sınırlı durumdadır.
Çoğunlukla bizim tarih bilgimizin başlangıcı İslam’dır. İslam’dan öncesini artık hiç tanımıyoruz. Zihnimizde karanlık vardır. Öyleki ortaçağ Hıristiyanlığı da Mesih’in doğumunu Allah’ın yeryüzünde doğuşu olarak bilirdi. Dolayısıyla Hıristiyanlıktan önce dünyada düşünmeye ve tanımaya değecek bir şey bulunmamaktaydı. Mesih’ten önceki herşey, zihninde değersiz bir mutlak belirsizlikte dönüp durmaktaydı. Sonra, avam dünya görüşünün tarihsel açıdan daha da küçüldüğünü, tarihin daha da daraldığını görüyoruz. Öyleki bizim halk yığınlarımızın İslam tarihleri Peygamber döneminden de başlamaz, Aşura’dan başlar. Ondan öncesini kesinlikle kimse bilmez. Zihinde, çehrelerin, olayların ve maceraların onun için tam anlamıyla belirgin olmadığı genel öncüller biçimindeki şeyler dışında hiç bir şey yoktur kesinlikle. Bu yüzden hep küçülmekte; böylece öyle bir yere varmakta ki köylü avamın, tarihi aktarmak isteyince olaylara göre aktardığını görmekteyiz. Çünkü yılları tanımazlar, hangi yıl olduğunu söyleyemezler. Derler ki, “Bir batmanın bir lira olduğu yıl”
Bu onun için insanlık tarihinin başlangıcıdır. Bir batmanın bir lira olduğu yıl, ekmeğin bir batmanının ilk kez bir lira olduğu yıl demektir. Buradan insanlık tarihi başlar. Kabilelerin çoğunun kapalı tarihe sahip olduğunu görüyoruz. Kabile düzeninde bütün insanlık tarihi şu şekildedir; Dünyaya gelen ilk insanoğlu [Allah’ın yarattığı ilk insan] o kabilenin atasıdır. Bu kabileyse onun çocuklarıdır. Dolayısıyla bütün tarih, var olan bütün bireylerin büyük atalarının ilk insanoğlu olması şeklindedir. Tarih bu şekilde küçülür. Kapalı sistemlerde tarih de kapalıdır. Öyleyse iki tür tarih vardır; Açık tarih, kapalı tarih.
Tarih tanımlarına gelince; Tarihe ilişkin yapılan tanımların tümünü burada belirtmem olanaksız. Çünkü teknik bir konu olup ayrıca fazladır da. Tarih konusunun hangi ortamda gündemde olduğuna açıklık getirmek amacıyla sadece birkaç örnek vereceğim.[4]
Tarihin bir grup düşmanı vardır ki bunlar tarihi inkâr ederler ve tarih boştur, anlamsızdır ve ondan söz etmek ölünün ardından gıybet etmektir, derler. Şu anda okutulan, düzenlenip tebliğ edilen tarih de onun gibidir; doğrudur da. İnsanın vaktini telef etmesi ne kötü. Kahvehanelerde hikâyeler anlatmak, laf ebeliği yapmak ondan daha iyi. Tarih karşıtlarından olan Napoleon şöyle der; “Tarih birtakım yalanlar dizgesi olup öteki yalanlardan ayrılan yanı, bu yalanları herkesin kabul etmesidir. Öyleyse tarih, üzerinde müttefik olunan yalan demektir.”
Tam tersine Emerson’a “Tarih nedir?” diye sorduklarında o da cevap olarak sorar; “Ne tarih değil ki?” Emerson, tarihi öyle genişletir ki insanlık, zaman ve insan hayatı konusundan daha kapsamlı kılar ve aslında her varlık bir zaman sürecinde oluştuğuna ve varlık kazanıp şekillendiğine göre her varlık -cansızlar, bitkiler, hayvanlar ya da insanlar- tarihin çocuğu ve tarihin sonucudur, der. Dolayısıyla her nesne, yaşadıklarının konuşan dili olmaktan başka birşey değildir. Dolayısıyla da her varlık, kendi ömrünün tarih kitabıdır. Çünkü her varlık bir zaman sürecinde varlık bulmuş ve bugünkü yapısını ve kimliğini kazanmıştır. Öyleyse tarih, Emerson’un deyişiyle bütün görüngülerin yaratıcısından ibarettir. Bunun için de Emerson’un bu sözü Kronizm mezhebine yakındır. Tevhidî konu olan oturumda bu mezhepten söz etmiştim. Dilimizdeki ‘dehr’in karşılığı olan Kron [Khronos] Yunan’da, her şeyi yaratan bir tanrının adıdır. Aynı şekilde anlamı zamandır. Dehr’de kimilerinin sandıkları gibi doğa anlamına değil, zaman anlamına gelir. Dehriler doğacılar değildirler. Dehriler, zamanın asaletine ve ulûhiyetine inananlardır. Burada tarihin kron biçimini aldığını görüyoruz. Her bir nesne zamanda varlık bulduğu için her nesneyi zaman var etmektedir. Öyleyse zaman, her şeyin yaratanıdır. Şimdi de dilimizde vardır; Zaman her şeyi yok ediyor, zaman her şeyi değiştiriyor, zaman her şeyi yapıyor, öldürüyor, doğuruyor, deriz. Burada, tarihsel asaletin ortaya konulduğunu, zamanın, yani tarihin tanrılığının ve ulûhiyetinin belirtildiğini görüyoruz.
Burada, büyük bilginlerin, tarih adında apaçık bir gerçek karşısındaki sözlerinin ne denli birbirinden uzak olduğunu görüyoruz. Romain Rolland’ın başka bir kuramı vardır; O, bu iki kişi arasında üçüncü bir kuram açıklar ve şöyle der [bu tanım oldukça hassastır]; “Tarih, zaman boyunca geçmiş, olaylar ve olgular biçiminde şekilsiz ve hedefsiz olarak üst üste yığılmış öğeler dizgesinden ibarettir. İşte tarihçi, bir bilgin gibi değil, bir sanatçı gibi [tarihçi bilgin değildir, çünkü tarih bilim değildir] tarih dağında, kendisinin planını ürettiği binayı yapmak için taş yontmaya koyulur.” Dolayısıyla Romain Rolland, ne tarihi inkâr eder, ne de tarihin bilimsel bir gerçek olduğuna inanır. O, tarihin geçmişte üst üste yığılmış şekilsiz materyaller olduğunu söyler. Örneğin, içinde şekilsiz taşlar bulunan bir maden var ve adı da Büyük Fransa Devrimi. Ben, şu anda sizin için, bu kuşak için, dershane için, Fransız Devrimi konulu bir kitap yazmak istiyorum, diyelim. Solcu, sağcı, orta yolcu, dinci, din karşıtı, demokrat, muhafazakâr, devrimci ya da sahtekâr -her ne olursam olayım- olsam da bu olanaklıdır ve tarihçiliğin ustaca kazmasıyla, içinde Büyük Fransız Devrimi öğelerinin şekilsiz maden damarları gibi yığıldıkları dağa gidebilirim. Şu anki inancıma, şu anda taşıdığım hedef ve yapıya, Büyük Fransa Devrimi kitabını yazmada izlediğim çıkarım türüne, amaç ve felsefeye göre kafamda bu kitaba ilişkin bir plan ve inanç bulunmakta olup onun oluşturulması için, araç gereç toplayıp bu planın yapısına gerçeklik kazandırmak için Büyük Fransa Devrimi öğelerinden oluşan o maden damarlarında taşları yontarım. Yani, Büyük Fransa Devrimi’ne şekil veren benim, tarihçi ben. Nasıl bir şekil? Kendi istediğim bir şekil; tıpkı bir şair gibi. Kimdir şair? Bir fizikçiyle şair arasındaki ayırım şudur; Fizikçi, güneşin batışını sizin için olduğu gibi betimlemelidir. Yanılırsa fizikçi değildir. Şair ise bir sanatçıdır; güneşin batışını yaratan, guruba kendi istediği rengi, şekli, anlamı, ruhu ve hedefi kazandıran bir sanatçıdır. Bu yüzden bir şair, gurubu üzünçlü ve kaygılı bir gülüş olarak betimlerken, başka bir şair -ya da aynı şair- duygularına göre, taşıdığı amaç ve anlatıma göre aynı gurubu aynı şekil ve renk içerisinde derin bir filozofça gülüş, huzurlu bir mutluluk, oldukça büyük, güzel ve coşkulu bir bekleyiş ya da gelecek olarak gösterebilir. Her ikisi de olabilir.
Çünkü sanatçı, kendisi nasıl isterse öyle yaratır. Dış gerçekler, sanatçının duygularının kalıbında sanatçının duygularının şeklini alırlar. Bilgin ise kâşiftir, dış gerçeğin fotoğrafçısıdır; ona en küçük bir müdahalede bulunmaya bile hakkı yoktur onun. Bu yüzden, tarihin bilim olduğunu söyleyen biri, Büyük Fransa Devrimi’nin somut bir gerçeklik taşıdığını, somut bir şekil taşıdığını, somut bir ruh, anlam, olaylar ve devinimler dizgesi taşıdığını, kendisinin de somut olduğunu; özdeş olduğunu, bir manzara gibi olduğunu, tarihçinin gidip onu parça parça keşfetmesi gerektiğini, gerçek betimleme ve simanın aynısını kaydetmesi gerektiğini, bir yerde yanlış varsa yanıldığının anlaşılmış olacağını söylüyor demektir.
Romain Rolland ise tarihçinin sanatçı olduğunu söyler. Ona göre tarih, şekilsiz nesneler dizgesi olup sanatçı onu yaratır. Yoksulluk, karanlık, gece, sabah, yağmur, bulutun gülümseyişi, güneş, mum, kış, kar vs. nesneleri gibi dışsal olgular, dışsal gerçeklikler vardır, ama tüm nesneler, şairin gözetimi ve duyguları altında bambaşka bir şekil alırlar. Hangi şekli? Şairin dayattığı şekli. Dolayısıyla şair, sabahı, göğü ve bulutu bile üretir ve yaratır. Robbe Grillet’nin söyleyişiyle, bir şair ya da ressam attan söz ediyorsa, bu yeryüzünde bulunan at değildir. Bu, zihinde, duyguda ya da atın tümel türselliğinde bulunan attır. Dolayısıyla tarih, ne tarihçinin keşfetmesi gereken kesin bir gerçekliktir ve ne de tarihçinin, içinde birşey bulamadığı ve boş atıp dolu tuttuğu mutlak bir kofluktur. Bu durumda tarih, sanatçıların elinde, insanın hizmetine sunacakları ya da insanlara hıyanet amacıyla kullanacakları bir sermayedir.
Elbette şimdi de böyledir. Çünkü henüz tarih bilimi keşfedilmemiştir. Bu yüzden tarih, henüz sanat aşamasındadır ve herkes başka türlü oluşturur onu; Biri tarihi yeis ve kötülüğe doğru götürürken, bir başkası tarihi insanın bilinci, aydınlığı ve üstünlüğü yönüne sürükler. Daha önce “Hiçbir zaman gerçek ve insanlığın, dünyada bugünkü gibi yandaşı ve inananı bulunmamıştır” derken ortaya koyduğum konuda tarihi bu şekilde anlatmaktayım. “Hiçbir zaman insanlık, gerçek ve beşeriyet bugünkü kadar garip ve kimsesiz olmamıştır” diyen biri ise o türlü söylemektedir. Elbette onun tüm bunlardan amaçladığı kendi çaresizliğidir. Ya oldukça dar bir çerçevede düşünmekte ve bunu bütün zamanlara genelleştirmektedir ya da ölçütleri yanlış almış ve her zaman olduğu gibi mevcut güçleri, mevcut zamanın ve gerçeğin ölçütü olarak almıştır [ölçütleri karıştırmış olabilir]. Ne olursa olsun bugün herkesin bir başka açıklama getirdiğini görüyoruz. Çünkü henüz bilim olmamıştır. Eğer bilim durumuna gelirse artık herkesin bir başka türlü konuşması doğru olmaz. Bu yüzden İmirnof, sadece, tarihin sanat olduğunu söylemekle kalmıyor, şiir olduğunu da söylüyor. Tarih, tarihçinin söylediği şiirdir. Nasıl şair üzgü ya da mutluluk üstüne, kavuşma ya da ayrılık üstüne, iman ya da küfür üstüne gazel ya da kaside ya da mesnevi veya rubai söylerse, tarihçi de şiir gibi tarih söyler. Dolayısıyla tarih, tarihçinin duygularından başka bir şey değildir.
[1] Veraset konusunda söyledim, İbrahim'in kıssası konusunda söyledim, İbrahimi dinlerde tarih felsefesi üzerine burada bir konferans verdim. Bunlara ilişkin çeşitli boyutlarda ve çeşitli ortamlarda konuştum. Bunları artık tekrar etmeyeceğim. Bunların yayımlanacaklarını, burada daha yeni konuları ele alabilmemiz için bunları inceleyeceğinizi umuyorum.
[2] Açık dünya görüşü, sınırlı ve kapalı olmayan dünya görüşüdür. Bu yanda, "Kulzum" denizi, dünyanın sonudur. O tarafta Kafdağı vardır, diyen eski tarih kitaplarımızın dediklerinin tam tersi. Ondan sonra ne var, diye sorulduğunda aklı almayıp karanlık var diyordu. Öyleyse karanlık ne demek? Karanlık, karanlık demektir. Karanlık aslında nerededir? Benim bilmediğim, benim için karanlık olan, görmediğim, gözlerimin kararttığı aslında karanlık olmayan yer. Bu sınırlı bir şeydi. Ortaçağda aslında bütün dünya bir hamam biçimindeydi: Kubbemsi bir tavanı vardı, dört tane de duvarı vardı, hepsi bu! Ortasında da bunlar vardı. Şimdi de avamın gözünde ya da oldukça eski kafalarda dünya bir kümbet olup ufkun duvarları üzerine bir çadır gibi inmiş durumdadır. Bu, kapalı dünya görüşüdür. Gizi ve içi bilinmektedir, her şeyi bilinmektedir, her şeyi belirgindir. Ölçüleri belirgindir, resmi çekilebilir! Açık dünya görüşü, bireyin durduğu her noktada yine boyutların, mesafelerin, ufukların uzaklaşıp yaklaşmadıkları dünya görüşüdür. Açık dünya görüşünde birey, sonsuzu duyumsadığı için zihni ve duygusu asla varlık duvarına çarpmaz. Açık tarihte de böyledir. Kapalı tarihteyse tersi geçerlidir.
[3] Hastalanan bir adamı ziyarete gitmişler, sormuşlar, nasıl oldu, soğuk mu aldınız? Rahatsız mısınız? Gıda zehirlenmesi mi? Dedi, hayır. Dediler, öyleyse ne? Dedi, hiçbir şey, biz farkında değildik, evde sohbet ediyorduk; elhamdülillah, şu anda iki yüz seksen tümenimiz var, iki üç hafta bir güçlük çıkmazsa işimiz iş, diyorduk. Bizim haberimiz yoktu, biri bizi arkadan dinliyordu. Bizim dikkatsizce söylediğimiz sözleri hep duymuştu, bize "nazar" etti. Şimdi bunun için hasta oldum. İki yüz seksen tümen için! Onun aklı bundan fazlasını anlayamaz, bu sayının ölçüsünü değerlendiremez.
[4] Bugünkü dersim sonuca ulaşmıyor. Bu nedenle, tarihe ve tarih felsefesine açıklık getirmek için ardarda üç oturumda ders vermeliyim. Dördüncü oturumdaysa dinimizdeki tarih felsefesinden söz etmeliyim. Dolayısıyla bu oturumda tarihin kendisini inceliyorum. Sonraki oturumda çeşitli öğretilerde tarihi, tarihsel hareket etkeninin ne olduğu temeline [çeşitli ideolojilerde ve çeşitli toplumsal öğretilerde tarihin oturduğu temele] dayanarak, üçüncü oturumdaysa tarihi, tarih felsefesi ve çeşitli tarih ekolleri anlamında inceleyeceğim. Son oturumda da İslam’dan kaynaklanan, somut ve yetkin biçimini Şia felsefesinde bulan tarih felsefesini ele alacağım.