Tarih felsefesinin ve tarihsel çözümleme yönteminin en ünlü öğretisinden söz ederken, dünyadaki toplumsal, iktisadî ve siyasi nedenler doğrultusunda halk içine öteki öğretilerden daha çok giren ve daha çok genellik kazanan bir öğretiyle karşı karşıyayız. Bugün dünyanın her yanında, öğrenim görmüşlerin ve aydınların çoğu onunla tanışıktır; bu tanışıklığın, yüzeyde genişlerken derinlikten yoksun kalması ayrı bir konu.
Bir bakıma, yüzeyde genişleyip derinlikten yoksun kalma, uzmanlaşmış ve kendine özgü alanda öğrenim görmüş grubun dışına çıkarak genelleşen ve siyasetle, toplumsal ve sınıfsal konularla ve günün sorunlarıyla birlikte yürüyen bilimin değişmez yazgısıdır. Bilimin bu yeni rolü, insanlık için ya da bir ulus veya bir sınıf için yapıcı ve olumlu bir rol olsa da bilimin avamileşmesi gibi bir zarar görür bilim.
Genellikle kimi bilim ve fenler, özel toplumsal ve tarihsel koşullara ya da özsel özelliğine ve içinde taşıdığı kökenin, yükümlülüğün ve amacın gereğine göre uzmanların sınırlanmış alanından ve üniversitenin dört duvarından çıkıp genelleşirler. Buysa bilimin genelleşmesi ya da avamileşmesi olup çağımızın özelliklerinden biridir.
Bu hastalık ya da sapmada kimi bilimlerin istisna ve özel sayılabilecek durumları vardır. Somut bir ilkeleri, temelleri ve kuralları bulunmadığından, herkes bu bilimleri bildiğini kolayca ileri sürebilir. Ben bunlara sahipsiz bilimler adını verdim.
Bu girişle amacım, bilimin genelleşmesine karşı çıkmak olmayıp bilimin genelleşmekle kendine aldığı yazgıyı açıklamaktır. Çünkü ben, yazı ve konuşmalarımda insanların hizmetinde bulunmayan bilimi, toplumsal sorumluluk taşımayan bilgini şiddetle eleştirmişimdir hep. Bilim için bilimden, sanat için sanattan, güzellik için güzellikten, edebiyat için edebiyattan, bilimsel tarafsızlıktan, bilgin’in tarafsızlığından ve bilimsel araştırma özgürlüğünden büyük bir facia, insanlık karşıtı bir aldatmaca diye söz etmişimdir hep. Bilimin tarafsızlığı ve “bilimin ideolojilere ve inançlara hizmet etmekten kurtulması” sloganını -ki bugün şiddetle gündemdedir- dünyada gücü ellerinde bulunduranların -ki hep insan yığınlarını yoksun bırakmakla bilimi para ve güç için bir araç kılmaya çabalamaktalar- ortaya attıkları bir slogan olarak görüyorum. Onlar, bu sloganı halk için öyle aldatıcı bir biçimde boyamışlardır ki saf inançlı bilginlerin ağızlarından bile bu slogan duyulmaktadır. Örneğin bilgin ve görüşsüz bir üniversite hocası da kendi kişisel inancı olarak, bilimin inançla, dinle, din karşıtlığıyla, ideolojiyle, toplumsal kuramlarla ve genel olarak eylemle bağlantı içinde olmasını eleştirmekte ve bilimin tüm bunlardan bağımsız kılınması ve özel bir eylemi gerçekleştirme yükümlülüğünün bilime ve bilimsel araştırmaya yüklenmemesi gerektiğine inanmaktadır.
Tüm bunları hep söyledim ve söylemekteyim; şiddetle eleştirdim ve eleştirmekteyim. Fakat şu da var ki bilim, toplumsal yükümlülük almak, yükümlülüğünü yerine getirme amacıyla uzmanların çerçevesinden çıkmak, genelin hizmetinde olmak ve herkesin düşünce ve inanç silahı durumuna gelmek istediğinde zarar görür, avamileşir ve bilimsel derinlik ve değerini azaltır.
Marx ve Marksizm’in de böyle bir yazgısı vardır.
Kişilikleri mutlak bir düşünür ve birey olarak görmek ve onlardan bir kişi olarak söz etmek; yaygın yanılgılardandır. Derler ki Hafız’ın inancı şöyle şöyledir; Ebu’l-Ala Ma’arri’nin ise dine, dünyaya ve felsefeye bakışı şöyledir; Hayyam’ın şiir, inanç ve felsefe öğretisi şudur. Marx böyle inanır, Proudhon şöyle; St. Simon ise başka türlü inanır...
Bunlar, büyük kişileri kültürde, bilimde, edebiyatta, felsefede, tarihte vb. kendileriyle ve tanıdıkları sıradan kişilerle karşılaştırmazlar ve hepsini hayatlarının tüm dönemlerinde aynı olan ve hiçbir değişikliğe uğramamış değişmez soyut öğeler olarak görürler. Bu yüzden bir şairin ya da bir düşünürün bütün şiirlerini, bütün gazellerini, bütün sözlerini ve görüşlerini bir öğretiye bağlarlar. Oysa bu şiirin şairi, bu öğretinin sahibi, hayatı boyunca çeşit çeşit dönemler görmüş, çeşitli düşünsel ve ruhsal değişimler geçirmiş ve kuşkusuz bir düşünür olarak, ağzını açıp konuşmaya ve söylemeye başladığı andan ömrünün sonuna, son nefesine dek aynı ve tekdüze olamayacak, olgunlaşma ve değişimden uzak kalamayacak bir insandır. Donuk ve taklitçi olmayan -eğer donuk ve taklitçi olursa değişmeden kalır ve her zaman aynı şeyleri söyler- düşünce, araştırma ve özgür düşünüş adamı olan her canlı insan, her zaman kendi geçmişini eleştirip düzeltir, çalışmasını, dilini, zevkini ve hatta yönünü değiştirir ve kimi zaman da devrimci biçimde değişir.
Ancak bu yolla insan hareket ve evrim kazanır. Seçkin bir dehaları bulunan düşünür ve bilginlerin, sıradan kişilerden -ki kimi zaman öylesine donukturlar ve taassupların, kalıtsal ya da taklitlik kalıpların içinde öyle kalırlar ki doğdukları gibi ölürler- daha çok çeşitli dönemleri vardır ve çeşitli bunalımlarda yönlerini ve düşüncelerini değiştirirler; hatta taşıdıkları inanç öğretilerinin bütününde değişiklik oluşur. Bilim ve edebiyat büyüklerinin hayatlarını araştırmada bulunan güçlük, onların hayatlarının çeşitli ve hatta değişik dönemlerinin göz önüne alınmamasıdır. Örneğin Ebu’l-Ala Ma’arri’nin hayatını ve eserlerini araştırırken bir yerde en temiz ve aşkın dinî duyguyu görürken, bir başka yerde en kötümser ve karanlık felsefî yeisi, daha başka bir yerde en sarsıntılı felsefî kuşkuyu, başka bir yerde de insanlık karşıtı mutlak karamsarlığı bulabilirsin. O şöyle der;
“Allah’a şükürler olsun ki beni kör ederek bu insanları görmememi ve gözümün bu pis varlıkların hiçbiriyle kirlenmemesini sağladı.
Kıyamette görmeye başlayıp, başkalarını görme azabına uğrayacağımdan korkuyorum.”
Başka bir yerde de şöyle der;
“Dünya insanları iki türlüdür; ya akıllı olup dinsizdirler, ya da dinli olup akılsızdırlar.”
Aynı din karşıtını bir başka yerde, Ali’ye ve Hüseyin’e olan imanı, hatta iman şiddetini ve aşkı anlatan en latif kelimelerle konuşurken görürsün;
“Zamanın yüzünde her zaman, Ali ve oğlundan iki yadigâr bulunmaktadır; Sabahleyin tan yerinin kızıllığı, akşamleyin gurubun kızıllığı.
Zaman, her gün Ali ve Hüseyin’in kanının bir parçasını insanlığa gösterir.”
Araştırmacı, sözlerdeki bunca çelişki karşısında şaşkınlığa düşer; kalıplaşmış ve değişmez insana inandığı ve insanın değişmesi ve gelişmesi kavramını anlamadığı için bu konuları tevil etmeye ve olumlu yönde açıklamaya çalışır. Oysa Ebu’l-Ala’nın her zaman aynı olmadığını bilmelidir; yirmi yaşındaki Ebu’l-Ala’nın elli yaşında da aynı olamayacağını bilmelidir. Çünkü çeşitli aşamalardan geçmiş, her aşamada farklı düşünsel sisteme sahip olmuştur. Bu aşamalar -genellikle üç aşama- herkes için geçerlidir; Birinci aşama, başkalarının mirasında bocalama aşamasıdır. İkinci aşama, yüklenen şeye başkaldırı; üçüncü aşama, kendini yeniden buluş ve gerçek değerleri tanıyıp kabul ediş aşamasıdır. Ebu’l-Ala’nın hayatında da -örneğin- bu üç aşamayı görüyoruz. Birinci aşamada, kalıtsaI ve geleneksel dini taşımakta olup ne söylenmişse onu söylemekte, başkaları ne yapmışlarsa o da onu yapmakta ve öğrenmektedir. Söyler ve yaparken söz ve davranışları üzerinde hiç düşünmez. Sonunda bir anda zihninde deha parlar ve düşünme, ayırdetme, değerlendirme ve seçme gücü kazanır. İşte burada kalıtsal ve herşeye egemen olan yargılara karşı başkaldırır ve bunalım, isyan, itiraz ve olumsuzlama dönemine ulaşır ve toplum onu tekfir eder. Bu tekfir, bu mü’min insanın gelişmesinin belirtilerinden biridir. Çünkü bilinçli küfürün, cahilce dinden daha üstün bir makamı vardır. Ben, İslam açısından Ebu’l-Ala Ma’arri ile İbn Ebi’l Avca’nın değerinin haricilerden daha çok olduğunu düşünüyorum. Çünkü dinleri yoksa da bilinçleri vardır.
Böylelikle, büyük bir Şii âlimi, Ebu’l-Ala ile görüşüp söyleştikten sonra şöyle demektedir;
“Onunla görüştüm ve insanlığın tümünü tek bir kişide gördüm, bütün zamanı ve ebediliği tek bir saatte, yerin genişliğini odamda buldum.”
Böyle bir insanın değeri, Zeyneb’e ya da İmam Zeynelabidin’e şunları söyleyen kutsal mü’minden çok çok üstündür;
“Sizi öldürdüyseler bunun İslam’la ve Peygamber ailesiyle ne ilgisi var?”
Sınıfta, öğrencilerimden birinin din karşıtı bir taassubu vardı ve ben ne söylersem, kavgacı bir tavırla reddetmek için tetikte duruyordu. Ele aldığım İslam tarihi konusunda Sakife olayına gelindiğinde ve ümmet ve imameti bir siyasî felsefe ve siyasî toplumbilim olarak ele almaya başladığımda, bilimsel-maddî toplumbilim öğretisi yanlısı olan, bir ideolojisi, bir öğretisi bulunan ve yükümlü, bilinçli olup dine ve doğal olarak bana karşı bulunan bu öğrenci şöyle dedi;
Ben ne dindarım, ne de Allah’a ve İslam’a inandım. Ama “İmametin insan toplumunun kılavuzluğunda en üstün toplumsal sistem olduğuna inandım.”[1].
Duyduğu bir gerçeğe inandığını görüyoruz. Oysa benim yirmi üç yıl öğreti için cihad, yirmi beş yıl vahdet için tahammül, beş yıl adalet için savaş başlıklı konferansımı dinleyip okuyan bir dindar, bana yazdığı mektupta şunları söylemişti;
“Biz çok dindar kişileriz. Senin konuşmanı dinleyince senin bu iki gruptan birine bağlı olduğunu, ya cennet için Ali’ye karşı çıkan Hariciler -kendi nefsini kıyas edip İslam’ın, Peygamber’in ve herkesin huri arzusunda olmasını istiyor- gibi bilgisiz ve cahil insanlara ya da Ali’nin haklı olduğunu bilen ve hakkı yok etmek isteyen bilinçli düşmanlara bağlı olduğunu anladık. Çünkü yirmi beş yıl birlik için tahammül ve suskunluk diyorsun. Oysa vahdet için değil tefrikayı önlemek içindi.”[!]
Bu mü’minle o dinsizi nasıl değerlendirirsiniz? Allah’ın kıyametteki değerlendirmesi nasıl olacaktır. Dinin ölçütleri fizyolojik belirtilerde midir; mü’minin özel bir mührü, imzası ve belirtisi mi vardır?
Kimileri bu düşünsel bunalım ve kalıtsal inançlara başkaldırı dönemine ulaştıktan sonra durağanlaşmakta ve ömürlerinin sonuna dek din karşıtı insanlar olarak tanınmaktadırlar. Fakat bu aşamayı aşan ve yeniden dine ulaşan insanlar da vardır; Sıradan kişilerin ve seçkinlerin ötesinde bir dindir onların ulaştıkları. Avam gözüyle gördükleri ve bilince erince saldırdıkları dine, şimdi kendi bilinçli bakışlarıyla bakmakta ve bu dinin ne ölçüde iman beslenmeye ve övülmeye lâyık olduğunu anlamaktadırlar.
Bu üç aşama, mürtet, zındık, İslam karşıtı ve İslam düşmanı olarak bilinen birçok büyük düşünürün eserlerinde tespit edilip sınıflandırılabilir. Örneğin Hayyam’ın düşünsel gidişini şiirinde kolaylıkla görmek ve incelemek olanaklıdır. Hayyam’ın düşüncesinin çeşitli aşamalarının ayırımında olmazsak, Hay-yam’dan mutlak bir kişi oluşturan ve bu mutlak kalıba uymayan her rubaiyi Hayyam’ın saymayan kişilerin durumuna düşeriz.
Ya da Celâl Âli Ahmed’in hayatının dönemlerini bilmezsek ve ‘Hasî Der Mikat’taki Celâl Âli Ahmed’le 1946–47 yıllarının Celâl Âli Ahmed’ini karşılaştırırsak, Celâl Âli Ahmed’in Hac seyahatnamesinin yazarı olamayacağını söyleriz.
Marx da her büyük kişilik gibi bu üç aşamadan geçmiştir. Fakat doğrudan ve dolaylı olarak onun öğretisinden ve görüşlerinden etkilenen kişiler, buldukları her şeyi bütünsel Marx başlığı altında ele almakta, ortaya çıkan çelişkiler karşısında şaşırmakta ve tevile koyulmaktadırlar. Yapabilseler -ki yapamazlar- kimi sözlerin ve yazıların Marx’a ait olduğunu yalanlayacaklardır. Oysa onun hayatının üç dönemine dikkat etseler, Marx’ın bir görüşünün bir başka görüşüne ters düşmesinin, bu görüşlerden birinin on beş yaşındaki Marx’a, birininse elli yaşındaki Marx’a ait oluşundan kaynaklandığını anlarlar. Çünkü değişken ve devingen insan, bunca yıl hareketsiz kalmamış, gelişme çizgisinde evrim geçirip değişmiştir.
[1] Burada kutsal bir zat oturmuş, benim İmam Hüseyin konusundaki üç saatlik konferansımı dinlemiş ve sonra da yanındakinin sırtına hafifçe vurarak şöyle demişti: "Bak, önce Zeyneb, sonra İmam Hüseyin diyor! Önce bacı diyor, sonra kardeş, diyor. Söylenenlerin hepsinin doğru olduğu anlaşılıyor"!