Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-11 [Bölüm 1] : TOYNBEE’NİN TEZİ VE “TARİHİN HAREKETE GEÇİRİCİ ETKENİ”
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-11 [Bölüm 1] : TOYNBEE’NİN TEZİ VE “TARİHİN HAREKETE GEÇİRİCİ ETKENİ”

Bütün Kusurlar ve Gecikmeler İçin Bir Özür Dileği[1]

 

Benim kusurlarımın ve gecikmelerimin birkaç nede­ni var. Biri, özel yetişme tarzım; bir başkası zihinsel ve ruhsal özelliğim ve başka nedenler... Fakat ne olursa ol­sun bu sorun var ve eksiklik ve kusur varlığını koruyor. Açıklamasını yapamamam bir yana, bunu itiraf ediyo­rum ve tutumumu, bütün eleştirenlerden daha çok ayıplıyorum ki siz bu gecikmelerin ve düzensizliklerin bir bö­lümüyle karşı karşıya kalıp rahatsız olurken bu gecik­meler ve düzensizliklerle birlikte yaşayan ben elbette daha çok sıkıntı çekiyorum ve kötü ve olumsuz etkilerine katlanıyorum. Bundan başka da çarem yok. Çünkü bu düzensizliklerin en büyüğü, başlangıçtan bu yana var olan düşünce ve ruh yapım olup gün geçtikçe daha da şid­detlenip güçlenmektedir ve ben onun karşısında giderek güçsüzleşmekteyim. Bu durum, benim gibi tiplerde çok­ça görülmektedir, ancak bu ruh durumu bende daha şid­detlidir.

 

Bir dost derdi ki; Falanca zorunlu olarak ve bilinçsiz­ce ruh durumunun etkisinde kalmakta. Oysa sağlıklı in­sanlarda, ruh hali onların etkisi altındadır. Kimilerinde -yani sağlam vücutlarında sağlam kafaları bulunan sağlıklı insanların çoğunda- duygular, sevgiler ve çeşitli ruhsal ve içsel durumların, onların düşünce ve iradeleri­nin etkisi altında kalması, hatta bu insanlarca düzenle­nip kontrol edilmesi, ortadan kaldırılması doğaldır.

 

Bu durumları için program düzenleyen bir büyüğü tanıyorum.

 

Örneğin ruhsal bir rahatsızlığı olduğunda takvimine bakıp not alır;

 

“Pazartesi günü saat üç buçukla dört buçuk arası üzülme zamanı” Harika. Sonra da başka işleri vardı.

 

Mantık, akıl ve irade açısından oldukça güçlü olan böyle tipler, büyük bir mutluluk içindedirler -bu, birçok şeyde olduğu gibi Allah’ın, onlara verdiği ve bize verme­diği gerçek bir nimettir- hangi işte olurlarsa olsunlar [­mühendis, doktor, genel müdür ya da iktisat ve sanayi adamı] çalışma biçimi tam olarak mantıklı ve kuru ola­rak hazırlandığı için kendiliğinden, onları kontrol ve dü­zenleme altına alır. Ama insanın kendisi, kendi duygularına kapıldığında ve düşünsel havanın ve çevrenin değiş­mesiyle, olaylarla ve koşullarla karşılaşmak yoluyla bü­tünüyle değişir ve kendi duygularının tutsağı ve kurbanı olur. İşi de duygu ve eğilimleriyle uyumlu olduğunda bu duygu ve eğilimler karşısında daha çok güçsüzlük duyar.

 

Ben de böyle bir duruma kavuştum. Çünkü şu birkaç yılda konuşmalar yaptım -oysa ne konuşmacıydım ve ne de konuşmama uygundum- çünkü elimden başka bir iş gelmiyordu, şimdi de gelmiyor. Bu yüzden doğal yapımı, oturup yazdığımda biliyorum. Çünkü kendimi daha çok yazar olarak tanıyorum -elbette kendi çapımda- ve bu ya­pım, tam anlamıyla duygusal ve âtıfî bir yapıdır.

 

Elbette, örneğin gazeteler ve dergiler için yazı ya da radyo ve televizyon için program metni yazan ve mantıklı, akılcı ve planlı bir iş yapan yazarlar da vardır. Fakat kendileri için yazanlar vardır. Yazmak onların ruhları­nın bir tür konuşmasıdır; dertleri deşelemek, tutkuları ve iç sıkıntılarını açığa çıkarmak ve aslında soluk alıp vermek ve yaşamak demektir. Hatta onların yazdıkları­nı kimse okumayabilir, görmeyebilir; onların yazıları ya­yımlanmayabilir [çoğunluk da böyle olur]. Esas olan yaz­ma eyleminin kendisidir; kim için ve ne için yazıldığı de­ğil. İnsan yazmadan yapamadığı için yazmak. O zaman burada, duygusal olan plancı akıldan yoksun bulunan ve sonra da tek iş, uğraş ve yaşama vesilesi, tek doğal yapısı yazmak olan bir insan için yeni bir etken daha eklenmek­tedir ki bu etken acizliktir. Çünkü idealini, düşüncesini, derdini ve sıkıntısını kelimelere dökmek, kâğıtlara ak­tarmak dışında hiçbir anlatım, açıklama ve eyleme dök­me aracı bulamaz.

 

İşte burada yazmak, insanın yaratılışının derinlikle­rinden kopup gelen ve insanın elinde olmayan zorunlu bir inleyişe dönüşür. Bu yüzden, başkalarının değil, ken­di yazılarımdan birkaçını tashih için okumak istediğim­de bir cümleyi, bir parçayı okumak için kimi zaman ben­de kendine özgü bir ruh yapısı oluşur. Ya da yaşama ve düşünme biçimi, yazgı ve çevre, herşey beni etkiler ve canıma bir nutfe yerleşir, bir anlama gebe kalırım ve dert gövdemden seslenir; Sanibof’un söyleyişiyle;

 

“Bir anlam, şair ya da yazarın içinde bir nutfe gibi şe­killenir, gelişir ve cenine dönüşür. Sonra insan, o anlama gebe kalır ve doğurmak ya da doğurtmak derdini duyar. Kaçınılmaz olarak o derdin hastasıdır, başka bir iş yapa­maz. Kaçınılmaz olarak o bağışlanmalıdır.”[2]

 

TARİHİN HAREKETE GEÇİRİCİ ETKENİ

 

Tarihin hareketi, insanın ve insan toplumunun hare­keti gibi zaman sürecindedir; hem cevheri harekettir -yani insanın türde, cinste ve özde hareketi- ve hem de de­vimsel [intikali] harekettir. Bu iki hareketle, zaman bo­yunca ve çeşitli dönemler süresince insan, göçebe, geri ve yabani şekilden, şu anda yeryüzünde gördüğümüz ve es­kiden taşımadığı özellikleri taşıyan bir insana dönüş­müştür.

 

Cevheri hareket -Molla Sadra’nın kullandığı bili­nen terim- özde olan bir harekettir. Örneğin, başlangıç­ta ham olan, bir süre yarı olgun duruma gelen, sonra da olgunlaşan, ardından yeşil rengi sarıya dönüşen ve en sonunda da kızaran meyvenin, cevheri bir hareketi vardır.

 

Çünkü mekânda hareket etmemiş, tersine özü değişmiş ve ilk olduğu yerde bir durumdan başka bir duruma geç­miştir. Öyleyse cevheri hareket, bir özden başka bir öze geçiştir ya da bu özde cevherin hareketidir. Her ne olursa olsun, insanın ilkel durumdan şu anki duruma geçişi bir harekettir ve insanın -birey ya da toplum olarak- toplum­sal değişimler tarihini, değişiklikler tarihini, kültür ve uygarlık farklılaşmalarını, askeri ve siyasi olaylar zinci­rini oluşturan ve tarih [tarih ilmi değil, tarihin konusu] ­adını alan zamandaki hareketidir.

 

Şu anda, tarih, insanın -birey ya da toplum olarak­- zaman sürecindeki hareketi olduğuna göre kendiliğinden, harekete geçiricinin ne olduğu yolunda bir soru gündeme gelir. İnsanı bireysel şekilde, toplumsal şekilde, özsel ve cevheri biçimde ya da içsel ve dışsal biçimde değiştiren, harekete geçiren ve dönem dönem ileri iten etken nedir? Tarih felsefesindeki yaygın söyleyişiyle ta­rihin motoru nedir?

 

Bu soruya cevap olarak ayrıntılara girmeyi bir yana bırakıyorum. Çünkü bize bu kadarı gerekmiyor; asıl der­simizden geri kalıyoruz. Ayrıca bunlar, İslam öğretisinde, İslam İdeolojisinde yer alan tarih felsefesi ve tarihten oluşan asıl konunun ele alınması için bir giriş durumun­dadır [İslam öğretisinde tarihten amaçlanan, bilim, fel­sefe, sanat, edebiyat ya da şiir olarak tarih değil, İslam ideolojisinde, İslam inançları içinde ve Kur’an’ın kendi­sinde söz konusu olan tarihtir]. Bu yüzden en temel ko­nulardan söz ediyorum ve amacım, bugün de dünyada gündemde olan bu ünlü öğretiyi aydınlatmaktır sadece.

 

Bu ölçüde de örneğin, Hegel’in tarih felsefesinin, Marx’ın tarih felsefesinin, Sartre’nin tarih felsefesinin vs. ne olduğunu açıkça ve inceden inceye anlayalım ye­ter. Metnin kendisini burada bağımsız bir ders metni gibi ele almak doğru olmaz. Bu bizim işimiz değil. [Sosyal Bi­limler ve Yeni Felsefî ve Toplumsal Öğretiler konulu bir ders verecek olan Dr. Tevessuli Bey’in, bu öğretileri ba­ğımsız olarak ele alıp okutacağını umuyorum.] Bu öğre­tilere yapacağım işaretler, bu konuların okutulması de­ğil, sadece kendi dersime bir giriş niteliğindedir.

 

ÇEŞİTLİ İNANIŞLARDA TARİHİN MOTORU

 

Toynbee, saldırı ve savunma esasını, tarihin motoru olarak görür. Coğrafya gerekircileri, coğrafyayı ve doğa­nın değişken sertliğini temel etken sayarken, İbn Hal­dun -tarih felsefesinin ve toplumbilimin kurucusu- ise coğrafyanın temel oluşundan yola çıkarak iklimi temel etken olarak görür. İbn Haldun, şehir ve kırsal bölge ara­sındaki iklim çelişmesini, tarihin hareketinin, dönemle­rinin oluşmasının ve kendi tarih felsefesinin -ki dönem temeline dayalıdır- etkeni olarak algılar. Bütün rasist [ırkçı] ler ya da faşistler -özel anlamda ırk ve kan temeli­ne inanan herkes- ırkı -öz ve asıl olarak- tarihin hareket etkeni olarak görürler. Öyle ki uygarlığa ilişkin de şöyle derler; Irk, uygarlık oluşturucusudur.

 

Schiller şöyle der; “Aşk ve açlık, tarihin hareket et­kenleridir.” Ekonomistler -iktisada tapanlar- insan ve tarih felsefesine ilişkin konularda iktisadın temel oldu­ğuna inanırlar. Marx da -ve hatta esas olarak kapitalist ideolojileri bulunan Marx karşıtları da- iktisadı tarihi harekete geçiren motor ve etken olarak görürler. Fakat Marx’ı ele almamızın nedeni, onun bunların hepsinden daha ünlü olması ve ayrıca bu esasa göre kendisinin ünlü tarih felsefesini ortaya koymasıdır.

 

Faşist olmayan bilgin ve düşünürlerin çoğu, taşıdık­ları insan sever yüzleriyle birlikte, tıpkı faşistler gibi, ki­şiliği ya da kahramanı tarihin hareketine etken olarak görür. Bir başyapıt olan Kahramanlar adlı kitabın sa­hibi tanınmış İngiliz yazar Carlyle, bu kitabında büyük kişiliklerin biyografilerini yazmış olup onun inancına gö­re tarih bu kişiliklerin ellerinden çıkmıştır. Bu cümleden olarak, tarihi yaratan kahramanlar arasında İslam Pey­gamberi de anılmıştır. Emerson da şöyle der; “Bir kişinin kişiliğini ve biyografisini bana verin, onun çağının tari­hini size ezbere yazayım. Çünkü tarih, büyük kahra­manların irade ettiklerinden başka bir şey değildir [eğer kahramanlar yenilip yok olmuşlarsa bu, yeni kahraman­ların ortaya çıkıp onları yenmiş ve yok etmiş olmalarındandır]. Öteki insanlar ise kahramanların ellerinde araç durumundadırlar.”

 

PROVİDENCE

 

Katoliklerin inancına göre tarihin hareketinin temel etkeni meşiyyet [ilahi irade] ya da ‘providence’dır. İlahi irade, takdir ve önceden planlanmış olan şey -Allah’ın, yaratıştan önce kendi ezeli bilgisinde taşıdığı plana göre ya da iradesi doğrultusunda- tarihi harekete geçirir. Ki­şiler, kişilikler, uluslar ve sınıflar, tümüyle ilahi irade­nin iradesiz araçları durumundadırlar.

 

Gördüğünüz gibi, buradakinin tersine, bilim ve araş­tırmanın gerçek anlamına kavuştuğu, bilgin ve araştır­macının alıcı ve verici değil, arayıcı ve bulucu olduğu orada Marx’ın, maddeci olan ve olmayan, eski ve yeni öğ­retilerin yanı başında providence ya da meşiyyet de ele alınabilir; nitekim ele almaktadırlar. Burada ise, bir ku­ramı benimsemediğimiz ve ona inanmadığımız zaman, onu ele almamamız bir yana, bilimsel bir kuram olarak bile kabul etmeyip bütünüyle görmezden gelmekteyiz. Örneğin kimileri aydındırlar ve İran’da toplumbilim ala­nında, ya da sosyal psikoloji alanında veya yeni şiir ve edebiyat alanında çalışırlar ve modern edebiyatı bilen bi­rinin düşüncelerinin, inançlarının ve tipinin de aynı olması gerektiğine inanırlar. Örneğin öğleden sonraları kesinlikle şu takılma yerlerinden birinde görmeliyiz onu. Yoksa nasıl yeni şiir ya da modern edebiyat savında olabilir? Hayal bile edilemez. Ya da toplumbilimden an­layan biri, ya Marksist olmalıdır ya da Durkheim’e inan­malıdır. Üçüncü, dördüncü seçenek yoktur. Var olanlar­sa derli toplu değildirler ve yönsüz konuşurlar; bu yüzden bunlar ele alınmaya değmezler.

 

Bir fakülteye geçmemden söz ediliyordu. Ben de ka­bul etmiştim. Sonra biri benim kusurlarımı keşfetmiş ve bir bir saymıştı. Önce şöyle demişti; “Falancanın -yani benim- büyük bir kusuru var ki bu haliyle işe yaramıyor. Bu kusur, konuları, dersleri, öğretileri anlattıktan -doğ­ru ve taassupsuz anlattıktan- sonra kendi inancını da anlatmasıdır.” İkinci ve daha kötü kusur ise şuydu; “Av­rupa’ya gidip Avrupalı olmuşsa da belirli ve değişmez bir inancı vardır. Belirli ve değişmez inançları bulunan biri bilimsel ders veremez. Çünkü bütün öğretiler ve bi­limsel dersler, onun inançlarının etkisi altında kalır ve ona bilim adamı denilemez.” Doğrudur, bilim adamı, sahte markalı ses kaydedicidir. Çünkü 16 ya da 30 tü­men eden gerçek ses kaydedici, yanlış yapmaz, bozul­maz. Masrafı da yoktur. Aylık da almaz, poz da vermez. Dakik olarak kaydeder. Ne günde iki yüz üç yüz Tümen harcaması vardır, ne de yanlış yapar!

 

Bunların inançlarına göre, bir profesör ya da bir öğ­retmen, bilimler konusunda -özellikle insanî bilimlerde- ­kendi inancı bulunan biriyse işe yaramaz biridir ve mahkûm edilir. Artık onun kabul edilmesi olanaksızdır. Tıp­kı bir koyun ölüsü gibi; koyun etinin üzerinde belediye mührü varsa, dinî esaslara göre kıbleye çevrilerek bo­ğazlanmış demektir. Mühür yoksa işin içinde sahtekârlık vardır. Sen de belediyenin mührünü taşıyan bu geçerli öğretilerden birine inanırsan, günün modası olduğundan prestijin artar; hem de Marx ve Sartre gibi bizden olmayan kişilere değil sokakta, Paris’in arka so­kaklarında sürten ve “lay lay lay” diyerek dolaşan pinti bi­rine de inansan yeter. Fakat eğer bizimle ilgili olan ve bizim kokumuzu veren bir dine ya da bir görüşe ve öğretiye bağlı olursa kabul edilebilir değilsindir, sana katlana­mazlar. Onlar için ayırdedilir değildir; çünkü ayırd etmek için kendisinden birşeyleri olmalıdır, ayırdetme gü­cü olmalıdır. Fakat yoktur ve kavrayamaz. Çünkü ulus­lararası numarası ve değeri bilinmediği için bu yüzden kabul etmez.

 

Oysa Avrupa’da, toplumbilim öğretilerinden söz eden her kitapta -yazarı aşırı materyalist, Marksist ya da mutaassıp faşist bile olsa- Katolik keşişlerin ya da kilise­ye bağlı kişiliklerin görüşleri -gerçek anlamda bilimsel ol­masa da- bütün öbür öğretilerin yanında ele alınıp dik­katle incelenir ve tam anlamıyla öğretilir. Dinî düşünce­nin de orada yaşama, toplumsal bilimlerle ilgili dershanelerde ve maddi belgelerle, öteki düşünceler karşısında ele alınma hakkı vardır. Bilim ve düşünceler böyle iler­ler. Böylelikledir ki Batı’ya egemen o paracı ve sermaye­darlığa dayalı kirli sistemine ve kodamanlarına karşın yine de burnumuza insan kokusu gelir ve yine de düşün­ce ve duygu vardır. Halkın, düşünürlerin ve yazarların olduğu, gücün ve siyasetin olmadığı ölçüde insanî gele­nekler ve aklî gelenekler de vardır ve tartışılmaktadır. İşte bu yüzden, bizim İran üniversitelerinde ele alama­yacağımız providence gibi konuyu, orada resmi olarak okutmakta ve tarih felsefesine ilişkin konuları işleyen her kitapta ‘providence’ı da işlemektedirler.

 

Hemen burada bu ilahî meşiyyete inanış tabirini küçümsememek ve o kadar da zayıf sanmamak gerekti­ğini belirteyim. Çünkü bu, incelenmeye değer bir konu­dur. Bir Fransız keşişi olan Milisky, bence son iki yüzyıl­da Avrupa’da yazılmış olan en iyi, en yeni ve en bağımsız eser olan ‘Çağdaş Felsefe Tarihi’ni yazmıştır. Yazar, ke­şiş olmasına ve resmi ruhanî elbisesi giymesine karşın, bütün filozoflara ve bütün öğretilere -dinî, din dışı, hatta din karşıtı filozof ve öğretilere- karşı tam anlamıyla bi­limsel ve aynı zamanda dakik ve irdeleyici bir tarafsızlı­ğa uymuştur. Onun Çağdaş Batı Felsefesi Tarihi’ni, Bertrand Russel’ın Batı Felsefesi Tarihi ile karşılaş­tırdığımızda, yazarları tanımıyorsak Russel’ın kitabını mutaassıpça, bu keşişin kitabınıysa taassupsuz, inanç yükümlülüğünden yoksun ve tam anlamıyla scientist bir insanın eseri olarak görürüz. Ne olursa olsun bu, ilahi meşiyyete inanan bir kişidir. Toynbee ise, kilise mensu­bu ve resmi bir din adamı olmamasına ve tam anlamıyla bilimsel ve akademik bir tip olmasına karşın tarih felse­fesini insanın yaratılışının ilahi planının tecellisi olarak görür ki bu, bir tür ilahi meşiyyete inanmak demektir.



[1] Pek çok kimsenin dilinden oldukça eleştirel bir tavırla dersin başında kalabalığın içinde "siz, niçin derse düzensiz olarak ve genellikle de geç geliyorsunuz?" diye soran öğrencilerden birine cevap...

[2] Dün öğleden sonra saat birden yediye sekize dek buradaydım. Sonra bir köşeye gidip yere oturdum ve ne dersle ilgisi olan, ne konuşmayla ilgisi olan ve ne de makaleyle ilgisi olan -hiçbir şey değildi- bir şey yazdım. Sonra başımı kaldırıp baktığımda saa­tin bugünün dört çeyreğine geldiğini gördüm. Artık beni bağışlayacağınızı umarım.