Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-10 [Bölüm 4]
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-10 [Bölüm 4]

Çeşitli tarih tanımlarını esas temellerine göre sınıf­landıracağım [hepsini sıralamayacağım; ilgili kitaplar­da bunlar yazılıdır]; Tarih kitaplarında, tarih felsefesi kitaplarında -bunların sayıları oldukça fazladır, bugün Farsça’da da epeyce yayımlandı- olayları temel alan bir tanım türüne rastlıyoruz. Tarihe ilişkin ikinci tür tanım ve çıkarımlarsa toplumu temel alanlardır. Aynı şekilde soyu temel alan, kültürü temel alan tanımlar da vardır.

 

Olayları temel alan tarih, şu anda bize aktarıp dur­dukları, bizim için yazdıkları ve bizim de okuduğumuz [şu anda mevcut olan] tarihtir. Geçmiş olayları, nasıl ol­muşlarsa, nasıl sona ermişlerse, nasıl işbaşına gelmişler, nasıl işbaşından uzaklaşmışlarsa, nasıl hasta olmuş­lar, nasıl yataktan kalkmışlarsa öyle olduğu gibi anla­tır. Bu, olayların tanımlarına dayalı tarihtir. Öyleyse bu tanımda tarih, bir kavimde ya da insan türünde [ulusal tarih ve insanlık tarihi] geçmişte ortaya çıkan olay ve oluşların anlatılışından, sisteme sokuluşundan ve açık­lanışından ibarettir.

 

Son olarak toplumbilimciler, tarih felsefesini yir­minci yüzyılda bir yana bırakmışlardır. Bugün yirminci yüzyıl, toplumbilimin hem tarih felsefesine ve hem ruhbilime mutlak egemen olduğu çağdır ve toplumbilim artık bütün insanî bilimler, hatta tarih felsefesi üzerinde yetki sağlamaktadır ve tarih felsefesini bütünüyle olum­suzlamaktadır.

 

Toplumbilimin temel olması, sosyoloji değil sosyolo­jizm, yani toplumun varlığının temel ve her şeyden önce­likli oluşuna dayanan ve tarihin, zaman sürecinde top­lumların değişimlerinin, evrimlerinin, doğumlarının, yaşayışlarının ve ölümlerinin öyküsünden ibaret oldu­ğuna inanan öğreti demektir. Öyleyse tarih, zaman içerisinde devingen toplumdan ibarettir. Bu, toplumcuların yaptıkları tanımdır.

 

Bir başka tanımsa soya dayalı olandır; Tarih, zaman süreci içerisinde insan soylarının olgunluk kazanmala­rından, evrimlerinden, çatışmalarından ve hayat kavga­larından, tarihi oluşturan soyların çatışmalarında en güzel ve en uygun beka temelinin gerçekleşmesinden ibarettir. Bu sözler faşistlere aittir. Şu anlamda ki Dar­win’in, yaşayan varlık türleri, yaşamak için birbirleriyle sürekli savaş içindedirler. Yaşamak için yapılan bu süre­ğen savaşta, güçsüz ve kalmaya layık olmayanlar orta­dan yok olurlar, güçsüzleşirler ve kalmak için daha güç­lü, daha lâyık olan ve kendilerini çevreye uyduran güçlü­lere yem olurlar[1], dediği gibi insanlık tarihi de sosyal değerler savaşından, soysal yeterlikler savaşından, soy­ların kalmak için yaptıkları savaştan başka birşey değil­dir. Bu yüzden tarihin kendisi, üstün soyun görünüm ka­zandığı yerdir. Böylelikle, tarihi oluşturan soyların ça­tışması sürecinde doğal seçim, lâyık ve güçlü soyu göster­miş, onun özdeş ve eylemsel gerçekleşmesini sağlamış­tır. Bu durumda tarih, üstün soyun olgunlaşıp yayılma­sından, sürekli ve süreğen egemenliğinden, güçlenişin­den ve evriminden, buna karşılık ortadan yitmekte olan Kızılderililer gibi yok olmaları gereken ya da Cermen so­yunun egemenliği altında olması gereken Asyalıların ve kesinlikle yok olması gereken Sami soyunun durumuna benzer olarak, üstün soyun egemenliği altına girmeleri gereken aşağı soyların olumsuzlanmasından, güçsüzleş­mesinden, dışlanmasından ve yok olmasından ibarettir. Bu da beylerin buyurdukları süslü yalanlardan biridir. Dolayısıyla rasizm, faşizm ve çeşitli faşist öğretilerin tümü, tarih felsefesini ırkçılık temeli üzerine kurmakta­dırlar.

 

Son olarak tarihte culturalism adında yeni bir ekol ortaya çıkmıştır. Buna göre, aslında tarihi oluşturan ne toplumdur, ne soydur, ne de olaylardır. Tarih, kültürle­rin ve uygarlıkların oluşum serüveninden ibarettir. Bu bölümün bilginlerinden çoğu Amerikalıdırlar ve bu tez Amerikan toplumbilimci ve tarihçilerin tezi olup bu ko­nuya fazlaca dayanırlar. Bu nedenle de Will Durant’ın büyük bir çalışması olup şu anda dünyada gerçekleş­mekte olan uygarlık tarihinin Amerika kaynaklı oldu­ğunu görüyoruz. Nedeni de elbette bilinmektedir. Esas olarak, çeşitli kültürler, uygarlıklar ve soylar üzerinde çalışma yapmak, dünya çapında bütçeyi, gücü, etkenliği ve olanakları gerektirmektedir ve bu olanakların tümü kesinlikle onların bilginlerinin ellerindedir çünkü. Bu yüzden kültüralizm, bugün son tarihsel ekol ve görüşte son tanım olarak ortaya konulmuştur.

 

Tarih felsefesi olarak söz konusu edilebilir olan son tanım Toynbee’nin tezidir. Bu tanım şudur; Tarih, içinde, yaratıcı Tanrı’nın düşüncesinde geçtiği şekilde insanın yaratılışının son planının gerçekleştiği ‘kap’tan ibarettir. [Bu cümle oldukça çok değer taşımaktadır.] Dolayı­sıyla tarih, dünyanın ve insanın yaratılışının ilahi erek­sel planının uygulama sorumlusudur. Ne demek bu? Ya­ni Allah’ın, dünyayı yaratırken bir hedefi mi vardı? Evet. Allah, dünyayı yaratmaya başladığında dünyanın son şeklini de ona verdi mi? Asla. Kerteli olarak yarattı ve dünya kerteli olarak yetkinleşmektedir. Yaratılış hala evrim içerisindedir. İnsan, bir yaratıcının yaratığı ola­rak boş bir görüngü müdür? Hayır. İnsanı yaratırken Al­lah’ın zihninde bir hedefi vardı[2]. İnsan, Allah’ın yaratı­ğı olarak saçma değildir ve Allah’ın yaratığı olarak yara­tılışından bu yana hedefli olmuştur ve olmayı sürdür­mektedir. Allah, insan adında bir varlığı yaratırken ona, amaçlanan en yetkin şeklini vermiş midir? Hayır. Ona il­kel göçebe şeklini vermiştir. İdeal insanın son şekli he­nüz gerçekleşmemiştir. Öyleyse dünyanın ve insanın ya­ratılışında Allah’ın zihninde iki şey vardı; Biri, dünya ve insanın son şekil ve planı, ötekisi de dünya ve insanın ya­ratılışına ilişkin son ya da ereksel hedef. Dünya ne henüz son şeklini almış, ne de yaratılış hedefine ulaşmıştır. İn­san da ne son şeklini taşımaktadır, ne de Allah’ın, yaratı­lışında amaçladığı yaratılış felsefesi ve hedefine göre eği­tilmiş ve gerçekleşmiştir. Dünyayı varlığının son şeklin­de, insanı da yaratılışının [varlığının] son şeklinde ve varlık felsefesindeki ideal aşamada kim gerçekleştirme­lidir? Tarih. Öyleyse tarih, varlığın ve dünyanın yaratılış planına ilişkin Allah’ın zihninde bulunan hedeflerin ve son şeklin gerçekleştirilmesinden sorumludur. Bu yüz­den tarihin yükümlülüğü, yaratılışa ilişkin ilahi planın gerçekleştirilmesi yükümlülüğüdür. Bu, tarihin büyük filozofu olup henüz hayatta bulunan [1975’te ölmüştür-Çev.] çağdaş Toynbee’nin yaptığı tanımdır.

 

Egzistansiyalistlerin fazlaca eğilimli oldukları en büyük tanım -bunun üzerinde sonraki derslerde çokça duracağım ve şimdi sadece iki türünü belirteceğim- şudur; Tarih, ne olaylar bilimidir, ne toplumların değişim bili­midir [bu, toplumun tarihidir, tarih değil] ne kültürleri temel alan bilimdir [bu, kültürler tarihidir; tarih başka bir şeydir] ve ne de insan ırklarının hayatta kalma çatış­malarının bilimidir [ki bu, vahşilikler tarihidir, insan ta­rihi değil]. Öyleyse tarih nedir? Tarih, tek kelimeyle in­sanın oluş bilimidir. Tarih, insanın oluş bilimidir. İn­sanın, şu anda olduğu şekliyle nasıl ve hangi etkenlerin, koşulların, aşamaların ve nedenlerin etkisiyle böyle ol­duğunu anlayabilmemiz için özel bir bilime gereksin­memiz vardır. İnsan türünün ilk aşamalarından başla­yıp şu ana kadar onun oluşu, tarih biliminin konusu­dur. Bu yüzden tarihin, özdeş ve çözümlemeli antropolo­jiye ve insan türünün zamanda varlık kazanışının ince­lenmesine -kesin olarak- yol açtığını görüyoruz. Öyleyse şu anda bizim karşımızda bulunan, bizde bulunan ve bi­zim olduğumuz insan, zaman sürecinde çeşitli aşamalar, nedenler ve koşullar altında varlık böyle varlık kazan­mış, kimlik ve nitelik bulmuştur. Bu aşamaları izleyen ve insanın oluşunu irdeleyip çözümleyen bilimin adı ta­rihtir. Öyleyse tarih, insanın tanınışıdır. Historizm, yani tarihi temel alış kendine özgü bir öğretidir. Egzistansi­yalistler, historisttirler, yani tarih peresttirler ve tarihin esas oluşuna temel etken, temel belirleyici ve tam etken olarak bakarlar. Toynbee historisttir, yani tarihin esas olduğuna inanır. Hegel historisttir ve tarihin esas oldu­ğuna inanır. Aslında Hegel şöyle der; “Tanrı, tarihte ilahi bilincine erer.” [Öyleyse niçin onun adını Tanrı, bunun adını da tarih koyuyorsun? De ki; “Tarih Tanrıdır.”] O hatta tarihe gereksinimi olanın Tanrı olduğunu söyler. O zaman tüm bunlar ne için? Cermen ırkının Tanrı’nın te­cellisinin en yüce örneği, Tanrı’nın tecellisinin mazharı olarak tarih kalesinde yeşermesi bundandır ve Cermen ırkının tecellisinin mazharı, yaratılışın en üstün örneği olarak önder hazretleridir, devlettir. Kimi dehalar işte böyle harcanıyor![3].

 

Historizm, tek kelimeyle şu anlamdadır [bu cümle historizmin anlamını bir kitaptan daha çok aydınlatan en iyi cümledir]; ‘Ben’[4], sıkıştırılmış tarihtir. Tıpkı Marx’ın eşyaya ilişkin tanımlamasında olduğu gibi. Marx der ki eşya [bu bardak bir eşyadır, bu tepsi bir eşya­dır, bu hoporlör, bu mikrofon bir eşyadır, teknik bir eşya­dır; eşyanın tanımında iktisatçılar görüş ayrılığına düş­müşlerdir] sıkıştırılmış ve dondurulmuş iştir. ‘Ben’ se­nin bireysel insanî kişiliğin, kimliğin ve ne’liğin demektir ki bunu duyumsadığında kendini yeniden tanımış olursun. O ‘ben’ nedir? Bir birey ve kişilik şeklinde özdeş olarak tecelli etmiş bulunan sıkıştırılmış tarihten başka birşey değildir. Bu yüzden her birey, kendi tarihinin ki­tabıdır. Bir bireyin tarihi, onun hayatı değildir, biyogra­fisi değildir, ömrü değildir. Her bireyin ömrü, otuz yılda, kırk yılda, elli yılda oluşmaz. Öyleyse ömür nedir? Ömür, tarihe verilmiş süre ve mühlettir. Böylece birkaç bin yıl­lık tarih, bir kişiye girebilir ve kendisini bir insan kişiliği şeklinde ona bağışlayabilir. Öyleyse benim ömrüm, bana varlık kazandıran yıllar değildir. Bütün tarih, bende yer almakta ve kendisinin bütün özelliklerini boyamak, şe­killendirmek ve planlamak için çalışmaktadır. Mühlet istemektedir. Ne kadar? Her bireyin ömrü kadar. Öyley­se her birey, kendi tarihi sürecinde oluşmuştur ve her bi­reyin, herkesin tarihi ölçüsünde gerçek ömrü vardır.

 

Tarihin belirleyiciliği ve insanın özgürlüğüne gelin­ce; Historizm, kendi kendine tarihin belirleyiciliğine ne­den olur. Yani ben, bilinçli insanî irade olarak hiçbir tür­lü seçim gücüm yoktur, sorumluluğum yoktur, özgürlü­ğüm yoktur. Ben, tarihin ürettiği, tarihin gerektirdiği bir şeyim. Öyleyse historizm'de ve tarihin belirleyiciliği öğretisinde tarih, Cebriyundaki ilahi meşiyyet şekline ya da maddiyundaki ‘tabiî cebir’e dönüşür; İnsan oyun­caktır. Öyleyse benim, özelliklerime hiçbir müdahalem yoktur, olamaz. Tarih tarafından yaratıldığım, tarih ise benim iradem doğrultusunda değil, cebri yasalar doğrul­tusunda hareket ettiği için, bu durumda benim iradem, tarihin iradesince yaratılmıştır. Öyleyse insan bir hiçtir.

 

Fakat burada başka bir konudan söz etmektedir; İn­san iradesi, mutlak özgürlüktür. İnsan, o derece özgür­dür ki kendi ne’liğini oluşturabilir, yazgısını belirleyebi­lir ve çevrenin, toplumun ve doğanın belirleyiciliğinin tersine, kendisi, istediği gibi oluşturabilir kendisini. Bu yüzden, insan insanca, çevrece yaratılmamıştır. Hayvan ve bitkidir çevrece yaratılan. İnsan yaratır çevreyi. Bu­rada -insan özgürlüğüne inançta- insanın tarihe dayatıl­dığını, tarihin belirleyiciliği görüşündeyse tarihin insa­na dayatıldığını görüyoruz. İnsan özgürlüğüne dayanır­sak, bir gerçek olup bizim üzerimizde etkisi bulunan ve bilimsel yasaları da olan tarihi inkâr etmiş olur ve bir tür zihinsel ve idealist hayalperestliğe düşmüş oluruz. Buy­sa oldukça önemli bir sorundur. Şu an söz konusu olan ideolojik sorunların temeli budur. Tarihin bilimsel belir­leyiciliğine dayandıysak, orada, insan özgürlüğü, yani insanın özü ve insanın anlamı olumsuzlanmış ve insan, tarihin belirleyiciliğinin ve tarihsel dış etkenlerin oyun­cağı durumuna gelmiştir. Nereye dayanalım öyleyse? Zorlayıcılık [belirleyicilik] ve seçme özgürlüğü bir araya getirilemezler, çatışırlar. Her ne olursa olsun cebri ya da ihtiyari olunmalıdır. Oysa bana göre böyle değildir;

 

Zorlayıcılık ve özgürlüğün, ister tarih felsefesinde, ister Kur’an’ın söylediği şekilde, ister İslam’da olduğu şekilde, ister rivayetlerde ve mezheplerde yer aldığı şekilde ol­sun, birbirleriyle çatışmamaları ve her ikisinin kabul edilebilmesi bir yana, birinin öteki olmadan anlam taşı­madığına, aslında özgürlüğü oluşturanın zorlayıcılık ol­duğuna inanıyorum. Nasıl? Çok açık. Bu, duyumsanıla­cak bir şeydir. Bilinçsiz kelâm ve felsefe tartışması in­sanlığın bütün vaktini almıştır. Bu, çok özdeş birşeydir, işe de yaramaktadır, hayatın işine yaramaktadır. Habil ve Kâbil’in evlenmelerine ilişkin birşey yok. Şu anda tek­nik ne demektir? Teknik, zorlayıcılıkla özgürlüğün uyumlu kılınmasıdır.

 

Makine, zorlayıcılığa özgürlüğün eklenmesi demek­tir. Yani? Yani örneğin, insan olarak ben, uzaya gitmek istiyorum, insan olarak üretimi beş yüz katına çıkarmak istiyorum, özgürüm. Bu özgürlüğüm bu seçme hakkım var, ama bu özgürlüğümü gerçekleştirebilir miyim? As­la! Şu çorak çöl toprağına sadece kimyon, arpa, buğday ekilmelidir. Fakat ben pancar ekmek istiyorum. Pancar olmaz. Fakat kendi tarlamda, burada olmayan meyvele­ri yaratmak için insanî özgürlüğüm ve seçme hakkım vardır. Bu özgürlüğüm ve seçme hakkım vardır, ama bu özgürlük ve seçme özgürlüğü gerçekleşir mi, eyleme ge­çer mi? Evet. Eyleme geçmesi için ne yapmak gerek? Çev­renin bilimsel belirleyiciliğini tanımak, ona dayanmak ve senin özgürlüğün ve seçim hakkın özdeş ve dışsal ola­rak gerçekleşmesi için o belirleyiciliği izlemek gerekir. Yabani bir bahçede, o bölgede bulunmayan en güzel lez­zetli meyveleri yetiştiren ve oranın doğasına dayatan zi­raat mühendisi kimdir? Bu, botaniğin, suyun, havanın, jeolojinin ve toprağın belirleyici yasalarını tam olarak keşfetmiş, tam olarak izlemiş, bu bilimsel yasaların be­lirleyiciliğine uymuş ve bilimsel belirleyiciliğe dayandığı ölçüde doğanın belirleyiciliğinden kurtulabilmiş ve do­ğada bulunmayan meyveleri doğaya karşın dayatıp ya­ratmış mühendistir. Doğanın belirleyici yasalarını bil­meyen bir köylüyse küçük bir afette, bir hava değişimin­de, beklenmedik sağanak bir yağmurda bütün ürününü yitirir. Bu, seçme özgürlüğü bulunmayan insandır.

 

Çünkü yasaların bilimsel belirleyiciliğini tanımaz ve dolayısıyla onu izleyemez. Bu yüzden, ağacı aşıladığı halde, botaniğin bilimsel belirleyiciliğini bilmediği için, yasaya ve belirleyiciliğe zarar verir. Tanımadığı, zarar verdiği, onu izleyemediği için bilimsel belirleyicilik, onu nakşeder, özgürlüğünü yok eder ve seçme hakkını orta­dan kaldırır. O da, ulaşmak istediği hedefe ulaşamaz. Zi­raat mühendisi ise özgürlüğe ve seçme hakkına ulaşmak için o yasaları keşfedip tam olarak uygular ve belirleyici­liğe uyar. Kabile, tarihini tanımadığı için geçmişte hangi olayların, yazgısını doğurduğunu ve böylece buraya var­dığını bilmez. Geri kalmış toplum, bugünkü yazgısının durumunun, geçmişteki hangi tarihsel etkenlerin, şu an­daki hangi toplumsal ve iktisadî sistem ve etkenlerin so­nucu olduğunu bilmez, tanımaz. Tanımadığı için de mev­cut durumda zorunlu, tutsak ve özgürlüğünden yoksun kalmış duruma gelir. Bu insan, tarihin oyuncağıdır. Ta­rihin belirleyiciliği vardır ve ona dayatılmıştır. Kalemle, felsefeyle, egzistansiyalizmle, Sartre oyunlarıyla ve Doğu idealizmleriyle, bunun insan olduğu, özgür olduğu, iradeli olduğu, sorumlu olduğu söylenemez. Hayır. Bi­linçli olmayan insan sorumlu değildir. Çünkü insan de­ğildir. İnsan, -sadece- bilinçli demektir. Ancak bilinçten sonra sorumluluk oluşur, doğaya yüklenme oluşur, yara­tıcılık, yapıcılık oluşur, değerler yaratılmış olur, her şey, herşey. Ondan önce hiçbir şey yoktur; Sadece boy, ağırlık, bir kimlik kartı, birkaç evrak ve muhterem şahsiyet. Bunlar olabilir ama sözünü ettiğim şey yoktur.

 

Dolayısıyla tarihin belirleyiciliğinde insan ta­rihin zorlamasıyla da vardır, zorunludur ve tarih ona yüklenmiştir. Ama tarihin belirleyiciliğini bilirse, bilim­sel-tarihsel bilince ererse, onun yazgısında, zamanının ve toplumunun yazgısında belirleyici etkisi bulunan ta­rihsel etkenleri keşfeder ve onu ve toplumunu şu anki durumuna sokan tarihsel nedenleri anlarsa tarihin be­lirleyiciliğinin yasalarına dayanarak tarihin belirleyiciliğinden kurtulabilir; tıpkı bir doğabilimcinin, doğa­nın bilimsel belirleyiciliğine göre ve bu belirleyiciliğe da­yanarak doğa etkenlerinin belirleyiciliğinden ve bağından kurtulmakta oluşu gibi ve tıpkı tekniğin, fiziğin belirleyiciliğini bilimsel olarak izlemekte insana seçme hakkı ve özgürlük kazanma olanağı veren araçlardan ibaret oluşu gibi. Bu yüzden belirleyicilik, seçme özgür­lüğüne neden olur ve seçme özgürlüğü, aslında bilimsel belirleyiciliğin doğurduğu bir olgudur.

 

 



[1] Böylelikle, canlı varlıklar arasında süregelen bu savaşta güç­süzler gittikçe yok olurken ve hayatta kalma ve çevreye uyma gücü bulunmayanlar yitip hayat alanından uzaklaşırken, kal­maya yaraşanlar hayatta kalırlar. Dolayısıyla kalma çatış­masının çizgisi, varlıkların evrimine neden olur. Buna göre, bu süreğen savaşta daha iyi olan türler kaldıkları için, varlık­lar arasındaki çatışma, kapışma ve savaşın tarihi, doğal bir seçime, daha üstün soyun, daha üstün varlığın seçimine neden olur.

[2] Bu, onun kendi söyleyişidir. Buna şeri güçlükler bulmayın ar­tık, [örneğin] Allah'ın zihni ne demek, diye! Bilmiyorum, "Al­lah'ın eli" denilir de neden "Allah'ın zihni" denilemez? Oysa zi­hin elden daha iyidir!

[3] Gerçekten büyük dehalardan olan bir dostumuz vardı. Kendi değerini bilseydi, insanlık ondan yararlanabilirdi. [Himmet bi­linç ve dehadan apayrı bir şeydir. Ben, oldukça fazla şuurları, oldukça büyük bilgi ve bilinçleri ve oldukça üstün yetenekleri bulunan, ama himmetleri çok düşük düzeyde bulunanlar için hep üzülmekteyim. Onlar adına üzülmek gerek!]. O, öyle akıl­lıydı ki on-on beş gün içinde, bir örgüt kurabilirdi! İnsanları, ileri gelenleri ve çeşitli kişileri -hepsini- bir araya getirir, yön­lendirir ve kesinlikle şehri bambaşka bir duruma getirirdi. Bu şehrimizde, zekiliğiyle, girişkenliğiyle, tatlı dilliliğiyle ve halk üzerindeki şaşırtıcı etkisiyle hiç yoktan bir hareket yaratabilirdi. Bu deha ürünlerinin tümüyle -ki böyle bir işi yapmak için bir milyonluk bütçesi olmalıydı, onunsa on kuruşu bile yoktu ve boş ellerle toplumda böyle bir hareketi gerçekleştiriyordu­ yaptığı bütün işleri şunu düşünerek yapmıştı: "Güzel, böyle bir örgüt sonraları dağılır, herkes kendi işinin peşine düşer; böylece bu çalışma masası, bu daktilo, bu teksir makinesi, bu büro vs. bana kalır!" Buna razıydı! Üç dört örgüt kurdu ve so­nuncusundan köy halkının örgütlerinin terekesinden eline yirmi bin Tümen para geçti! Himmet! İşte bundan dolayı, Allah insanı yarattığı zaman onun boyuna posuna bakar ve şöyle der: "Fetebârekallahü ahsenü'l­hâlikin" [Kur’an, 23/14] [Böyle bir şeyi yarattığımdan yaratıcıların en güzeli olan ben ne yüceyim]. Sonra da öfke ve kızgınlıkla şöyle der: "İnnehû kâne zalûmen cehûlâ" [Kur’an, 33/72] [Bu ne kadar da kendisine zulmeder! Ne kadar da cahildir!] -bunu söylemektedir- o çünkü ilahi yapı ve fıtrat, ilahi ruh ve ilahi emanet senin omuzundadır ve böyleyken bu aşağılığa, bu al­çaklığa, kula kulluğa ulaşıyorsun, himmetin o denli aşağı ve düşük ve çamur emen, zevk ve aşkla dolan bir sülük düzeyine inersin.

[4] Özür dilerim; bu "ben", yazı ve konuşmalarımda oldukça fazla yer alır. Kimileri, bu ne kadar da "ben", ''ben" diyor, hep ken­dinden söz ediyor diye eleştirdiler. Bayım, bu "ben", "bende­niz" anlamında değildir! Bu "ben" bilimsel bir terimdir. Şu cümle de olduğu gibi: "Ben, iki bin üç yüz yıldır bu tünelde yaşı­yordum." Benim bu kadar ömrüm yok bayım!