Öncelikle size arz etmek istediğim bir konu var. O da şu; Konunun akışı, tarih felsefesine, özellikle çağımızda ünlü olan tarih felsefesine, yani Marksizm’in tarih felsefesine doğru uzanmıştır. Bu konu, bugün dünyada şiddetle ve yaygın bir biçimde gündemdedir. Ancak bu, bilimsel ve akademik tartışmalar çerçevesinde sınırlı kalan bir konu olmayıp toplum hayatı alanına ve dünya çapındaki cephe alışlara kadar girmiş, mevcut büyük toplumsal ve sınıfsal gruplaşmalarda ve eylem alanında gündeme gelmiş bir konudur. Bu konu, belki de bugünkü dünya aydınlarının üzerinde düşündükleri, hassas bir inanç ve felsefî, siyasî, toplumsal ve bilimsel bir inanç öğretisi olarak algıladıkları en hassas konudur. Bu ilişkide, ister düşman, ister bağımlı, ister şartlı yandaş, ister şartlı karşıt biçiminde olsun düşünsel ve bilimsel cephe alışlar -hemen hepsi- bu düşünce kanadı karşısında ödevlerini belirlemektedirler. Kendiliğinden bu, bizim kafamızda gündeme gelmektedir; özellikle çoğunluğu öğrencilerden, genel anlamda okumuşlardan, gençlerden, aydınlardan, yani entelektüellerden oluşan kesimimize [ki ben, kendi toplumumuzda ve bizimkine benzeyen toplumlarda -özellikle bu bölgede- entelektüel kesim’ yerine entelektüel sınıf demeyi seviyorum ve bu ayrı bir konudur] gündemdedir. Burada tarih felsefesi adına ele aldığım şey[1], Marx’ın -genel anlamda ise Marksizm’in- tarih felsefesi konusudur. Fakat bu yeterli değildir. Marksizm’in tarih felsefesi, toplumbilimden, iktisadî, felsefî ve diyalektik boyutlarından ve özellikle siyasî çehresinden ayrı değildir. Bunlar ise benim ele aldığım konunun akışında yer almamaktadır. Çünkü ben burada toplumsal öğretileri ele almak istiyorum. İslam-bilimdeki tarih felsefesine özgü bu sütunda ihtisas olarak tarih felsefesinden söz ederken ulaştığım her öğretinin sadece tarih felsefesini dersimin temel konusu olarak irdelemek istiyorum. Bununla birlikte, Marksizm’deki tarih felsefesi, Marksizm’in toplumbilimi ve felsefesinden ayrı olmadığı için konunun soyut olarak anlaşılması, bu alanlarda uzman olmayan çoğunluk için hem belirsiz, hem güç olmakta, hem de birtakım sorular doğurmaktadır. Her ne olursa olsun bu durumda bütün inanç ve toplum konularıyla çarpışma ortaya çıkmaktadır. Bu konuları burada birbirinden bağımsız olarak ele almamak olmaz. Bu yüzden, bütün dinleyenlerin, hatta benim bütün derslerimi izleyen öğrencilerin kafasında zihinsel çarpışma ortaya çıkmakta ve bunlar olduğu gibi belirsiz kalmaktadır. Bu konuların belirsizliği, tarih felsefesinin belirsizliğine de yol açmaktadır. Bu nedenle ben ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Marx’ın tarih felsefesinin dakik olarak tanınmasına ortam hazırlamak için Marksizm’i geniş biçimde toplumbilimsel boyutuyla -ki bu boyut Marksizm’in temel boyutu ve hatta omurgasıdır- materyalizmden oluşan dünya görüşü boyutuyla ve iktisadî boyutuyla[2] ele almak istersem, dersimizin çizgisinden sapmasak bile en azından fazlaca oyalanmış ve başka konuların ele alınmasını geciktirmiş oluruz.
Bir yandan Marksizm’in kendine özgü bir konumu vardır; Ben, burada Hegel’i ya da örneğin Pareto’yu anlatırsam oldukça sade biçimde bu öğretiyi ele alabilir ve sade biçimde bitirebilirim. Çünkü dinleyicinin kafasında böyle bir geçmiş yoktur ya da oldukça azdır. Fakat Marksizm, kitap okuyanlarımızın çoğunun kafasında gündemdedir ve onlar herhangi bir biçimde Marksizm’i tanımaktadırlar. Fakat bu tanıyışlar, çoğunlukla yüzeysel, gündelik ve günübirlik-politik tanıyışlar olup genel -avamca demek istemezsek- çıkarım ve görüş yoluyla ortaya çıkan yaygın sloganlar çevresinde oluşmuşlardır. Ya da konu, yüzde yüz suçlayıcı ve saptırıcı konular ve kavramlar biçiminde gündeme gelmiştir. Bu yüzden, bu öğretinin öğretilmesi, karşıt ya da yandaş olmak istemeyip sadece ve sadece gerçeği tanıma ve bu öğretiyi doğru bir biçimde değerlendirme amacı taşıyan öğretmenin işini zorlaştırmaktadır. Aynı zorluk bizdeki dinî konularda da söz konusudur. Herkesin bildiği, genel bir tanıyışın bulunduğu bir şeyi toplumumuzda yeni baştan dakik ve mantıklı olarak tanıtmak, zihinlerde hiçbir İslamî ve Şii tanıyışın bulunmadığı bir çevrede kişilikleri ilk kez olarak anlatıp tanıtmaktan daha zordur. Söylediğim gibi örneğin Sorbon Üniversitesi’nde ya da De France Koleji’nde bir grup öğrenciye Şiilikten söz etmek ve Kerbela devrimini anlatmak, bir İran üniversitesinde -örneğin Tahran Üniversitesi’nde- anlatmaktan, Tahran Üniversitesi’nde anlatmaksa yine Tahran’da dinî bir toplantıda anlatmaktan, yine Tahran’da anlatmak da oldukça dindar bir İran şehrinde anlatmaktan daha kolaydır.
Bu yüzden, bu öğreti dünya düzeyinde ortaya konulduğu, kafalarda az çok etkisi olduğu ve ondan zihinsel şekiller bulunduğu için, bu öğretinin tanınmasında bakış yenilemek zorunluluk kazanmaktadır. Ne olursa olsun, onun tanınması bence, zamanımızdaki bütün aydınlar için zorunludur. Herkes için zorunludur. Çünkü bu öğreti, dünya düşünceler çizgisinin ve hatta dünya olaylar çizgisinin boyutlarından biri olup bu öğretinin, her ne olursa olsun Müslüman olarak bizim inanç yazgımızla, bu toplumda ve çağda bir öğe olarak bizim toplum yazgımızla doğrudan ilişkisi bulunmaktadır. Ben burada size şunu sormak istiyorum; En azından bir oturum boyunca başından sonuna dek, ihtisas olarak Marksizm’i toplumbiliminde, diyalektik boyutunda, felsefî dünya görüşünde, itikadî kökenlerinde, düşüncelerinin bilimsel eleştirisi boyutunda ve Marx’tan sonra, özellikle bugün revizyonizm [yani Marksizm’e yeniden bakış] adıyla Marksistler arasında ortaya çıkan boyutta tanımaya koyulabileceğimize inanıyor musunuz, ya da sadece onun tarih felsefesini mümkün olduğu ölçüde anlatıp geçmemi mi uygun buluyorsunuz?
Konumuzun bu akışını sürdürmemiz ve her ikisi de sadece doğrudan tarih felsefesiyle ilintili olmakla kalmayan, öğretilerinin temeli tarih felsefesi olan ve bütün öteki konuları hatta felsefeleri, dünya görüşleri ve toplumsal cephe alışları kendilerine özgü tarih felsefesine dayalı olan iki öğretiyi incelememiz gerektiğine inanmıyor musunuz? Çünkü hem Marksizm hem de egzistansiyalizm temel olarak tarih felsefesidir; gerisiyse ayrıntılardır [bir tür historizmdir]. Her ikisi de günümüz dünyasında şiddetle gündemdedir ve her ikisinin de karşısında oldukça geniş ve şiddetli cephe alışlar bulunmaktadır; Egzistansiyalizm, yirminci yüzyılın en büyük ve en güçlü ideolojisi ve yirminci yüzyılın düşünsel tezahürü [en azından Batı’da] olarak adlandırılmıştır. On dokuzuncu yüzyıla Marksizm yüzyılı dersek, yirminci yüzyıla da egzistansiyalizm yüzyılı dememiz gerekir.
Dolayısıyla biz, bilinçli Müslüman olarak, kafalara egemen olan bütün öğretileri, âlimce, mantıklıca ve dakik olarak tanımalı ve onları tanımak için daha çok çaba ve direnç göstermeliyiz. Ortaya konulanlar [yazılarda konuşmalarda vb.] ile yetinmemeliyiz. Çünkü biz, inanç ve yargılarımızın alışılmış kalıplara ve düşünce üretim makinelerine bağlı kalmaması için kendimize dikkat etmeliyiz. Çünkü gelişmekte olan bir nesil, kendiliğinden onun üzerine gelen su, hava, yağmur ve ışınlarla gelişir. Zihne ve düşünceye egemen olan modanın etkisinde kalmamayı başarabilenler, kendilerini bu ışınların altından kurtaran ve fikri, manevi özgürlüğe sığınarak kalıplara dökülmekten kendilerini uzak tutan kimselerdir. İşte böylece konuşabilirler. Konuşmak, oldukça önemli bir konudur. Çünkü sahte şekliyle herkes konuşmaktadır. Gerçek anlamdaysa, dünyada konuşan sadece bir kısım insanlar bulunmakta, geriye kalanlarsa sadece ağızlarını hareket ettirmektedirler. Sadece konuşan, bir ana verici istasyondur; geriye kalanlar radyo ya da televizyona aynı sözü aktaran milyonlarca aktarıcıdır. Çoğunluk, eski ya da yeni vericilerin aktarıcı istasyonlarıdır. Bir aktarıcı gibi şekillendirilmiş bir bireyin, kendisini teknik açıdan bir ana vericiye dönüştürmesi çok güç bir iştir. Bu, basit bir iş değildir. Belirttiğim bu konuyu göz önünde bulundurup onu değerlendirmek, insanın, sonuna dek hiç unutmaması gereken ilk adımdır. Bu, “benim şu anda gördüğüm, üzerinde düşündüğüm, yargıda bulunduğum, hayır, evet demem, bana empoze edilen ve benim de aktardığım bir şey midir, yoksa ben bu ‘hayır’, ‘evet’in, ‘böyle’ ve ‘böyle değilsin’in yaratıcısı mıyım?” şeklinde düşünmemdir. Bu, insanın ömrünün sonuna dek uzak kalmaması gereken bir düşüncedir. Bir an gafil kalırsa onu başkaları yaratır. Bugün, insan üretim ve insan döküm atölyeleri, sanayi malı üreten atölyelerden daha güçlü duruma gelmiştir.
Bu yüzden şimdi İslam’la eski yönteme göre savaşmıyorlar. Ben, şunu büyük bir toplumsal olgu olarak arz ediyorum; Bizden önceki nesilde -hatta yirmi, otuz yıl öncesine dek- dinle ve İslam’la savaşım, felsefî bir savaşım biçimindeydi. Biri geliyor, yazıyor ve şöyle diyordu; “Bu delillere göre Tanrı yoktur. Fizik böyle söylüyor, kimya böyle söylüyor, astronomi böyle söylüyor, materyalizm böyle söylüyor, enerjitizm böyle söylüyor. Tüm bunlar, Tanrı’nın olmadığına ilişkin delillerdir. Ayrıca vahyin bilimle çatıştığına, nübüvvetin bulunmadığına ilişkin deliller vardır.” Bilimle, felsefeyle ve kendi zihinsel, mantıksal delillendir-meleriyle mantıksal, akılcı ve bilimsel açıklamalar getiriyorlardı. Buysa Müslümanlar için oldukça iyiydi. Çünkü hem ne tür kişilerle karşı karşıya bulunduklarını, hem de kendi dinlerine ve dünya görüşlerine yöneltilen eleştirilerin ne olduğunu ve bunun karşısında nasıl bir cephe almaları gerektiğini biliyorlardı; doğru ya da yanlış cephe alışlarıysa ayrı bir konudur. Ama bugün dinle, hiçbir biçimde bu şekilde, yanlışla savaşım biçiminde ve gerçekçilik mantığının yardımıyla mücadele edilmemektedir. Bugün şu şekilde savaşılmaktadır; Biz, gerçekliği çözümlüyoruz. Ona karşı değiliz, ona karşı çıkmıyoruz, onu inkâr etmiyoruz, karşısında cephe almıyoruz, ancak gerçekliklerin -toplumsal gerçekliklerin, ruhsal gerçekliklerin, insanî gerçekliklerin ve tarihi gerçekliklerin- nasıl ortaya çıktıklarını, nasıl olgunlaştıklarını, nasıl ortadan kalktıklarını irdeliyoruz.
Siz bu kitapla ya da bu mantıkla karşı karşıya kaldığınızda bu mantığın din karşıtı olduğunu hissetmiyorsunuz; tersine onunla toplumbilimsel, insanbilimsel, ruhbilimsel bir çözümleme ya da psikanalizm ya da tarih felsefesi veya sınıfsal çözümleme vb. olarak karşı karşıya geliyorsunuz. Bu yüzden bugün dinle savaşım, felsefe ve bilimin elinden alınmış, toplumbilime ve ruhbilime teslim edilmiştir. Toplumbilim ve ruhbilim de “Din yalandır, Tanrı yoktur.” demiyor, tam tersine dinin esaslığına, onun değer ve önemine ve dinin tarihteki rolüne normal dindarlardan daha çok dayanıyor ve dini, toplumbilimsel ya da ruhbilimsel veya insanbilimsel bir tez biçiminde bilimsel çözümlemeye tabi tutarak onun nasıl ortaya çıktığını, nasıl olgunlaştığını, nasıl bir rolü ve zorunluluğu bulunduğunu ve insanların toplumsal hayatlarında ne gibi büyük ve olumlu etkileri bulunduğunu irdeliyor. Fakat sonunda çözümlemede olgunun kökenine inerken Tanrı’nın yerine toplumsal sistemi koyduğunu ya da gaybi etken yerine maddi bir etkeni oturttuğunu, bir risalet yerine tarihsel bir gerçekliği geçirdiğini görüyoruz. Örneğin Durkheim’in, “Bütün bilimler, bütün teknikler, bütün sanatlar ve ayrıca mantık, teknik ve sanat, dinin doğurduğu şeylerdir. İnsanlık tarihinde ortaya çıkıp da dinden kaynaklanmayan hiçbir şey yoktur.” dediğini, böylece fizik biliminin, matematik biliminin, astronominin, jeolojinin, element bilgisinin, kimyanın nasıl dinden doğduğunu gerçekten ortaya koyduğunu görüyoruz. O, dinden nasıl kaynaklandıklarını belirlemek için hepsini dakik olarak inceliyor. Sonra da dini -onca şaşırtıcı araştırma ve övgüden sonra- inceliyor ve dini, toplu ruhun özdeş ve dışsal cisimlenişi olarak görüyor.
Dine karşı bir cephe almaksızın böyle bir çözümlemede bulunuyor. Böylelikle bugün, genel biçimiyle dinî duyguyla ya da bir ölçüt olarak İslam’la savaşımda materyalizmin, natüralizmin ve küfrün yükümlülüğü, fizikten, kimyadan ve felsefeden alınıp toplumbilime, ruhbilime ve tarih felsefesine verilmiştir. Bu yüzden, bu çizgide yer alan bir öğrenci, “Tanrı vardır, Tanrı yoktur, din yoktur, din hurafedir, din falan kişilerce üretilmiştir” gibi bilinçli bir dindarın kolaylıkla cevaplayabileceği yargıları söylemeksizin ya da işitmeksizin, savaşıma gerek kalmadan dinin, kafasından silindiğini ve yok olduğunu görüyor. Buysa, her ne olursa olsun, toplumsal konular ve aynı şekilde imanları üzerinde, düşünmeye değer bir konu olarak düşünen ve ona karşı mantıksal ve zamansal bilinç taşıması gereken kimselerin dikkat etmek durumunda oldukları bir olgudur. Bu hatırlatmadan sonra siz araştırıp bulabilirsiniz. Biz, dünyada bize karşı cephe alıştaki bu esas ve köklü değişikliği göremezsek çok geç olacaktır. Dolayısıyla şu soruyu sormak istiyordum; Egzistansiyalizm -ki Marksizm’den sonra onu anlatacağım- ve Marksizm için, dersten sonra aşağı salonda serbest bir tartışma ve eleştiri oturumu düzenlesek yeterli olmaz mı?
Egzistansiyalizm ve Marksizm’i, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda gündemde olan iki tarih felsefesi olarak bağımsız bir derste ele alacağım. Elbette bu, doğal biçimde programla gerçekleştirilmesi gereken bir ders değil [çünkü bunun bir yıllık işi var], bağımsız bir ders konusu olarak; bu iki öğretinin kapsadığı konulardan birini ele almak için değil, hem tarih felsefesinin tanınması, hem de bu iki öğretinin iyi tanınması için gerçekleştirilecek. Bu iki konuyu ele alırken Marksist ya da egzistansiyalist olmadığımı, ayrıca anti Marksist ya da anti-egzistansiyalist de olmadığımı, ancak Marksizm’i ve egzistansiyalizmi anlatan bir öğretmen olduğumu ve kendi çapımda, öteki dinleri ve öğretileri incelediğim gibi bu iki öğretiyi de inceleyen bir araştırmacı olduğumu belirtmek isterim. Araştırma ve öğretme görevi doğrultusunda her ikisinin olumlu ve olumsuz yanlarını, bugün dünyada söylendiği ve bilimsel çevrelerde ortaya konulduğu gibi ve kendi çapımda zihnime geldiği şekliyle, her iki yönünü de ele almak durumundayım. Ancak karşıt öğretileri bile doğru tanıyan bir kimse kendi dinî yükümlülüğünü yerine getirebileceği için, bunların doğru tanınması gerektiğini söylüyorum. Çünkü bir kimse sadece başka dinlere karşı ortaya konulan reddiyeleri okumuşsa kendi inancının yükümlülüğünü yerine getiremez. Zira bütün bildikleri, o öğretilerin olumsuz yönlerine ilişkindir. Bu durumda da hem yargıları bilimsel açıdan değersizdir, hem de dinleyici onu ciddiye almaz. Çünkü başka öğretilere ilişkin yargılarının taassupla dolu olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, reddettiği şey, onun dinleyicileri olan bizler için inandırıcı değildir. Çünkü reddetmeyi önceden kafasına koyduğu şeyi reddetmekte olduğunu hissederiz [dolayısıyla bize inandırıcı gelmez]. Ya da böyle yapmayıp gerçekten araştırma yoluna gitmiştir, ama daha çok reddiyeleri okumuştur. Reddiyelerde -bütünüyle doğru olsa da- gerçeğin yarısı yansıdığı için bu durumda gerçeği tam anlamıyla tanıyamaz ve dolayısıyla reddetmeye hakkı yoktur. Bu yüzden öncelikle, gerçeklikleri ya da öğretileri veya dinleri tarafsız olarak tanıma kaygısı taşınmalı, sonra da onun karşısında cephe alış sorumluluğu duyulmalıdır.
Bir öğretmenin bu işi yaptığı, bir araştırmacının bu işi yaptığı gibi bugün İslam tebliğcisi de -ki İslam dinine göre herkes tebliğci olmalıdır- din dışı, hatta din karşıtı konuları mutaassıpça değil, araştırmacı ve bilimsel olarak ele almalıdır. Dünyada yaygın olarak, bir hizbe ya da bir dine veya bir düşünce kanadına bağlı sözcüler, suçlama, dışlama ve olumsuzlama dışında karşıtı hakkında bir şey söylemez. İslam tebliğcisi böyle bir yolu izleyemez. Bu yol, tebliğ ve propaganda açısından yararlı olabilirse de bu yarar, çabuk, geçici ve yüzeysel bir yarardır. Siz, bu tür tebligat yoluyla, örneğin düşünsel ya da dinî taraftar ve hatta kendi dinlerinin şiddetli taraftarı olan, fakat din karşıtı bir makaleyle, bir kitapla ya da bir konferansla sahip olduklarını bütünüyle yitiren kimseler görmüşsünüzdür. Propagandacı tebliğ aracılığıyla direniş gücü oluşmaz. İnanç ve iman karşıtı düşünceler karşısında istikamet gücü, direniş gücü ancak dakik bilimsel tanımayla oluşur. Bu tecrübe, Batı’ya gitmiş kişilerde çok daha somuttur. Herkes bunun özdeş örneklerini görebilir. Oldukça mukaddes kişilerden kimileri kimi zaman Avrupa’ya gitmişler, ama bir ay bile dayanamamışlardır. Fakat sıradan insanlar olan ya da bu tür işlerde o kadar başarılı bulunmayan, ama din konusunda daha mantıklı ve daha dakik bir tanıyışları bulunan kişiler, kimi kurumların, örgütlerin ve bireylerin etkisi altında kitap okumuşlardır, dinî-bilimsel kitap okumuşlardır ya da onların araştırmaları daha aydınca ve daha bilimsel olmuştur. Onların, din konusunda bir tür bilimsel tanıyışları vardır. Bunlar, o kadar da taassupları olmadığı, kutsallıkla o kadar ünlü olmadıkları halde oraya gitmişler ve orada kalmalarına ek olarak, daha güçlü bir inançla dönmüşlerdir. Bu tecrübe oldukça çok yaşanmıştır ve bunun oldukça az istisnası vardır.
Dolayısıyla bugün Marksizm’de tarih felsefesini anlatacağım. Öğretinin kendisini ve toplumbilimini başka bir fırsatta anlatmaya çalışacağım.
[1] Benim konuşma ve dersimin asıl konusu, çeşitli, öğretilerde tarih felsefesi ve onun, Doğu dinlerinin, özellikle İbrahimi dinlerin, özellikle de İslam’ın, belki daha somut ve hassas olarak Şiiliğin tarih felsefesi olarak gördüğüm şeyle karşılaştırılmasıdır ki Şiiliğin, oldukça dakik ve aydınlık bir tarih felsefesi vardır ve aslında Şiilik, kendisine özgü geleceğe bakışı açısından bir tarih felsefesi temeline dayanmaktadır.
[2] Aslında Marksizm, bir ideoloji olarak ele alınırsa iktisadî bir ideolojidir. Marx’ın en büyük eseri de hem hacim, hem de içerik olarak büyük olan Kapital’dir. Esas olarak, Marksist ya da anti-Marksist olan yansız insanlar, Marx’ı dünyada iktisatçı bir düşünür olarak kabul etmek isterler.