Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-12 [Bölüm 1] MARX’IN HAYATININ ÜÇ DÖNEMİNDE MARKSİZM
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-12 [Bölüm 1] MARX’IN HAYATININ ÜÇ DÖNEMİNDE MARKSİZM

BİLİMİN GENELLEŞMESİ YA DA AVAMİLEŞMESİ

 

Tarih felsefesinin ve tarihsel çözümleme yönte­minin en ünlü öğretisinden söz ederken, dünyadaki top­lumsal, iktisadî ve siyasi nedenler doğrultusunda halk içine öteki öğretilerden daha çok giren ve daha çok genel­lik kazanan bir öğretiyle karşı karşıyayız. Bugün dünya­nın her yanında, öğrenim görmüşlerin ve aydınların ço­ğu onunla tanışıktır; bu tanışıklığın, yüzeyde genişler­ken derinlikten yoksun kalması ayrı bir konu.

 

Bir bakıma, yüzeyde genişleyip derinlikten yoksun kalma, uzmanlaşmış ve kendine özgü alanda öğrenim görmüş grubun dışına çıkarak genelleşen ve siyasetle, toplumsal ve sınıfsal konularla ve günün sorunlarıyla birlikte yürüyen bilimin değişmez yazgısıdır. Bilimin bu yeni rolü, insanlık için ya da bir ulus veya bir sınıf için ­yapıcı ve olumlu bir rol olsa da bilimin avamileşmesi gi­bi bir zarar görür bilim.

 

Genellikle kimi bilim ve fenler, özel toplumsal ve ta­rihsel koşullara ya da özsel özelliğine ve içinde taşıdığı kökenin, yükümlülüğün ve amacın gereğine göre uzman­ların sınırlanmış alanından ve üniversitenin dört duva­rından çıkıp genelleşirler. Buysa bilimin genelleşmesi ya da avamileşmesi olup çağımızın özelliklerinden biri­dir.

 

Bu hastalık ya da sapmada kimi bilimlerin istisna ve özel sayılabilecek durumları vardır. Somut bir ilkele­ri, temelleri ve kuralları bulunmadığından, herkes bu bilimleri bildiğini kolayca ileri sürebilir. Ben bunlara sahipsiz bilimler adını verdim.

 

Bu girişle amacım, bilimin genelleşmesine karşı çık­mak olmayıp bilimin genelleşmekle kendine aldığı yazgı­yı açıklamaktır. Çünkü ben, yazı ve konuşmalarımda in­sanların hizmetinde bulunmayan bilimi, toplumsal so­rumluluk taşımayan bilgini şiddetle eleştirmişimdir hep. Bilim için bilimden, sanat için sanattan, güzel­lik için güzellikten, edebiyat için edebiyattan, bilim­sel tarafsızlıktan, bilgin’in tarafsızlığından ve bilim­sel araştırma özgürlüğünden büyük bir facia, insanlık karşıtı bir aldatmaca diye söz etmişimdir hep. Bilimin ta­rafsızlığı ve “bilimin ideolojilere ve inançlara hizmet et­mekten kurtulması” sloganını -ki bugün şiddetle gün­demdedir- dünyada gücü ellerinde bulunduranların -ki hep insan yığınlarını yoksun bırakmakla bilimi para ve güç için bir araç kılmaya çabalamaktalar- ortaya attıkları bir slogan olarak görüyorum. Onlar, bu sloganı halk için öyle aldatıcı bir biçimde boyamışlardır ki saf inançlı bilginlerin ağızlarından bile bu slogan duyulmaktadır. Örneğin bilgin ve görüşsüz bir üniversite hocası da kendi kişisel inancı olarak, bilimin inançla, dinle, din karşıtlı­ğıyla, ideolojiyle, toplumsal kuramlarla ve genel olarak eylemle bağlantı içinde olmasını eleştirmekte ve bilimin tüm bunlardan bağımsız kılınması ve özel bir eylemi ger­çekleştirme yükümlülüğünün bilime ve bilimsel araştır­maya yüklenmemesi gerektiğine inanmaktadır.

 

Tüm bunları hep söyledim ve söylemekteyim; şiddet­le eleştirdim ve eleştirmekteyim. Fakat şu da var ki bilim, toplumsal yükümlülük almak, yükümlülüğünü yerine getirme amacıyla uzmanların çerçevesinden çıkmak, genelin hizmetinde olmak ve herkesin düşünce ve inanç silahı durumuna gelmek istediğinde zarar görür, avamileşir ve bilimsel derinlik ve değerini azaltır.

 

Marx ve Marksizm’in de böyle bir yazgısı vardır.

 

DEĞİŞEN İNSANIN ÜÇLÜ HAYATI

 

Kişilikleri mutlak bir düşünür ve birey olarak gör­mek ve onlardan bir kişi olarak söz etmek; yaygın yanıl­gılardandır. Derler ki Hafız’ın inancı şöyle şöyledir; Ebu’l-Ala Ma’arri’nin ise dine, dünyaya ve felsefeye bakı­şı şöyledir; Hayyam’ın şiir, inanç ve felsefe öğretisi şu­dur. Marx böyle inanır, Proudhon şöyle; St. Simon ise başka türlü inanır...

 

Bunlar, büyük kişileri kültürde, bilimde, edebiyat­ta, felsefede, tarihte vb. kendileriyle ve tanıdıkları sıra­dan kişilerle karşılaştırmazlar ve hepsini hayatlarının tüm dönemlerinde aynı olan ve hiçbir değişikliğe uğra­mamış değişmez soyut öğeler olarak görürler. Bu yüzden bir şairin ya da bir düşünürün bütün şiirlerini, bütün ga­zellerini, bütün sözlerini ve görüşlerini bir öğretiye bağ­larlar. Oysa bu şiirin şairi, bu öğretinin sahibi, hayatı bo­yunca çeşit çeşit dönemler görmüş, çeşitli düşünsel ve ruhsal değişimler geçirmiş ve kuşkusuz bir düşünür ola­rak, ağzını açıp konuşmaya ve söylemeye başladığı an­dan ömrünün sonuna, son nefesine dek aynı ve tekdüze olamayacak, olgunlaşma ve değişimden uzak kalamaya­cak bir insandır. Donuk ve taklitçi olmayan -eğer donuk ve taklitçi olursa değişmeden kalır ve her zaman aynı şeyleri söyler- düşünce, araştırma ve özgür düşünüş adamı olan her canlı insan, her zaman kendi geçmişini eleş­tirip düzeltir, çalışmasını, dilini, zevkini ve hatta yönü­nü değiştirir ve kimi zaman da devrimci biçimde değişir.

 

Ancak bu yolla insan hareket ve evrim kazanır. Seç­kin bir dehaları bulunan düşünür ve bilginlerin, sıradan kişilerden -ki kimi zaman öylesine donukturlar ve taas­supların, kalıtsal ya da taklitlik kalıpların içinde öyle ka­lırlar ki doğdukları gibi ölürler- daha çok çeşitli dönemle­ri vardır ve çeşitli bunalımlarda yönlerini ve düşüncele­rini değiştirirler; hatta taşıdıkları inanç öğretilerinin bü­tününde değişiklik oluşur. Bilim ve edebiyat büyükleri­nin hayatlarını araştırmada bulunan güçlük, onların ha­yatlarının çeşitli ve hatta değişik dönemlerinin göz önü­ne alınmamasıdır. Örneğin Ebu’l-Ala Ma’arri’nin hayatı­nı ve eserlerini araştırırken bir yerde en temiz ve aşkın dinî duyguyu görürken, bir başka yerde en kötümser ve karanlık felsefî yeisi, daha başka bir yerde en sarsıntılı felsefî kuşkuyu, başka bir yerde de insanlık karşıtı mut­lak karamsarlığı bulabilirsin. O şöyle der;

 

“Allah’a şükürler olsun ki beni kör ederek bu insanları görmememi ve gözümün bu pis varlıkların hiçbiriyle kirlenmemesini sağladı.

 

Kıyamette görmeye başlayıp, başkalarını görme aza­bına uğrayacağımdan korkuyorum.”

 

Başka bir yerde de şöyle der;

 

“Dünya insanları iki türlüdür; ya akıllı olup dinsiz­dirler, ya da dinli olup akılsızdırlar.”

 

Aynı din karşıtını bir başka yerde, Ali’ye ve Hüse­yin’e olan imanı, hatta iman şiddetini ve aşkı anlatan en latif kelimelerle konuşurken görürsün;

 

“Zamanın yüzünde her zaman, Ali ve oğlundan iki yadigâr bulunmaktadır; Sabahleyin tan yerinin kızıllığı, akşamleyin gurubun kızıllığı.

 

Zaman, her gün Ali ve Hüseyin’in kanının bir parça­sını insanlığa gösterir.”

 

Araştırmacı, sözlerdeki bunca çelişki karşısında şaş­kınlığa düşer; kalıplaşmış ve değişmez insana inandığı ve insanın değişmesi ve gelişmesi kavramını anlamadığı için bu konuları tevil etmeye ve olumlu yönde açıklama­ya çalışır. Oysa Ebu’l-Ala’nın her zaman aynı olmadığını bilmelidir; yirmi yaşındaki Ebu’l-Ala’nın elli yaşında da aynı olamayacağını bilmelidir. Çünkü çeşitli aşamalar­dan geçmiş, her aşamada farklı düşünsel sisteme sahip olmuştur. Bu aşamalar -genellikle üç aşama- herkes için geçerlidir; Birinci aşama, başkalarının mirasında boca­lama aşamasıdır. İkinci aşama, yüklenen şeye başkaldırı; üçüncü aşama, kendini yeniden buluş ve gerçek değer­leri tanıyıp kabul ediş aşamasıdır. Ebu’l-Ala’nın haya­tında da -örneğin- bu üç aşamayı görüyoruz. Birinci aşa­mada, kalıtsaI ve geleneksel dini taşımakta olup ne söy­lenmişse onu söylemekte, başkaları ne yapmışlarsa o da onu yapmakta ve öğrenmektedir. Söyler ve yaparken söz ve davranışları üzerinde hiç düşünmez. Sonunda bir an­da zihninde deha parlar ve düşünme, ayırdetme, değer­lendirme ve seçme gücü kazanır. İşte burada kalıtsal ve herşeye egemen olan yargılara karşı başkaldırır ve bu­nalım, isyan, itiraz ve olumsuzlama dönemine ulaşır ve toplum onu tekfir eder. Bu tekfir, bu mü’min insanın ge­lişmesinin belirtilerinden biridir. Çünkü bilinçli küfü­rün, cahilce dinden daha üstün bir makamı vardır. Ben, İslam açısından Ebu’l-Ala Ma’arri ile İbn Ebi’l Avca’nın değerinin haricilerden daha çok olduğunu düşünüyo­rum. Çünkü dinleri yoksa da bilinçleri vardır.

 

Böylelikle, büyük bir Şii âlimi, Ebu’l-Ala ile görüşüp söyleştikten sonra şöyle demektedir;

 

“Onunla görüştüm ve insanlığın tümünü tek bir kişi­de gördüm, bütün zamanı ve ebediliği tek bir saatte, ye­rin genişliğini odamda buldum.”

 

Böyle bir insanın değeri, Zeyneb’e ya da İmam Zeynelabidin’e şunları söyleyen kutsal mü’minden çok çok üstündür;

 

“Sizi öldürdüyseler bunun İslam’la ve Peygamber ai­lesiyle ne ilgisi var?”

 

Sınıfta, öğrencilerimden birinin din karşıtı bir taas­subu vardı ve ben ne söylersem, kavgacı bir tavırla red­detmek için tetikte duruyordu. Ele aldığım İslam tarihi konusunda Sakife olayına gelindiğinde ve ümmet ve imameti bir siyasî felsefe ve siyasî toplumbilim olarak ele almaya başladığımda, bilimsel-maddî toplumbilim öğre­tisi yanlısı olan, bir ideolojisi, bir öğretisi bulunan ve yü­kümlü, bilinçli olup dine ve doğal olarak bana karşı bulu­nan bu öğrenci şöyle dedi;

 

Ben ne dindarım, ne de Allah’a ve İslam’a inandım. Ama “İmametin insan toplumunun kılavuzluğunda en üstün toplumsal sistem olduğuna inandım.”[1].

 

Duyduğu bir gerçeğe inandığını görüyoruz. Oysa be­nim yirmi üç yıl öğreti için cihad, yirmi beş yıl vahdet için tahammül, beş yıl adalet için savaş başlıklı konferansı­mı dinleyip okuyan bir dindar, bana yazdığı mektupta şunları söylemişti;

 

“Biz çok dindar kişileriz. Senin konuşmanı dinleyin­ce senin bu iki gruptan birine bağlı olduğunu, ya cennet için Ali’ye karşı çıkan Hariciler -kendi nefsini kıyas edip İslam’ın, Peygamber’in ve herkesin huri arzusunda ol­masını istiyor- gibi bilgisiz ve cahil insanlara ya da Ali’nin haklı olduğunu bilen ve hakkı yok etmek isteyen bilinçli düşmanlara bağlı olduğunu anladık. Çünkü yir­mi beş yıl birlik için tahammül ve suskunluk diyorsun. Oysa vahdet için değil tefrikayı önlemek içindi.”[!]

 

Bu mü’minle o dinsizi nasıl değerlendirirsiniz? Al­lah’ın kıyametteki değerlendirmesi nasıl olacaktır. Di­nin ölçütleri fizyolojik belirtilerde midir; mü’minin özel bir mührü, imzası ve belirtisi mi vardır?

 

Kimileri bu düşünsel bunalım ve kalıtsal inançlara başkaldırı dönemine ulaştıktan sonra durağanlaşmakta ve ömürlerinin sonuna dek din karşıtı insanlar olarak ta­nınmaktadırlar. Fakat bu aşamayı aşan ve yeniden dine ulaşan insanlar da vardır; Sıradan kişilerin ve seçkinle­rin ötesinde bir dindir onların ulaştıkları. Avam gözüyle gördükleri ve bilince erince saldırdıkları dine, şimdi ken­di bilinçli bakışlarıyla bakmakta ve bu dinin ne ölçüde iman beslenmeye ve övülmeye lâyık olduğunu anlamak­tadırlar.

 

Bu üç aşama, mürtet, zındık, İslam karşıtı ve İslam düşmanı olarak bilinen birçok büyük düşünürün eserle­rinde tespit edilip sınıflandırılabilir. Örneğin Hayyam’ın düşünsel gidişini şiirinde kolaylıkla görmek ve incele­mek olanaklıdır. Hayyam’ın düşüncesinin çeşitli aşama­larının ayırımında olmazsak, Hay-yam’dan mutlak bir kişi oluşturan ve bu mutlak kalıba uymayan her rubaiyi Hayyam’ın saymayan kişilerin durumuna düşeriz.

 

Ya da Celâl Âli Ahmed’in hayatının dönemlerini bilmezsek ve ‘Hasî Der Mikat’taki Celâl Âli Ahmed’le 1946–47 yıllarının Celâl Âli Ahmed’ini karşılaştırırsak, Celâl Âli Ahmed’in Hac seyahatnamesinin yazarı ola­mayacağını söyleriz.

 

Marx da her büyük kişilik gibi bu üç aşamadan geç­miştir. Fakat doğrudan ve dolaylı olarak onun öğretisin­den ve görüşlerinden etkilenen kişiler, buldukları her şe­yi bütünsel Marx başlığı altında ele almakta, ortaya çı­kan çelişkiler karşısında şaşırmakta ve tevile koyulmaktadırlar­. Yapabilseler -ki yapamazlar- kimi sözlerin ve yazıların Marx’a ait olduğunu yalanlayacaklardır. Oysa onun hayatının üç dönemine dikkat etseler, Marx’ın bir görüşünün bir başka görüşüne ters düşmesinin, bu gö­rüşlerden birinin on beş yaşındaki Marx’a, birininse elli yaşındaki Marx’a ait oluşundan kaynaklandığını anlar­lar. Çünkü değişken ve devingen insan, bunca yıl hare­ketsiz kalmamış, gelişme çizgisinde evrim geçirip değiş­miştir.

 



[1] Burada kutsal bir zat oturmuş, benim İmam Hüseyin konu­sundaki üç saatlik konferansımı dinlemiş ve sonra da yanında­kinin sırtına hafifçe vurarak şöyle demişti: "Bak, önce Zeyneb, sonra İmam Hüseyin diyor! Önce bacı diyor, sonra kardeş, di­yor. Söylenenlerin hepsinin doğru olduğu anlaşılıyor"!