Çeşitli tarih tanımlarını esas temellerine göre sınıflandıracağım [hepsini sıralamayacağım; ilgili kitaplarda bunlar yazılıdır]; Tarih kitaplarında, tarih felsefesi kitaplarında -bunların sayıları oldukça fazladır, bugün Farsça’da da epeyce yayımlandı- olayları temel alan bir tanım türüne rastlıyoruz. Tarihe ilişkin ikinci tür tanım ve çıkarımlarsa toplumu temel alanlardır. Aynı şekilde soyu temel alan, kültürü temel alan tanımlar da vardır.
Olayları temel alan tarih, şu anda bize aktarıp durdukları, bizim için yazdıkları ve bizim de okuduğumuz [şu anda mevcut olan] tarihtir. Geçmiş olayları, nasıl olmuşlarsa, nasıl sona ermişlerse, nasıl işbaşına gelmişler, nasıl işbaşından uzaklaşmışlarsa, nasıl hasta olmuşlar, nasıl yataktan kalkmışlarsa öyle olduğu gibi anlatır. Bu, olayların tanımlarına dayalı tarihtir. Öyleyse bu tanımda tarih, bir kavimde ya da insan türünde [ulusal tarih ve insanlık tarihi] geçmişte ortaya çıkan olay ve oluşların anlatılışından, sisteme sokuluşundan ve açıklanışından ibarettir.
Son olarak toplumbilimciler, tarih felsefesini yirminci yüzyılda bir yana bırakmışlardır. Bugün yirminci yüzyıl, toplumbilimin hem tarih felsefesine ve hem ruhbilime mutlak egemen olduğu çağdır ve toplumbilim artık bütün insanî bilimler, hatta tarih felsefesi üzerinde yetki sağlamaktadır ve tarih felsefesini bütünüyle olumsuzlamaktadır.
Toplumbilimin temel olması, sosyoloji değil sosyolojizm, yani toplumun varlığının temel ve her şeyden öncelikli oluşuna dayanan ve tarihin, zaman sürecinde toplumların değişimlerinin, evrimlerinin, doğumlarının, yaşayışlarının ve ölümlerinin öyküsünden ibaret olduğuna inanan öğreti demektir. Öyleyse tarih, zaman içerisinde devingen toplumdan ibarettir. Bu, toplumcuların yaptıkları tanımdır.
Bir başka tanımsa soya dayalı olandır; Tarih, zaman süreci içerisinde insan soylarının olgunluk kazanmalarından, evrimlerinden, çatışmalarından ve hayat kavgalarından, tarihi oluşturan soyların çatışmalarında en güzel ve en uygun beka temelinin gerçekleşmesinden ibarettir. Bu sözler faşistlere aittir. Şu anlamda ki Darwin’in, yaşayan varlık türleri, yaşamak için birbirleriyle sürekli savaş içindedirler. Yaşamak için yapılan bu süreğen savaşta, güçsüz ve kalmaya layık olmayanlar ortadan yok olurlar, güçsüzleşirler ve kalmak için daha güçlü, daha lâyık olan ve kendilerini çevreye uyduran güçlülere yem olurlar[1], dediği gibi insanlık tarihi de sosyal değerler savaşından, soysal yeterlikler savaşından, soyların kalmak için yaptıkları savaştan başka birşey değildir. Bu yüzden tarihin kendisi, üstün soyun görünüm kazandığı yerdir. Böylelikle, tarihi oluşturan soyların çatışması sürecinde doğal seçim, lâyık ve güçlü soyu göstermiş, onun özdeş ve eylemsel gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu durumda tarih, üstün soyun olgunlaşıp yayılmasından, sürekli ve süreğen egemenliğinden, güçlenişinden ve evriminden, buna karşılık ortadan yitmekte olan Kızılderililer gibi yok olmaları gereken ya da Cermen soyunun egemenliği altında olması gereken Asyalıların ve kesinlikle yok olması gereken Sami soyunun durumuna benzer olarak, üstün soyun egemenliği altına girmeleri gereken aşağı soyların olumsuzlanmasından, güçsüzleşmesinden, dışlanmasından ve yok olmasından ibarettir. Bu da beylerin buyurdukları süslü yalanlardan biridir. Dolayısıyla rasizm, faşizm ve çeşitli faşist öğretilerin tümü, tarih felsefesini ırkçılık temeli üzerine kurmaktadırlar.
Son olarak tarihte culturalism adında yeni bir ekol ortaya çıkmıştır. Buna göre, aslında tarihi oluşturan ne toplumdur, ne soydur, ne de olaylardır. Tarih, kültürlerin ve uygarlıkların oluşum serüveninden ibarettir. Bu bölümün bilginlerinden çoğu Amerikalıdırlar ve bu tez Amerikan toplumbilimci ve tarihçilerin tezi olup bu konuya fazlaca dayanırlar. Bu nedenle de Will Durant’ın büyük bir çalışması olup şu anda dünyada gerçekleşmekte olan uygarlık tarihinin Amerika kaynaklı olduğunu görüyoruz. Nedeni de elbette bilinmektedir. Esas olarak, çeşitli kültürler, uygarlıklar ve soylar üzerinde çalışma yapmak, dünya çapında bütçeyi, gücü, etkenliği ve olanakları gerektirmektedir ve bu olanakların tümü kesinlikle onların bilginlerinin ellerindedir çünkü. Bu yüzden kültüralizm, bugün son tarihsel ekol ve görüşte son tanım olarak ortaya konulmuştur.
Tarih felsefesi olarak söz konusu edilebilir olan son tanım Toynbee’nin tezidir. Bu tanım şudur; Tarih, içinde, yaratıcı Tanrı’nın düşüncesinde geçtiği şekilde insanın yaratılışının son planının gerçekleştiği ‘kap’tan ibarettir. [Bu cümle oldukça çok değer taşımaktadır.] Dolayısıyla tarih, dünyanın ve insanın yaratılışının ilahi ereksel planının uygulama sorumlusudur. Ne demek bu? Yani Allah’ın, dünyayı yaratırken bir hedefi mi vardı? Evet. Allah, dünyayı yaratmaya başladığında dünyanın son şeklini de ona verdi mi? Asla. Kerteli olarak yarattı ve dünya kerteli olarak yetkinleşmektedir. Yaratılış hala evrim içerisindedir. İnsan, bir yaratıcının yaratığı olarak boş bir görüngü müdür? Hayır. İnsanı yaratırken Allah’ın zihninde bir hedefi vardı[2]. İnsan, Allah’ın yaratığı olarak saçma değildir ve Allah’ın yaratığı olarak yaratılışından bu yana hedefli olmuştur ve olmayı sürdürmektedir. Allah, insan adında bir varlığı yaratırken ona, amaçlanan en yetkin şeklini vermiş midir? Hayır. Ona ilkel göçebe şeklini vermiştir. İdeal insanın son şekli henüz gerçekleşmemiştir. Öyleyse dünyanın ve insanın yaratılışında Allah’ın zihninde iki şey vardı; Biri, dünya ve insanın son şekil ve planı, ötekisi de dünya ve insanın yaratılışına ilişkin son ya da ereksel hedef. Dünya ne henüz son şeklini almış, ne de yaratılış hedefine ulaşmıştır. İnsan da ne son şeklini taşımaktadır, ne de Allah’ın, yaratılışında amaçladığı yaratılış felsefesi ve hedefine göre eğitilmiş ve gerçekleşmiştir. Dünyayı varlığının son şeklinde, insanı da yaratılışının [varlığının] son şeklinde ve varlık felsefesindeki ideal aşamada kim gerçekleştirmelidir? Tarih. Öyleyse tarih, varlığın ve dünyanın yaratılış planına ilişkin Allah’ın zihninde bulunan hedeflerin ve son şeklin gerçekleştirilmesinden sorumludur. Bu yüzden tarihin yükümlülüğü, yaratılışa ilişkin ilahi planın gerçekleştirilmesi yükümlülüğüdür. Bu, tarihin büyük filozofu olup henüz hayatta bulunan [1975’te ölmüştür-Çev.] çağdaş Toynbee’nin yaptığı tanımdır.
Egzistansiyalistlerin fazlaca eğilimli oldukları en büyük tanım -bunun üzerinde sonraki derslerde çokça duracağım ve şimdi sadece iki türünü belirteceğim- şudur; Tarih, ne olaylar bilimidir, ne toplumların değişim bilimidir [bu, toplumun tarihidir, tarih değil] ne kültürleri temel alan bilimdir [bu, kültürler tarihidir; tarih başka bir şeydir] ve ne de insan ırklarının hayatta kalma çatışmalarının bilimidir [ki bu, vahşilikler tarihidir, insan tarihi değil]. Öyleyse tarih nedir? Tarih, tek kelimeyle insanın oluş bilimidir. Tarih, insanın oluş bilimidir. İnsanın, şu anda olduğu şekliyle nasıl ve hangi etkenlerin, koşulların, aşamaların ve nedenlerin etkisiyle böyle olduğunu anlayabilmemiz için özel bir bilime gereksinmemiz vardır. İnsan türünün ilk aşamalarından başlayıp şu ana kadar onun oluşu, tarih biliminin konusudur. Bu yüzden tarihin, özdeş ve çözümlemeli antropolojiye ve insan türünün zamanda varlık kazanışının incelenmesine -kesin olarak- yol açtığını görüyoruz. Öyleyse şu anda bizim karşımızda bulunan, bizde bulunan ve bizim olduğumuz insan, zaman sürecinde çeşitli aşamalar, nedenler ve koşullar altında varlık böyle varlık kazanmış, kimlik ve nitelik bulmuştur. Bu aşamaları izleyen ve insanın oluşunu irdeleyip çözümleyen bilimin adı tarihtir. Öyleyse tarih, insanın tanınışıdır. Historizm, yani tarihi temel alış kendine özgü bir öğretidir. Egzistansiyalistler, historisttirler, yani tarih peresttirler ve tarihin esas oluşuna temel etken, temel belirleyici ve tam etken olarak bakarlar. Toynbee historisttir, yani tarihin esas olduğuna inanır. Hegel historisttir ve tarihin esas olduğuna inanır. Aslında Hegel şöyle der; “Tanrı, tarihte ilahi bilincine erer.” [Öyleyse niçin onun adını Tanrı, bunun adını da tarih koyuyorsun? De ki; “Tarih Tanrıdır.”] O hatta tarihe gereksinimi olanın Tanrı olduğunu söyler. O zaman tüm bunlar ne için? Cermen ırkının Tanrı’nın tecellisinin en yüce örneği, Tanrı’nın tecellisinin mazharı olarak tarih kalesinde yeşermesi bundandır ve Cermen ırkının tecellisinin mazharı, yaratılışın en üstün örneği olarak önder hazretleridir, devlettir. Kimi dehalar işte böyle harcanıyor![3].
Historizm, tek kelimeyle şu anlamdadır [bu cümle historizmin anlamını bir kitaptan daha çok aydınlatan en iyi cümledir]; ‘Ben’[4], sıkıştırılmış tarihtir. Tıpkı Marx’ın eşyaya ilişkin tanımlamasında olduğu gibi. Marx der ki eşya [bu bardak bir eşyadır, bu tepsi bir eşyadır, bu hoporlör, bu mikrofon bir eşyadır, teknik bir eşyadır; eşyanın tanımında iktisatçılar görüş ayrılığına düşmüşlerdir] sıkıştırılmış ve dondurulmuş iştir. ‘Ben’ senin bireysel insanî kişiliğin, kimliğin ve ne’liğin demektir ki bunu duyumsadığında kendini yeniden tanımış olursun. O ‘ben’ nedir? Bir birey ve kişilik şeklinde özdeş olarak tecelli etmiş bulunan sıkıştırılmış tarihten başka birşey değildir. Bu yüzden her birey, kendi tarihinin kitabıdır. Bir bireyin tarihi, onun hayatı değildir, biyografisi değildir, ömrü değildir. Her bireyin ömrü, otuz yılda, kırk yılda, elli yılda oluşmaz. Öyleyse ömür nedir? Ömür, tarihe verilmiş süre ve mühlettir. Böylece birkaç bin yıllık tarih, bir kişiye girebilir ve kendisini bir insan kişiliği şeklinde ona bağışlayabilir. Öyleyse benim ömrüm, bana varlık kazandıran yıllar değildir. Bütün tarih, bende yer almakta ve kendisinin bütün özelliklerini boyamak, şekillendirmek ve planlamak için çalışmaktadır. Mühlet istemektedir. Ne kadar? Her bireyin ömrü kadar. Öyleyse her birey, kendi tarihi sürecinde oluşmuştur ve her bireyin, herkesin tarihi ölçüsünde gerçek ömrü vardır.
Tarihin belirleyiciliği ve insanın özgürlüğüne gelince; Historizm, kendi kendine tarihin belirleyiciliğine neden olur. Yani ben, bilinçli insanî irade olarak hiçbir türlü seçim gücüm yoktur, sorumluluğum yoktur, özgürlüğüm yoktur. Ben, tarihin ürettiği, tarihin gerektirdiği bir şeyim. Öyleyse historizm'de ve tarihin belirleyiciliği öğretisinde tarih, Cebriyundaki ilahi meşiyyet şekline ya da maddiyundaki ‘tabiî cebir’e dönüşür; İnsan oyuncaktır. Öyleyse benim, özelliklerime hiçbir müdahalem yoktur, olamaz. Tarih tarafından yaratıldığım, tarih ise benim iradem doğrultusunda değil, cebri yasalar doğrultusunda hareket ettiği için, bu durumda benim iradem, tarihin iradesince yaratılmıştır. Öyleyse insan bir hiçtir.
Fakat burada başka bir konudan söz etmektedir; İnsan iradesi, mutlak özgürlüktür. İnsan, o derece özgürdür ki kendi ne’liğini oluşturabilir, yazgısını belirleyebilir ve çevrenin, toplumun ve doğanın belirleyiciliğinin tersine, kendisi, istediği gibi oluşturabilir kendisini. Bu yüzden, insan insanca, çevrece yaratılmamıştır. Hayvan ve bitkidir çevrece yaratılan. İnsan yaratır çevreyi. Burada -insan özgürlüğüne inançta- insanın tarihe dayatıldığını, tarihin belirleyiciliği görüşündeyse tarihin insana dayatıldığını görüyoruz. İnsan özgürlüğüne dayanırsak, bir gerçek olup bizim üzerimizde etkisi bulunan ve bilimsel yasaları da olan tarihi inkâr etmiş olur ve bir tür zihinsel ve idealist hayalperestliğe düşmüş oluruz. Buysa oldukça önemli bir sorundur. Şu an söz konusu olan ideolojik sorunların temeli budur. Tarihin bilimsel belirleyiciliğine dayandıysak, orada, insan özgürlüğü, yani insanın özü ve insanın anlamı olumsuzlanmış ve insan, tarihin belirleyiciliğinin ve tarihsel dış etkenlerin oyuncağı durumuna gelmiştir. Nereye dayanalım öyleyse? Zorlayıcılık [belirleyicilik] ve seçme özgürlüğü bir araya getirilemezler, çatışırlar. Her ne olursa olsun cebri ya da ihtiyari olunmalıdır. Oysa bana göre böyle değildir;
Zorlayıcılık ve özgürlüğün, ister tarih felsefesinde, ister Kur’an’ın söylediği şekilde, ister İslam’da olduğu şekilde, ister rivayetlerde ve mezheplerde yer aldığı şekilde olsun, birbirleriyle çatışmamaları ve her ikisinin kabul edilebilmesi bir yana, birinin öteki olmadan anlam taşımadığına, aslında özgürlüğü oluşturanın zorlayıcılık olduğuna inanıyorum. Nasıl? Çok açık. Bu, duyumsanılacak bir şeydir. Bilinçsiz kelâm ve felsefe tartışması insanlığın bütün vaktini almıştır. Bu, çok özdeş birşeydir, işe de yaramaktadır, hayatın işine yaramaktadır. Habil ve Kâbil’in evlenmelerine ilişkin birşey yok. Şu anda teknik ne demektir? Teknik, zorlayıcılıkla özgürlüğün uyumlu kılınmasıdır.
Makine, zorlayıcılığa özgürlüğün eklenmesi demektir. Yani? Yani örneğin, insan olarak ben, uzaya gitmek istiyorum, insan olarak üretimi beş yüz katına çıkarmak istiyorum, özgürüm. Bu özgürlüğüm bu seçme hakkım var, ama bu özgürlüğümü gerçekleştirebilir miyim? Asla! Şu çorak çöl toprağına sadece kimyon, arpa, buğday ekilmelidir. Fakat ben pancar ekmek istiyorum. Pancar olmaz. Fakat kendi tarlamda, burada olmayan meyveleri yaratmak için insanî özgürlüğüm ve seçme hakkım vardır. Bu özgürlüğüm ve seçme hakkım vardır, ama bu özgürlük ve seçme özgürlüğü gerçekleşir mi, eyleme geçer mi? Evet. Eyleme geçmesi için ne yapmak gerek? Çevrenin bilimsel belirleyiciliğini tanımak, ona dayanmak ve senin özgürlüğün ve seçim hakkın özdeş ve dışsal olarak gerçekleşmesi için o belirleyiciliği izlemek gerekir. Yabani bir bahçede, o bölgede bulunmayan en güzel lezzetli meyveleri yetiştiren ve oranın doğasına dayatan ziraat mühendisi kimdir? Bu, botaniğin, suyun, havanın, jeolojinin ve toprağın belirleyici yasalarını tam olarak keşfetmiş, tam olarak izlemiş, bu bilimsel yasaların belirleyiciliğine uymuş ve bilimsel belirleyiciliğe dayandığı ölçüde doğanın belirleyiciliğinden kurtulabilmiş ve doğada bulunmayan meyveleri doğaya karşın dayatıp yaratmış mühendistir. Doğanın belirleyici yasalarını bilmeyen bir köylüyse küçük bir afette, bir hava değişiminde, beklenmedik sağanak bir yağmurda bütün ürününü yitirir. Bu, seçme özgürlüğü bulunmayan insandır.
Çünkü yasaların bilimsel belirleyiciliğini tanımaz ve dolayısıyla onu izleyemez. Bu yüzden, ağacı aşıladığı halde, botaniğin bilimsel belirleyiciliğini bilmediği için, yasaya ve belirleyiciliğe zarar verir. Tanımadığı, zarar verdiği, onu izleyemediği için bilimsel belirleyicilik, onu nakşeder, özgürlüğünü yok eder ve seçme hakkını ortadan kaldırır. O da, ulaşmak istediği hedefe ulaşamaz. Ziraat mühendisi ise özgürlüğe ve seçme hakkına ulaşmak için o yasaları keşfedip tam olarak uygular ve belirleyiciliğe uyar. Kabile, tarihini tanımadığı için geçmişte hangi olayların, yazgısını doğurduğunu ve böylece buraya vardığını bilmez. Geri kalmış toplum, bugünkü yazgısının durumunun, geçmişteki hangi tarihsel etkenlerin, şu andaki hangi toplumsal ve iktisadî sistem ve etkenlerin sonucu olduğunu bilmez, tanımaz. Tanımadığı için de mevcut durumda zorunlu, tutsak ve özgürlüğünden yoksun kalmış duruma gelir. Bu insan, tarihin oyuncağıdır. Tarihin belirleyiciliği vardır ve ona dayatılmıştır. Kalemle, felsefeyle, egzistansiyalizmle, Sartre oyunlarıyla ve Doğu idealizmleriyle, bunun insan olduğu, özgür olduğu, iradeli olduğu, sorumlu olduğu söylenemez. Hayır. Bilinçli olmayan insan sorumlu değildir. Çünkü insan değildir. İnsan, -sadece- bilinçli demektir. Ancak bilinçten sonra sorumluluk oluşur, doğaya yüklenme oluşur, yaratıcılık, yapıcılık oluşur, değerler yaratılmış olur, her şey, herşey. Ondan önce hiçbir şey yoktur; Sadece boy, ağırlık, bir kimlik kartı, birkaç evrak ve muhterem şahsiyet. Bunlar olabilir ama sözünü ettiğim şey yoktur.
Dolayısıyla tarihin belirleyiciliğinde insan tarihin zorlamasıyla da vardır, zorunludur ve tarih ona yüklenmiştir. Ama tarihin belirleyiciliğini bilirse, bilimsel-tarihsel bilince ererse, onun yazgısında, zamanının ve toplumunun yazgısında belirleyici etkisi bulunan tarihsel etkenleri keşfeder ve onu ve toplumunu şu anki durumuna sokan tarihsel nedenleri anlarsa tarihin belirleyiciliğinin yasalarına dayanarak tarihin belirleyiciliğinden kurtulabilir; tıpkı bir doğabilimcinin, doğanın bilimsel belirleyiciliğine göre ve bu belirleyiciliğe dayanarak doğa etkenlerinin belirleyiciliğinden ve bağından kurtulmakta oluşu gibi ve tıpkı tekniğin, fiziğin belirleyiciliğini bilimsel olarak izlemekte insana seçme hakkı ve özgürlük kazanma olanağı veren araçlardan ibaret oluşu gibi. Bu yüzden belirleyicilik, seçme özgürlüğüne neden olur ve seçme özgürlüğü, aslında bilimsel belirleyiciliğin doğurduğu bir olgudur.
[1] Böylelikle, canlı varlıklar arasında süregelen bu savaşta güçsüzler gittikçe yok olurken ve hayatta kalma ve çevreye uyma gücü bulunmayanlar yitip hayat alanından uzaklaşırken, kalmaya yaraşanlar hayatta kalırlar. Dolayısıyla kalma çatışmasının çizgisi, varlıkların evrimine neden olur. Buna göre, bu süreğen savaşta daha iyi olan türler kaldıkları için, varlıklar arasındaki çatışma, kapışma ve savaşın tarihi, doğal bir seçime, daha üstün soyun, daha üstün varlığın seçimine neden olur.
[2] Bu, onun kendi söyleyişidir. Buna şeri güçlükler bulmayın artık, [örneğin] Allah'ın zihni ne demek, diye! Bilmiyorum, "Allah'ın eli" denilir de neden "Allah'ın zihni" denilemez? Oysa zihin elden daha iyidir!
[3] Gerçekten büyük dehalardan olan bir dostumuz vardı. Kendi değerini bilseydi, insanlık ondan yararlanabilirdi. [Himmet bilinç ve dehadan apayrı bir şeydir. Ben, oldukça fazla şuurları, oldukça büyük bilgi ve bilinçleri ve oldukça üstün yetenekleri bulunan, ama himmetleri çok düşük düzeyde bulunanlar için hep üzülmekteyim. Onlar adına üzülmek gerek!]. O, öyle akıllıydı ki on-on beş gün içinde, bir örgüt kurabilirdi! İnsanları, ileri gelenleri ve çeşitli kişileri -hepsini- bir araya getirir, yönlendirir ve kesinlikle şehri bambaşka bir duruma getirirdi. Bu şehrimizde, zekiliğiyle, girişkenliğiyle, tatlı dilliliğiyle ve halk üzerindeki şaşırtıcı etkisiyle hiç yoktan bir hareket yaratabilirdi. Bu deha ürünlerinin tümüyle -ki böyle bir işi yapmak için bir milyonluk bütçesi olmalıydı, onunsa on kuruşu bile yoktu ve boş ellerle toplumda böyle bir hareketi gerçekleştiriyordu yaptığı bütün işleri şunu düşünerek yapmıştı: "Güzel, böyle bir örgüt sonraları dağılır, herkes kendi işinin peşine düşer; böylece bu çalışma masası, bu daktilo, bu teksir makinesi, bu büro vs. bana kalır!" Buna razıydı! Üç dört örgüt kurdu ve sonuncusundan köy halkının örgütlerinin terekesinden eline yirmi bin Tümen para geçti! Himmet! İşte bundan dolayı, Allah insanı yarattığı zaman onun boyuna posuna bakar ve şöyle der: "Fetebârekallahü ahsenü'lhâlikin" [Kur’an, 23/14] [Böyle bir şeyi yarattığımdan yaratıcıların en güzeli olan ben ne yüceyim]. Sonra da öfke ve kızgınlıkla şöyle der: "İnnehû kâne zalûmen cehûlâ" [Kur’an, 33/72] [Bu ne kadar da kendisine zulmeder! Ne kadar da cahildir!] -bunu söylemektedir- o çünkü ilahi yapı ve fıtrat, ilahi ruh ve ilahi emanet senin omuzundadır ve böyleyken bu aşağılığa, bu alçaklığa, kula kulluğa ulaşıyorsun, himmetin o denli aşağı ve düşük ve çamur emen, zevk ve aşkla dolan bir sülük düzeyine inersin.
[4] Özür dilerim; bu "ben", yazı ve konuşmalarımda oldukça fazla yer alır. Kimileri, bu ne kadar da "ben", ''ben" diyor, hep kendinden söz ediyor diye eleştirdiler. Bayım, bu "ben", "bendeniz" anlamında değildir! Bu "ben" bilimsel bir terimdir. Şu cümle de olduğu gibi: "Ben, iki bin üç yüz yıldır bu tünelde yaşıyordum." Benim bu kadar ömrüm yok bayım!