Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-10 [Bölüm 3]
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-10 [Bölüm 3]

Kur’an’ın, taşıdığı risalet ve hidayet açısından temel yönü, insanî risalet, aydınca sorumluluk ve insanlığın manevi önderliğidir; kişiyi, tarihi, toplumu ve hayatı ha­rekete geçirmektir; insana anlam kazandırmak ve bi­linçsiz insanlara sorumluluk bağışlamaktır. Bu, bir ideo­lojinin söyleyip vermek istediği hedeftir. Bu, insanî bi­limlere doğrudan bağlantı sağlamak isteyen bir risalet­tir; Kur’an da insanî bilimlere dayanır. Ama ne yazık ki insanî bilimler bizim dinî kültürümüzde henüz gündeme gelmediğinden, Kur’an’ın bu temel yönü meçhul kalmış­tır ve ne yazık ki insanî bilimlerde, özellikle tarih felsefe­si, toplumsal bilimler, toplumsal psikoloji ve iktisat vs. alanında çalışanlar, genellikle İslam kültüründen yok­sundurlar. Bugün, gördüğümüz gibi, adı sanı yitmiş ya da ünlü ama kıymetleri bilinmez kişiler dışında bu bilim­ler, öteki cephelerin, öteki hedeflerin tekelindedir. Kur’an’daki surelerin adlarına bakınız; İnsani bilimlere iliş­kin olanlardan yüzde ellisinin tarihe ilişkin olduğunu görüyoruz; Kıssalara yönelik olanlar, bireylere yönelik olanlar, peygamberlerin öyküleridir, zalimlerin öyküle­ridir, Ad, Semud, Ashab-ı Uhdud ve benzerlerinin öykü­leridir. Tüm bunlar tarihe ilişkin olup Kur’an, ya bir işa­ret biçiminde onlardan söz eder ve kimi zaman birçok kez yineler ya da ayrıntılı olarak onları açıklar. Aslında ki­mi zaman, bizim bunlardan tarihsel belge açısından sa­hip olduğumuz en fazla bilgi Kur’an’ın kendisidir.

 

Kur’an’da tarihe dayanış, sadece edim olarak değil, kuram olarak ve açıklıkla ortaya konulmuş ve hatta kimi zaman inkâr ve şaşırtıcılık içeren bir soruyla ifade edil­miştir; “Yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı?” [Yusuf Sûresi, 109] ya da “Yeryüzünde gezip dolaşın” [En’am Sûresi, 11] ve ‘‘Yeryüzünde dolaşmak” [Bakara Sûresi, 273]. Bunlar, hep tarihin ve tarihe yöneli­şin değerini yineleme isteyen çeşitli söyleyişlerdir. Bu tür ayetler, on beş ya da on altı tarzda Kur’an’da birçok kez çeşitli söyleyişlerle -soru şeklinde, emir şeklinde, ha­ber cümlesi şeklinde- yinelenmiştir; “Kendilerinden ön­cekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmek için yeryü­zünde hiç gezip dolaşmadılar mı?” ya da “Yalanlayanların sonu nice oldu görün” [Al-i İmran Suresi, 137]. Hem de tarih üzerinde zihinsel düşünmek değil, özdeş düşünmek, kalkıp yola düşmek, geçmişlerin izlerini görmek, yani şimdiye dek insanî, felsefî bir konu olan tarih konusuna özdeş bir yön­tem kazandırmak gündeme gelmektedir. Dolayısıyla ­Kur’an’a bir bakış olarak- Kur’an, insanî bilimlere hep­sinden daha çok dayanır. Deneysel bilimlerde, daha çok doğadaki maddi görüngülere dayanılır. İnsani bilimler­deyse daha çok tarihe dayanılır. Kur’an’a içerik ve aynı şekilde sure adları açısından yüzeysel de olsa bakan her­kes için, Kur’an’ın tarihe ne denli önem verdiği, insanı ta­rihe nasıl kavuşturduğu ve takipçilerini İbrahim’in öyküsüne, Âdem’in öyküsüne, Musa’nın öyküsüne ve İsa’nın öyküsüne tarihsel bir birlik, tarihsel bir bütün­lük kazandırdığı tam olarak somutlaşır. Kur’an, yüzlerce ibareyle, onca çözüm ve yol yordam göstermeyle, günü­müz kuşağını, kendi öğretisini, risaletini, bireyini, kita­bını, düşünce açısından, inanç açısından, zaman açısın­dan, din açısından önceki hareketlere, önceki peygam­berlere, önceki ümmetlere bağlar. Buysa ne ölçüde hem tarihin değer ve önemine, hem de takipçilerinin dinî zi­hinsel eğitimlerinde, dinî bakımdan bilinçlenmelerinde tarihin rolüne önem verdiğini gösterir. Böylelikle bu ge­nel bir olay durumuna gelmektedir.

 

Kur’an, bir açık tarihi göstermektedir[1]. İslam’da tarihin çeşitli boyutları üzerinde ortaya koyduğum tar­tışmalarda ilk dönem İslam’ının tarihsel sürekliliğe ve verasete olan şiddetli ilgisini açıklamıştım. Aynı şekilde, İslam Peygamberi’nin İslam kelimesini kendi risaletine özgü bir ad olarak görmediğini, Müslim ve İslam’ı tek bir din anlamına ve tarih boyunca hayatı ve hareketi olan ve her çağda değişik şeriatı bulunan, aynı şekilde değişik peygamberi ve kitabı bulunan bireye özgü bir din olarak algıladığını, kendisini İslam’ı getiren olarak görmediğini söylemiştik. İslam’ı getiren Âdem’di; insan oldukça İs­lam da olmuştur. Kültürlerin ve beşerî yetkinleşmenin çizgisi üzerinde İslam da yetkinleşmiş ve hatemiyetle so­na ermiştir. Dolayısıyla o, geçmişte hep var olan dinin ta­mamlayıcısıdır. Peygamber, İslam’ı ve kendi risaletini İsa ve Musa’dan giderek İbrahim’e vardırırken İbra­him’den Nuh’a, ondan da Âdem’e götürmektedir. Bu ise açık tarihin anlamı olup tarih ilminde teknik bir terim­dir, tıpkı açık dünya görüşü gibi[2].

 

Açık tarihte tarih, bugünden sonsuza dek giden bir geçmiştir. Bu sonsuz ise matematiksel bir sonsuz değil, bilimsel bir sonsuzdur. Yani sonu bizim için açık olma­yan, belirlenebilir olmayan yer. Açık tarihte tarihin as­la -den’i yoktur. Kapalı tarihi de bulunan kapalı dünya görüşündeyse tarihin başlangıcı bilinmektedir, belirgin­dir; herkes de bilmektedir, en küçük kuşkusu bulunan kimse yoktur, tarihin küçük ayrıntıları bile bilinmekte­dir. Bizim bu eskilerin kitaplarında, tarihçinin sahip ol­duğu tek tarihsel-zihinsel sıçrama Âdem’dir. Âdem, in­sanlığın başlangıcıdır, ama sahip olduğu en büyük dü­şünsel sıçraması yedi bin yıllıktır. Âdem, yedi bin yıl önce yeryüzüne inmiştir. Bu, aslında zihninin üretebildiği en büyük sayıdır. Aslında zihni bundan fazlasını üretemez. Kapalı dünya görüşünde değerlerin de büyüklüğü, kü­çüklüğü tam anlamıyla değişir; Küçük beyin, küçük de­ğerleri büyük anlar, sayıları da büyük anlar[3]. Tarih, o denli kapalılaşmaktadır ki insanlığın başlangıcı yedi bin yıl önce olmuştur.

 

Sonra öyle bir biçim almaktadır ki bütün ayrıntıları açıktadır. Öyle ki, Hz. Âdem’in, Habil’e ağıt olarak söyle­diği şiiri bile Arapça olarak Nasihu’t Tevarih’te bulabi­lirsiniz. Şiir diliyle okunmuş, metni de ortada olan bir ağıt. Âdem ve Havva’nın nereye indiklerine ilişkin bütün ayrıntılar bilinmektedir; Havva’nın önce nereye girdiği, Âdem’in nereye indiği, sonra birbirlerini nasıl bulup ta­nıdıkları, neler konuştukları bütün ayrıntılarıyla apaçık ortadadır. Kapalı tarihin dünya görüşünde herşeyin bir başlangıcı vardır; yakın ve aydınlık bir başlangıcı. Bun­lar kapalı tarihin özellikleridir. Oysa Kur’an’ın İslam’a başlangıç ya da insana başlangıç ya da tevhid hareketine başlangıç olarak tanıttığını hayal ettiğimiz her yerin ar­kasını göstermektedir Kur’an; İbrahim, nebilerin babası, tevhidin kurucusu ve gönderilen büyük peygamberlerin büyük atasıdır. Biz, İslam’ın tarihsel dünya görüşünün İbrahim’den başladığını hayal ederiz. Oysa hemeninde, İbrahim’den önce yine konuların tarih şeklinde -kıssa, efsane ve mitos biçiminde değil- İbrahim’den sonrasının ortaya konulduğuyla özdeş tarzda ortaya konulduklarını görüyoruz. Ondan öncesinde Âdem’e gider, insanlık türünün başlangıcı olarak. Bütün tarihi oraya götürür. Bir dönemin başlangıcı namına bir olay belirlemez. Bu, açık tarihtir. Kapalı tarih görecelidir de. Şöyle ki ka­palı tarih, sadece kimi zaman Âdem’den başlamakla kal­maz; tersine kimi zaman tarih bilgimiz sınırlı durumda­dır.

 

Çoğunlukla bizim tarih bilgimizin başlangıcı İs­lam’dır. İslam’dan öncesini artık hiç tanımıyoruz. Zihni­mizde karanlık vardır. Öyleki ortaçağ Hıristiyanlığı da Mesih’in doğumunu Allah’ın yeryüzünde doğuşu olarak bilirdi. Dolayısıyla Hıristiyanlıktan önce dünyada dü­şünmeye ve tanımaya değecek bir şey bulunmamaktay­dı. Mesih’ten önceki herşey, zihninde değersiz bir mutlak belirsizlikte dönüp durmaktaydı. Sonra, avam dünya gö­rüşünün tarihsel açıdan daha da küçüldüğünü, tarihin daha da daraldığını görüyoruz. Öyleki bizim halk yığın­larımızın İslam tarihleri Peygamber döneminden de baş­lamaz, Aşura’dan başlar. Ondan öncesini kesinlikle kim­se bilmez. Zihinde, çehrelerin, olayların ve maceraların onun için tam anlamıyla belirgin olmadığı genel öncüller biçimindeki şeyler dışında hiç bir şey yoktur kesinlikle. Bu yüzden hep küçülmekte; böylece öyle bir yere varmakta ki köylü avamın, tarihi aktarmak isteyin­ce olaylara göre aktardığını görmekteyiz. Çünkü yılları tanımazlar, hangi yıl olduğunu söyleyemezler. Derler ki, “Bir batmanın bir lira olduğu yıl”

 

Bu onun için insanlık tarihinin başlangıcıdır. Bir batmanın bir lira olduğu yıl, ekmeğin bir batmanının ilk kez bir lira olduğu yıl demektir. Buradan insanlık tarihi başlar. Kabilelerin çoğunun kapalı tarihe sahip olduğu­nu görüyoruz. Kabile düzeninde bütün insanlık tarihi şu şekildedir; Dünyaya gelen ilk insanoğlu [Allah’ın yarat­tığı ilk insan] o kabilenin atasıdır. Bu kabileyse onun ço­cuklarıdır. Dolayısıyla bütün tarih, var olan bütün birey­lerin büyük atalarının ilk insanoğlu olması şeklindedir. Tarih bu şekilde küçülür. Kapalı sistemlerde tarih de ka­palıdır. Öyleyse iki tür tarih vardır; Açık tarih, kapalı tarih.

 

Tarih tanımlarına gelince; Tarihe ilişkin yapılan ta­nımların tümünü burada belirtmem olanaksız. Çünkü teknik bir konu olup ayrıca fazladır da. Tarih konusunun hangi ortamda gündemde olduğuna açıklık getirmek amacıyla sadece birkaç örnek vereceğim.[4]

 

Tarihin bir grup düşmanı vardır ki bunlar tarihi in­kâr ederler ve tarih boştur, anlamsızdır ve ondan söz et­mek ölünün ardından gıybet etmektir, derler. Şu anda okutulan, düzenlenip tebliğ edilen tarih de onun gibidir; doğrudur da. İnsanın vaktini telef etmesi ne kötü. Kah­vehanelerde hikâyeler anlatmak, laf ebeliği yapmak on­dan daha iyi. Tarih karşıtlarından olan Napoleon şöyle der; “Tarih birtakım yalanlar dizgesi olup öteki yalanlar­dan ayrılan yanı, bu yalanları herkesin kabul etmesidir. Öyleyse tarih, üzerinde müttefik olunan yalan demek­tir.”

 

Tam tersine Emerson’a “Tarih nedir?” diye sorduklarında o da cevap olarak sorar; “Ne tarih değil ki?” Emer­son, tarihi öyle genişletir ki insanlık, zaman ve insan ha­yatı konusundan daha kapsamlı kılar ve aslında her var­lık bir zaman sürecinde oluştuğuna ve varlık kazanıp şe­killendiğine göre her varlık -cansızlar, bitkiler, hayvan­lar ya da insanlar- tarihin çocuğu ve tarihin sonucudur, der. Dolayısıyla her nesne, yaşadıklarının konuşan dili olmaktan başka birşey değildir. Dolayısıyla da her var­lık, kendi ömrünün tarih kitabıdır. Çünkü her varlık bir zaman sürecinde varlık bulmuş ve bugünkü yapısını ve kimliğini kazanmıştır. Öyleyse tarih, Emerson’un deyi­şiyle bütün görüngülerin yaratıcısından ibarettir. Bu­nun için de Emerson’un bu sözü Kronizm mezhebine yakındır. Tevhidî konu olan oturumda bu mezhepten söz etmiştim. Dilimizdeki ‘dehr’in karşılığı olan Kron [Khronos] Yunan’da, her şeyi yaratan bir tanrının adı­dır. Aynı şekilde anlamı zamandır. Dehr’de kimilerinin sandıkları gibi doğa anlamına değil, zaman anlamına ge­lir. Dehriler doğacılar değildirler. Dehriler, zamanın asaletine ve ulûhiyetine inananlardır. Burada tarihin kron biçimini aldığını görüyoruz. Her bir nesne za­manda varlık bulduğu için her nesneyi zaman var etmek­tedir. Öyleyse zaman, her şeyin yaratanıdır. Şimdi de dilimizde vardır; Zaman her şeyi yok ediyor, zaman her şe­yi değiştiriyor, zaman her şeyi yapıyor, öldürüyor, doğu­ruyor, deriz. Burada, tarihsel asaletin ortaya konuldu­ğunu, zamanın, yani tarihin tanrılığının ve ulûhiyetinin belirtildiğini görüyoruz.

 

Burada, büyük bilginlerin, tarih adında apaçık bir gerçek karşısındaki sözlerinin ne denli birbirinden uzak olduğunu görüyoruz. Romain Rolland’ın başka bir kura­mı vardır; O, bu iki kişi arasında üçüncü bir kuram açıklar ve şöyle der [bu tanım oldukça hassastır]; “Tarih, za­man boyunca geçmiş, olaylar ve olgular biçiminde şekil­siz ve hedefsiz olarak üst üste yığılmış öğeler dizgesinden ibarettir. İşte tarihçi, bir bilgin gibi değil, bir sanatçı gibi [tarihçi bilgin değildir, çünkü tarih bilim değildir] tarih dağında, kendisinin planını ürettiği binayı yapmak için taş yontmaya koyulur.” Dolayısıyla Romain Rolland, ne tarihi inkâr eder, ne de tarihin bilimsel bir gerçek oldu­ğuna inanır. O, tarihin geçmişte üst üste yığılmış şekilsiz materyaller olduğunu söyler. Örneğin, içinde şekilsiz taşlar bulunan bir maden var ve adı da Büyük Fransa Devrimi. Ben, şu anda sizin için, bu kuşak için, dershane için, Fransız Devrimi konulu bir kitap yazmak istiyo­rum, diyelim. Solcu, sağcı, orta yolcu, dinci, din karşıtı, demokrat, muhafazakâr, devrimci ya da sahtekâr -her ne olursam olayım- olsam da bu olanaklıdır ve tarihçili­ğin ustaca kazmasıyla, içinde Büyük Fransız Devrimi öğelerinin şekilsiz maden damarları gibi yığıldıkları da­ğa gidebilirim. Şu anki inancıma, şu anda taşıdığım he­def ve yapıya, Büyük Fransa Devrimi kitabını yazmada izlediğim çıkarım türüne, amaç ve felsefeye göre kafam­da bu kitaba ilişkin bir plan ve inanç bulunmakta olup onun oluşturulması için, araç gereç toplayıp bu planın yapısına gerçeklik kazandırmak için Büyük Fransa Dev­rimi öğelerinden oluşan o maden damarlarında taşları yontarım. Yani, Büyük Fransa Devrimi’ne şekil veren be­nim, tarihçi ben. Nasıl bir şekil? Kendi istediğim bir şe­kil; tıpkı bir şair gibi. Kimdir şair? Bir fizikçiyle şair ara­sındaki ayırım şudur; Fizikçi, güneşin batışını sizin için olduğu gibi betimlemelidir. Yanılırsa fizikçi değildir. Şa­ir ise bir sanatçıdır; güneşin batışını yaratan, guruba kendi istediği rengi, şekli, anlamı, ruhu ve hedefi kazandıran bir sanatçıdır. Bu yüzden bir şair, gurubu üzünçlü ve kaygılı bir gülüş olarak betimlerken, başka bir şair -ya da aynı şair- duygularına göre, taşıdığı amaç ve anla­tıma göre aynı gurubu aynı şekil ve renk içerisinde derin bir filozofça gülüş, huzurlu bir mutluluk, oldukça büyük, güzel ve coşkulu bir bekleyiş ya da gelecek olarak göste­rebilir. Her ikisi de olabilir.

 

Çünkü sanatçı, kendisi nasıl isterse öyle yaratır. Dış gerçekler, sanatçının duygularının kalıbında sanatçının duygularının şeklini alırlar. Bilgin ise kâşiftir, dış gerçe­ğin fotoğrafçısıdır; ona en küçük bir müdahalede bulun­maya bile hakkı yoktur onun. Bu yüzden, tarihin bilim olduğunu söyleyen biri, Büyük Fransa Devrimi’nin so­mut bir gerçeklik taşıdığını, somut bir şekil taşıdığını, so­mut bir ruh, anlam, olaylar ve devinimler dizgesi taşıdı­ğını, kendisinin de somut olduğunu; özdeş olduğunu, bir manzara gibi olduğunu, tarihçinin gidip onu parça parça keşfetmesi gerektiğini, gerçek betimleme ve simanın ay­nısını kaydetmesi gerektiğini, bir yerde yanlış varsa ya­nıldığının anlaşılmış olacağını söylüyor demektir.

 

Romain Rolland ise tarihçinin sanatçı olduğunu söy­ler. Ona göre tarih, şekilsiz nesneler dizgesi olup sanatçı onu yaratır. Yoksulluk, karanlık, gece, sabah, yağmur, bu­lutun gülümseyişi, güneş, mum, kış, kar vs. nesneleri gi­bi dışsal olgular, dışsal gerçeklikler vardır, ama tüm nes­neler, şairin gözetimi ve duyguları altında bambaşka bir şekil alırlar. Hangi şekli? Şairin dayattığı şekli. Dolayı­sıyla şair, sabahı, göğü ve bulutu bile üretir ve yaratır. Robbe Grillet’nin söyleyişiyle, bir şair ya da ressam attan söz ediyorsa, bu yeryüzünde bulunan at değildir. Bu, zihinde, duyguda ya da atın tümel türselliğinde bulunan attır. Dolayısıyla tarih, ne tarihçinin keşfetmesi gereken kesin bir gerçekliktir ve ne de tarihçinin, içinde birşey bulamadığı ve boş atıp dolu tuttuğu mutlak bir kofluk­tur. Bu durumda tarih, sanatçıların elinde, insanın hiz­metine sunacakları ya da insanlara hıyanet amacıyla kullanacakları bir sermayedir.

 

Elbette şimdi de böyledir. Çünkü henüz tarih bilimi keşfedilmemiştir. Bu yüzden tarih, henüz sanat aşama­sındadır ve herkes başka türlü oluşturur onu; Biri tarihi yeis ve kötülüğe doğru götürürken, bir başkası tarihi in­sanın bilinci, aydınlığı ve üstünlüğü yönüne sürükler. Daha önce “Hiçbir zaman gerçek ve insanlığın, dünyada bugünkü gibi yandaşı ve inananı bulunmamıştır” der­ken ortaya koyduğum konuda tarihi bu şekilde anlat­maktayım. “Hiçbir zaman insanlık, gerçek ve beşeriyet bugünkü kadar garip ve kimsesiz olmamıştır” diyen biri ise o türlü söylemektedir. Elbette onun tüm bunlardan amaçladığı kendi çaresizliğidir. Ya oldukça dar bir çerçevede düşünmekte ve bunu bütün zamanlara genelleştir­mektedir ya da ölçütleri yanlış almış ve her zaman oldu­ğu gibi mevcut güçleri, mevcut zamanın ve gerçeğin ölçütü olarak almıştır [ölçütleri karıştırmış olabilir]. Ne olur­sa olsun bugün herkesin bir başka açıklama getirdiğini görüyoruz. Çünkü henüz bilim olmamıştır. Eğer bilim durumuna gelirse artık herkesin bir başka türlü konuş­ması doğru olmaz. Bu yüzden İmirnof, sadece, tarihin sa­nat olduğunu söylemekle kalmıyor, şiir olduğunu da söy­lüyor. Tarih, tarihçinin söylediği şiirdir. Nasıl şair üzgü ya da mutluluk üstüne, kavuşma ya da ayrılık üstüne, iman ya da küfür üstüne gazel ya da kaside ya da mesne­vi veya rubai söylerse, tarihçi de şiir gibi tarih söyler. Do­layısıyla tarih, tarihçinin duygularından başka bir şey değildir.



[1] Veraset konusunda söyledim, İbrahim'in kıssası konusunda söyledim, İbrahimi dinlerde tarih felsefesi üzerine burada bir konferans verdim. Bunlara ilişkin çeşitli boyutlarda ve çeşitli ortamlarda konuştum. Bunları artık tekrar etmeyeceğim. Bunların yayımlanacaklarını, burada daha yeni konuları ele alabilmemiz için bunları inceleyeceğinizi umuyorum.

[2] Açık dünya görüşü, sınırlı ve kapalı olmayan dünya görüşüdür. Bu yanda, "Kulzum" denizi, dünyanın sonudur. O tarafta Kafdağı vardır, diyen eski tarih kitaplarımızın dediklerinin tam tersi. Ondan sonra ne var, diye sorulduğunda aklı almayıp ka­ranlık var diyordu. Öyleyse karanlık ne demek? Karanlık, ka­ranlık demektir. Karanlık aslında nerededir? Benim bilmedi­ğim, benim için karanlık olan, görmediğim, gözlerimin karart­tığı aslında karanlık olmayan yer. Bu sınırlı bir şeydi. Ortaçağ­da aslında bütün dünya bir hamam biçimindeydi: Kubbemsi bir tavanı vardı, dört tane de duvarı vardı, hepsi bu! Ortasında da bunlar vardı. Şimdi de avamın gözünde ya da oldukça eski kafalarda dünya bir kümbet olup ufkun duvarları üzerine bir çadır gibi inmiş durumdadır. Bu, kapalı dünya görüşüdür. Gizi ve içi bilinmektedir, her şeyi bilinmektedir, her şeyi belirgin­dir. Ölçüleri belirgindir, resmi çekilebilir! Açık dünya görüşü, bireyin durduğu her noktada yine boyutların, mesafelerin, ufukların uzaklaşıp yaklaşmadıkları dünya görüşüdür. Açık dünya görüşünde birey, sonsuzu duyumsadığı için zihni ve duygusu asla varlık duvarına çarpmaz. Açık tarihte de böyle­dir. Kapalı tarihteyse tersi geçerlidir.

[3] Hastalanan bir adamı ziyarete gitmişler, sormuşlar, nasıl ol­du, soğuk mu aldınız? Rahatsız mısınız? Gıda zehirlenmesi mi? Dedi, hayır. Dediler, öyleyse ne? Dedi, hiçbir şey, biz far­kında değildik, evde sohbet ediyorduk; elhamdülillah, şu anda iki yüz seksen tümenimiz var, iki üç hafta bir güçlük çıkmazsa işimiz iş, diyorduk. Bizim haberimiz yoktu, biri bizi arkadan dinliyordu. Bizim dikkatsizce söylediğimiz sözleri hep duy­muştu, bize "nazar" etti. Şimdi bunun için hasta oldum. İki yüz seksen tümen için! Onun aklı bundan fazlasını anlayamaz, bu sayının ölçüsünü değerlendiremez.

[4] Bugünkü dersim sonuca ulaşmıyor. Bu nedenle, tarihe ve tarih felsefesine açıklık getirmek için ardarda üç oturumda ders vermeliyim. Dördüncü oturumdaysa dinimizdeki tarih felse­fesinden söz etmeliyim. Dolayısıyla bu oturumda tarihin ken­disini inceliyorum. Sonraki oturumda çeşitli öğretilerde tari­hi, tarihsel hareket etkeninin ne olduğu temeline [çeşitli ideo­lojilerde ve çeşitli toplumsal öğretilerde tarihin oturduğu te­mele] dayanarak, üçüncü oturumdaysa tarihi, tarih felsefesi ve çeşitli tarih ekolleri anlamında inceleyeceğim. Son oturum­da da İslam’dan kaynaklanan, somut ve yetkin biçimini Şia felsefesinde bulan tarih felsefesini ele alacağım.