Akan zaman içinde bir yandan mesafelerin azalması bir yandan artmasıdır söz konusu olan. Yeni hayatın ustaları hayatın acemilerine kin kusar. Bütün bildiklerini yeniden biçimlendirerek bilinç ekinini Ebabil kuşlarının taşlarını yiyen Ebrehe ordusuna döndürmüştür çünkü. İbret alınacak, imtina edilecek günleri yaşıyor olmanın bilgisi ötelenmiştir. Kekrelik yaygınlaşmıştır. Geçmişle gelecek arasındaki irtibat nerdeyse birleşmemecesine kopmuştur. Bütün bu olumsuzlukların karşısında kim varsa odur aslında Ali Şeriati. Bütün diri bilinçler gibi ister istemez statükodan ve alışılagelenden, sonlu ve sınırlı olandan kaçmıştır. Kendini “var” hissedebilmek için…
Ve işte o zaman bir yazar olarak eylemi tıpkı bir öğretmenin, bir mütercimin, bir ideologun, bir fikir önderinin, bir tarihçinin, bir aydının eylemi gibi konuşmaktır. Ateşli sözlerden oluşan kurşunları düşmanın kara ordusuna yağdırmak, uyuyanları uyandırmak, cehalet gecesinin kara çadırını yırtıp yakmak ve düşünce alevi ile geceyi ateşe vermek, kışı ısıtmak, tek kelimeyle "mesajı" halkın kulağına iletmektir. Zulüm düzenine karşı bir ömür kalemi ve yüreğiyle mücadele veren, on binlerce genci Hüseyniye-i İrşad`da bilinçlendiren, defalarca hapsedilen, sürgün edilen, aç, işsiz bırakılan, hasta çocuğunu dahi tedavi ettiremeyen, ama yine de yılmadan yorulmadan yazan, konuşan ve 1977 yılında sürgün gittiği Londra`da şehid edilen bir öncü düşünürdür.
TANIŞIKLIKLAR
Ali Şeriati ile genel olarak 1980`li yılların başlarında tanıştı Türkçe kültür ortamı. Bundan önce de ufak tefek tanışıklıklar yok değildi. 1970′li yıllarda Pınar dergisinde yayımlanan Cemil Meriç’in “Göller Bölgesinde Bir Ada” yazısından başlayarak farklı yıllarda yayımlanmış yazılar yer alır bu evlekte. Ama bunlar İran devriminin rüzgârı ile gelen tercüme süreci kadar etkili olmadı. Cemil Meriç’in adını andığım yazısı tek kelimeyle Şeriati’ye şapka çıkaran bir yazıydı. Şapka çıkarmak aslında, şövalyelere özgü bir Ortaçağ âdetinin uzantısıdır. Başından zırhını çıkaran bir şövalye, böyle yapmakla, muhatabına, "Sana güveniyorum, sen de bana güvenebilirsin!" demiş olurdu. Bu anlamın ilk kısmı geçerli Meriç için. Çünkü kendisine güvenilmeyeceğinin farkındaydı Cemil Meriç. Bu sebepten olsa gerek, Şeriati etkisi uyandıramayışından söz eder. İmaları bakımından bir anlamda entelektüel sınır çizimidir bu yazı.
Seksen sonrasında dünyamız yeşil kuşak sarınırken önce gelen isimlerden oldu Ali Şeriati. Gerçekliğe temas etmekten korkmuyordu. Her kelimesi isyan, her kelimesi güzellik, her kelimesi vicdan olan öncüydü bu yüzden. Sormadan biliyorum onunla tanışan insanların ilk okudukları kitapları, daha doğrusu dilim dilim kitapçıkları: “Dine Karşı Din”, “Anne Baba Biz Suçluyuz”, “Ne Yapmalı”, “Dua”, “Hacc”, “Öze Dönüş”, “İnsanın Dört Zindanı” ilk akla gelenleri. Uyanmak var uyanacağım, yürümek var yürüyeceğim diyen epeyce insan okudu bu kitapları. Tümsekler ve çukurlar daha çokken tanımanın önünde. Yine de merak ediyorum hâlâ aklında mı insanların Şeriati? Sonradan, devrimin gerçek ideoloğu olduğunu öğrendiğimiz Şeriati, belki de rakiplerine nazaran düşünceleri ilk önce kenara atılanlardan oldu.
Şeriati’nin ilgi alanlarının özelliği, üslûbu ve perspektifi göz önüne alındığında, uyum dönemlerinin tekerine çomak sokacak bir düşünür olduğu ortada. Çürük tahta uyumun varoluş tarzı haline geldiği zamanlar için uygun bir düşünür/yazar olarak görülmediğini düşünüyorum Şeriati’nin.
Biraz da hayatının belli başlı dönemlerine bakalım oylumlu hayatın.
ÖRNEK BİR HAYAT
Şeriati 1933 yılında Mazinan, Sabzevar, İran`da doğdu. Babası bir vaizdi. Eğitim yıllarında ilk kez İran`ın daha aşağı sınıflarından insanlarla tanıştı, var olan fakat bilmediği yoksulluk ve zorluklarla tanışması bu dönemde oldu. Ayrıca aynı dönemde Batı felsefi ve siyasi düşüncesiyle de tanışmıştır. Modern sosyoloji ve felsefenin bakış açısı ve bunun geleneksel İslami prensipler ile harmanlanması aracılığıyla Müslüman toplum ve toplulukların karşılaştığı sorunları açıklamaya ve çözümler bulmaya çalışmıştır. Şeriati Mevlana ve Muhammed İkbal`den büyük ölçüde etkilenmiştir.
Üniversite öğrenimini İran`da bitirdikten sonra, Paris Üniversitesi`nde yüksek lisansına başladı. Batıya doğru yolculuğunun bir başka boyutu olarak da görebiliriz bunu. Burada, 1964 yılında felsefe ve sosyoloji dallarında doktor olmuştur. Daha sonra İran`a dönmüş, fakat hemen Şah yönetimi tarafından tutuklanıp hapsedilmiştir. Silinmez lekeler bıraktı Şah düzeninin kalbinde. Bu yıllar sonra anlaşıldı. İktidarı savuran bir düşünsel atölyeydi. Yönetim onu Fransa`dayken devleti yıkıcı siyasi aktivitelerde bulunmakla suçlamıştır. Daha sonra 1965`te serbest bırakılmış ve Meşhed Üniversitesi`nde eğitim vermeye başlamıştır. Dersleri kısa sürede farklı toplumun farklı kesimlerinden öğrenciler tarafından beğenilmiş ve popülerleşmiştir.
Bunun sonucu yönetim Üniversite`yi zorlayarak onun eğitim vermesini engellemiştir. Bunun üzerine Şeriati Tahran`a giderek; Hüseyniye-i İrşad’da cuma günleri ders vermek üzere çağırılır. Bir yandan İrşad’daki hâkim anlayışı eleştiren Şeriati, burayı bir yandan da gençlere dini düşünceyi açıklayabileceği bir mekân olarak görüyordu. İslam’a yeni bakış açısıyla yaklaşmasından dolayı geleneksel halk kesiminden ağır eleştiriler alıyordu. “Eğer orada derslere devam etmem isteniyorsa İrşad yöneticilerinin Hariciler ve Beni Ümeyye arasında bir tercihte bulunması gerekiyor” diyordu ve “Ben bir vaiz olmak istemiyorum. Bugün İrşad şaşaalı ve modern bir vaazhaneye dönüşmektedir. Ben asla geri kafalı modern tipler gibi mikrofonun arkasında sinezani (göğse vurarak ağıt yakmak) istemiyorum. Ben yenilikçi anlayışımı bir çeşit İranlı olmakla, ruhları çöplük haline geldiği halde medeni kültür sahibi olduğunu zannedenler arasında ortaya koymak istiyorum” diyor.
Yine büyük bir popülariteye ulaşan dersleri, toplumun her kesimindeki öğrencileri etkilemiştir. Sesi ve düşünceleri sıvazlamıştır öğrencilerin belleğini. Esnemeye başladığı görülmemiştir öğrencilerinin onun karşısında. Çünkü bir içtenlik almış başını gitmiştir. Yaşamak yağmurdan bir mevsimdi çünkü onun için. Hayat bu yüzden monoton değildi onun için. Şeriati`nin görüşlerine ilginin arttığı orta ve yüksek sınıflardan öğrencilerin olması dikkat çekiciydi. Bu ilgi de şah yönetiminin Şeriati ile bazı öğrencilerinin tutuklanması emrini vermesine neden oldu. Gerek yurt içinden gerekse yurt dışından gelen tepkiler üzerine yönetim onu serbest bıraksa da çeşitli şartlarla tahliye edilmişti.
Kesinlikle herhangi bir eğitim aktivitesinde yer almayacak, hiçbir şey yayımlamayacak ve özel veya genel hiçbir toplantı yapmayacaktı. Ayrıca devletin güvenlik örgütlerinden Savak onun yakın çevresini yakın gözetim ve denetim altında tutacaktı.
Şeriati bu şartlara karşı çıkarak ülkesini İngiltere`ye gitmek üzere terk etmeye karar verdi. Üç hafta sonra, 19 Haziran 1977`de öldürüldü. Uykusu kaçınca içine sıkıntı çöken insanobur zalimler hep bunu yapmazlar mı? Ama ne gizlenebilir ki yedi iklim dört bucakta. Her daim hatırlattı kendini Şeriati, “Bak bir hayatla ne yaptım” dercesine.
Devrim öncesi İran`ın en önemli ve etkili felsefi liderlerinden sayılan Şeriati`nin görüşleri bugün hâlâ İran toplumunda popüler ve etkindir. Özellikle bugünkü İslami Cumhuriyet rejiminin biçimi, ulema sınıfının konumu ve eşitlik anlayışına karşı çıkan kesimler tarafından beğenilmektedir.
DÜŞÜNSEL ÇABALARI
Şeriati`nin düşünsel çalışmaları sadece devrim öncesi ve sonrası İran`ı değil, dünya çapında İslamcı topluluk ve düşünceler başta olmak üzere birçok kişi ve grubu etkilemiştir. Çeşitli dini kavramlara yaklaşımı, ulema sınıfının eleştirisi ve İslamcılık hareketinin içinde kabul edilen çeşitli çıkarımlarıyla ilgi çekmiştir. Birçok eseri bulunan Ali Şeriati`nin eserlerinin neredeyse tümü Türkçe’ye çevrilmiştir.
Ali Şeriati kendi medeniyetinin sınırlarını çok iyi bilmesinin yanı sıra, Batı`yı da `Batılılaşma` batağına saplanmadan ve kendi dünyasından bakarak anlamış olmanın verdiği özgüvenle hareket edebilen büyük düşünce işçisidir. Başkası olmayandır. Gölgesizlerden uzaktır. Hayırlı hayırdır. Acıya gark olmak vardır ya hani. Soyu az kalmış belki de hep az olan içli bir insandır. İsyandır. Yalnızlık sözlerinin sahibidir. Adaletsiz olmaktansa adalet olmuştur.
Sosyolojiden dinler tarihine, antropolojiden sanata, ideolojilerden ekonomiye, edebiyattan felsefeye kadar çok geniş bir sahada kısa ömrünce dolaşmış, yazmış, konuşmuş bir adam elbette son şarkısını söylemiş değildi. Durum böyle olunca anlaşılmasının önündeki engeller daha da ziyadeleşiyor. Birçok mevzuda fikirler beyan eden insanların anlaşılmaları elbette güçtür. Parçacı yaklaşımlarla, yeterince analiz edilmeden kulaktan dolma fikirlerle anlaşılmaya çalışılan insanların kaderi çoğu zaman karalanmak olur. Doktor da bunlardan ziyadesiyle nasibini almıştır. Fakat bu onun engin düşünce dünyasına, bağlı olduğu dini düşünceye asla halel getirmez. Onun hayatı ve düşünceleri savunulmaya mahal bırakmayacak kadar derindir. Şeriati’yi okumak ve anlamak insanları ucuz muhalefetin kuklalığından da uzaklaştırır.
Ali Şeraiti son yüzyıl Müslüman entelektüelleri içerisinde çok ayrı ve özgün yeri olan bir isim. Diğer benzer kişilerin aksine Şeriati Doğu ve Batı düşüncesine ve onların modern görünümlerine hâkim, modern zamanları ve sorunlarını İslam’dan yola çıkarak, modern bir dille eleştirebilen ender kişiliklerden birisidir. Pervasız bir edayla konudan konuya sıçramak onun en bariz özelliğidir: Eski-yeni, yerli-yabancı, özel-genel ayrımı yapmaksızın kitapların, düşünürlerin, ürünlerin arasında eleştirel olarak dolaşmak niyetinde olduğunu sezeriz yazılarında/kitaplarında. Belki onun bu yönü Cemil Meriç’in onun hakkında Türkçedeki ilk yazıyı kaleme almasına neden olmuştur. Çünkü Cemil Meriç’in bu yazıyı niçin yazdığını anlayamadığını itiraf eden isimler biliyorum.
Şeriati’nin kısa süren hayatı okumak, yazmak, anlatmak ve düşünceleri uğrunda mücadele etmekle geçti. Bu hareketlilik içinde medeniyet tarihinden dinler tarihine, sanattan yaratılışa, tarih felsefesinden ideolojilere, iktisattan sosyolojiye kadar neredeyse insanı ilgilendiren her alanda söz söylemiş bir aktivist idi. Etkisi dünyanın her köşesine yayılmış bir İslam düşünce ve eylem adamı olan Şeriati’nin ilgisi sömürü karşısında direnen tüm insanları içermektedir. Amerika`yı 1976 yılında Arap cahiliyesinin aynısı olarak niteleyen Şeriati, aşk, adalet ve özgürlük hakkında Amerika`da bulunan oğlu İhsan’a 1977 yılında şöyle seslenmiş:
"Büyük bedbahtlık, çağımız insanın en büyük bedbahtlığı, üç fıtri ihtiyacının tecellisi olan üç tarihî arzusunun birbirinden uzak düşmesidir. Oysa bu üç arzu, birbirinden uzak olduğunda yalan olup çıkar. Bunlar birbirlerinden uzakta yaşayamazlar. Her birinin gerçekleşmesi diğer ikisinin varlığına bağlıdır. Bunlar biri topal olunca diğer ikisi de yıkılan sehpa gibidir. Özgürlük, aşk ve adalet… Özgürlük ve adalet olmadan tek başına aşk asılsız bir sûfiliktir. Hürriyetsiz, aşksız adalet, modern ve gelişmiş besi ahırlarında koyunlar gibi sürüce yaşamaktır. Adaletsiz ve aşksız özgürlük ise ayyaşlıktır." Parçalanmaya yönelik itirazını işte böyle dile getirir bir düşünür.
PİŞKİNLİĞİN KIRKLI HÂLİ
Tarihi vicdanın, uygar bir ruha özgü olduğunu anlatır. Geçmişle tümüyle yabancılaşmanın sıkıntılarını dilendirir Öze Dönüş’te. Türkiyeli bir mühendisle diyalogu da yer alır bu eserinde. Şunları anlatır Şeriati: “İsviçre’den İran’a dönüyordum. Yoldaşım, İzmirli bir Türk öğrenciydi, İsviçre’de eğitim görmüş(!) bir ziraat mühendisiydi. Benim için bundan iyi bir yolculuk olabilir mi? Türkiye’nin mimarisinin dinî, kültürel, siyasî ve sosyolojik açıdan bence kapalı kalmış ince noktaları, güzel Fransızca konuşan gencin parmağıyla aydınlanacak diye düşündüm. Birkaç gün süren beraberliğimizde bu çerçevede onunla işim olmadığını anladım. Zira onun uzun bir hikâyesi vardı. İstanbul’a vardığımızda askerî bir geçit töreni ile karşılaştık. “Ne oluyor?” diye sordum. O genç, “Türk ordusu, kuruluşunun kırkıncı yılını kutluyor” dedi. “Kırkıncı asır mı?” diye sorduğumda, gülerek “Hayır! Aklın nerede? Kırkıncı yıl!” dedi. Tekrar sordum: “Kırkıncı ne?” Vurgulayarak dedi ki: “Kırkıncı yıl.” Türkiye tarihiyle geçmişinden bu kadar habersiz olan genç, bana bilgince izahatta bulundu: “Türkiye, ülkesiyle, toplumuyla, üniversite, medeniyet, sosyal ve kültürel kurumlarıyla kırk yıl önce kurulmuştur.” Artık dayanamadım. Yeni doğmuş, yeni adam olmuş, tarihi, bir insan ömrünün yarısı olan bir ulusa mensup bu adamla beraber olmaya dayanamayıp kaçtım!(…)”
Hayat değil tarih ne kadar kurgusal değil mi kanka? Kırk yıl oldu bilmem kaç yıl. Olgunlaşmamış yabancılık öylece durmakta. Yalnızca bizim bildiğimiz bir yabancılık değil olan biten. O tatsız durum sürüyor hala.
Ardından yabancılaşmanın kırk dereden su getiremeyen ucuzca savunularına değinir ironik diliyle. Saçmalığın alıp başını gidişine ve sersemliğine değinir. Bütün ışıkları yanmıştır üzüntüsünün ve eleştirisinin: “İstanbul Kütüphanesi’ne gittim. İstanbul ki kültür, tarih ve kitap dünyasında çok büyük bir şöhreti var. Şevket ve güç dolu İslamî yüzyıllar boyunca bir hazine hazırlamıştır. Gördüm ki bu kütüphanenin salonu, geçmişin şevketini anlatıyor. Fakat bu geniş salonun kıyısında köşesinde el yazması eserleri inceleyen birkaç oryantalist var ve Türkiye’nin halkından ise bir tek Farsça bilen meşhur Ahmet Ateş’i gördüm. Diğerleri ise, onların kişiliğini, manevî ve kültürel geçmişlerini oluşturan bu hazinelere sadece bakmaktalar. (…)
Anladım ki bu genç entelektüel mühendisi önce bu geçmişe yabancılaştırmak gerekti ki “Evet, senin tarihin, sadece kırk yıl öncesinden başlar” fikrini ona kavratabilsinler.
Şimdi sen Afrika’da yeni doğmuş Çad, Togo, Kongo, Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerin ömrü kadar yaşı olan bir ulus musun? Mağlubiyetten başlayan bir tarih! Yani sen hiç yoktun, hiç olmadın! Düşünce, bilgi, dil, kitap, üniversite, uygarlık adına şu anda sahip olduğun her şey, bizim atiyyemizdir.
Dedim ki: “Siz Müslümansınız, niçin Cuma yerine Avrupalılar gibi Pazar gününü hafta tatili yaptınız?”
Yaptığı tahlil, çok pişkinceydi: “Cuma, İslamî ve dinî bir bayram günüdür, mukaddestir. Eğer cumayı tatil yapsaydılar, hepsi eğlence, fısk ve fücura bu kutsal günde gitmek zorunda kalırlardı. Cuma yerine pazarı tatil yaptılar ki tüm bu eğlence, fısk, fücur ve rezaletler Hıristiyanların kutsal gününde yapılsın.” Bu sözlerden sonrası mümkün değil, gerçekten değil.
Aydınlandım! Fakat zavallı ben, Avrupa ekonomisiyle olan ilişkiler nedeniyle cuma yerine pazarın hafta tatili yapıldığını, böylece İslam ve Avrupa pazarları arasında uyum sağlandığını hayal ediyordum. Fakat bunların manevî ve dinî analizlerini öğrenince sorunun ekonomik değil, İslamî olduğunu anladım!” Aklın en dik uçurumdan yuvarlanması değil midir zaten pişkinlik? Adil bir curcuna kisvesiyle üstelik…
İNCİTİCİ SÖZDİZİMİ
Merceği hem güncelliğe hem kadim olana ayarlı Şeriati’nin sözdizimi dostlarını dahi incitecek özellikler barındırıyor. Seçtiği konular düşünce ve kültür alanına dışarıdan bakan çok sayıda insanın gözünde yabancı ve yabansı olarak algılanıyor. Çünkü rahatsız ediyor yabancılıklarımızı. Onun "Ben rahat olanların rahatını bozmaya geldim" sözleri bunu açımlayan sözlerinden yalnızca biri. Görüşlerini net ve keskin bir üslupla ortaya koymasının özellikle geleneksel kesimlerin büyük tepkisini çektiğine de değinmeliyiz. Bu, onun devrim sonrasında sansüre tabi tutulmasının nedenlerinden biridir aynı zamanda. İmamet müessesesi, mezhebi taassubun aşılması, modern Batı düşüncesinin kavranması ve cevap üretilmesi konularında ileri ve ufuk açan görüşlerinin her kesimin tepki ve karalamalarına maruz kaldığını ise eklemeli.
Umarım Ali Şeriati’nin isabetli düşünceleri, yorumları konformist, kireçli algılarımızı terk etme ve sahih olanla irtibat kurma, çoğu zaman kendimizin bile farkında olmadığı zindanlarımızdan kurtulma yolunda bizlere yardımcı olur. Ali Şeriati`nin devrim düşüncesini kitlelere yayışı, öze dönüş çağrısının Müslüman toplumlara etkisi, evrensel İslam anlayışını ortaya koyan, milliyetçiliği aşan anlayışı, kadının toplumdaki konumu, adalet ve tevhid vurguları bunlardan birkaçıdır. İşte bu yüzden, Şeriati’nin büyük sorgulamalarına durmadan dönmek, kitaplarının sayfalarını ağır ağır kat etmek, bizi bir çözüme götürecek muhalefeti inşa edebilir diye düşünüyorum.
Unutmakla arınmıyoruz.
Ama hatırlamakla arınıyoruz çoğu zaman.
Hep hatırlıyoruz tedirginlikle unuttuklarımızı.
En iyisi mi, durmadan bir şeyler edin. Tedirgin edin. Ruh için birebirdir.
Tedirgin olursak tedirgin edeceğiz.
Kaynak: Özgün Duruş Gazetesi - 29.06.2010