Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-13 [Bölüm 1]
GİRİŞ YAZILARI

İSLAM BİLİM; DERS-13 [Bölüm 1]

ÖGRETİLERİN AVAMLAŞMALARI

 

Öncelikle size arz etmek istediğim bir konu var. O da şu; Konunun akışı, tarih felsefesine, özellikle çağı­mızda ünlü olan tarih felsefesine, yani Marksizm’in ta­rih felsefesine doğru uzanmıştır. Bu konu, bugün dün­yada şiddetle ve yaygın bir biçimde gündemdedir. An­cak bu, bilimsel ve akademik tartışmalar çerçevesinde sınırlı kalan bir konu olmayıp toplum hayatı alanına ve dünya çapındaki cephe alışlara kadar girmiş, mevcut büyük toplumsal ve sınıfsal gruplaşmalarda ve ey­lem alanında gündeme gelmiş bir konudur. Bu konu, belki de bugünkü dünya aydınlarının üzerinde düşün­dükleri, hassas bir inanç ve felsefî, siyasî, toplumsal ve bilimsel bir inanç öğretisi olarak algıladıkları en has­sas konudur. Bu ilişkide, ister düşman, ister bağımlı, ister şartlı yandaş, ister şartlı karşıt biçiminde olsun düşünsel ve bilimsel cephe alışlar -hemen hepsi- bu dü­şünce kanadı karşısında ödevlerini belirlemektedirler. Kendiliğinden bu, bizim kafamızda gündeme gelmekte­dir; özellikle çoğunluğu öğrencilerden, genel anlamda okumuşlardan, gençlerden, aydınlardan, yani entelek­tüellerden oluşan kesimimize [ki ben, kendi toplumu­muzda ve bizimkine benzeyen toplumlarda -özellikle bu bölgede- entelektüel kesim’ yerine entelektüel sınıf demeyi seviyorum ve bu ayrı bir konudur] gündemde­dir. Burada tarih felsefesi adına ele aldığım şey[1], Marx’ın -genel anlamda ise Marksizm’in- tarih felsefesi konusudur. Fakat bu yeterli değildir. Marksizm’in ta­rih felsefesi, toplumbilimden, iktisadî, felsefî ve diyalektik boyutlarından ve özellikle siyasî çehresinden ay­rı değildir. Bunlar ise benim ele aldığım konunun akı­şında yer almamaktadır. Çünkü ben burada toplumsal öğretileri ele almak istiyorum. İslam-bilimdeki tarih felsefesine özgü bu sütunda ihtisas olarak tarih felsefe­sinden söz ederken ulaştığım her öğretinin sadece ta­rih felsefesini dersimin temel konusu olarak irdelemek istiyorum. Bununla birlikte, Marksizm’deki tarih felse­fesi, Marksizm’in toplumbilimi ve felsefesinden ayrı ol­madığı için konunun soyut olarak anlaşılması, bu alanlarda uzman olmayan çoğunluk için hem belirsiz, hem güç olmakta, hem de birtakım sorular doğurmak­tadır. Her ne olursa olsun bu durumda bütün inanç ve toplum konularıyla çarpışma ortaya çıkmaktadır. Bu konuları burada birbirinden bağımsız olarak ele alma­mak olmaz. Bu yüzden, bütün dinleyenlerin, hatta be­nim bütün derslerimi izleyen öğrencilerin kafasında zi­hinsel çarpışma ortaya çıkmakta ve bunlar olduğu gibi belirsiz kalmaktadır. Bu konuların belirsizliği, tarih felsefesinin belirsizliğine de yol açmaktadır. Bu neden­le ben ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Marx’ın ta­rih felsefesinin dakik olarak tanınmasına ortam hazır­lamak için Marksizm’i geniş biçimde toplumbilimsel boyutuyla -ki bu boyut Marksizm’in temel boyutu ve hatta omurgasıdır- materyalizmden oluşan dünya görüşü boyutuyla ve iktisadî boyutuyla[2] ele almak istersem, dersimizin çizgisinden sapmasak bile en azın­dan fazlaca oyalanmış ve başka konuların ele alınma­sını geciktirmiş oluruz.

 

Bir yandan Marksizm’in kendine özgü bir konumu vardır; Ben, burada Hegel’i ya da örneğin Pareto’yu anlatırsam oldukça sade biçimde bu öğretiyi ele alabi­lir ve sade biçimde bitirebilirim. Çünkü dinleyicinin kafasında böyle bir geçmiş yoktur ya da oldukça azdır. Fakat Marksizm, kitap okuyanlarımızın çoğunun kafa­sında gündemdedir ve onlar herhangi bir biçimde Marksizm’i tanımaktadırlar. Fakat bu tanıyışlar, ço­ğunlukla yüzeysel, gündelik ve günübirlik-politik tanı­yışlar olup genel -avamca demek istemezsek- çıkarım ve görüş yoluyla ortaya çıkan yaygın sloganlar çevre­sinde oluşmuşlardır. Ya da konu, yüzde yüz suçlayıcı ve saptırıcı konular ve kavramlar biçiminde gündeme gelmiştir. Bu yüzden, bu öğretinin öğretilmesi, karşıt ya da yandaş olmak istemeyip sadece ve sadece gerçeği tanıma ve bu öğretiyi doğru bir biçimde değerlendirme amacı taşıyan öğretmenin işini zorlaştırmaktadır. Aynı zorluk bizdeki dinî konularda da söz konusudur. Her­kesin bildiği, genel bir tanıyışın bulunduğu bir şeyi toplumumuzda yeni baştan dakik ve mantıklı olarak tanıtmak, zihinlerde hiçbir İslamî ve Şii tanıyışın bulunmadığı bir çevrede kişilikleri ilk kez olarak anlatıp tanıtmaktan daha zordur. Söylediğim gibi örneğin Sor­bon Üniversitesi’nde ya da De France Koleji’nde bir grup öğrenciye Şiilikten söz etmek ve Kerbela devrimi­ni anlatmak, bir İran üniversitesinde -örneğin Tahran Üniversitesi’nde- anlatmaktan, Tahran Üniversitesi’n­de anlatmaksa yine Tahran’da dinî bir toplantıda anlatmaktan, yine Tahran’da anlatmak da oldukça din­dar bir İran şehrinde anlatmaktan daha kolaydır.

 

Bu yüzden, bu öğreti dünya düzeyinde ortaya ko­nulduğu, kafalarda az çok etkisi olduğu ve ondan zi­hinsel şekiller bulunduğu için, bu öğretinin tanınma­sında bakış yenilemek zorunluluk kazanmaktadır. Ne olursa olsun, onun tanınması bence, zamanımızdaki bütün aydınlar için zorunludur. Herkes için zorunlu­dur. Çünkü bu öğreti, dünya düşünceler çizgisinin ve hatta dünya olaylar çizgisinin boyutlarından biri olup bu öğretinin, her ne olursa olsun Müslüman olarak bizim inanç yazgımızla, bu toplumda ve çağda bir öğe olarak bizim toplum yazgımızla doğrudan ilişkisi bulunmaktadır. Ben burada size şunu sormak istiyorum; En azından bir oturum boyunca başından sonuna dek, ihtisas ola­rak Marksizm’i toplumbiliminde, diyalektik boyutunda, felsefî dünya görüşünde, itikadî kökenlerinde, düşün­celerinin bilimsel eleştirisi boyutunda ve Marx’tan son­ra, özellikle bugün revizyonizm [yani Marksizm’e yeni­den bakış] adıyla Marksistler arasında ortaya çıkan boyutta tanımaya koyulabileceğimize inanıyor musu­nuz, ya da sadece onun tarih felsefesini mümkün oldu­ğu ölçüde anlatıp geçmemi mi uygun buluyorsunuz?

 

Konumuzun bu akışını sürdürmemiz ve her ikisi de sadece doğrudan tarih felsefesiyle ilintili olmakla kal­mayan, öğretilerinin temeli tarih felsefesi olan ve bü­tün öteki konuları hatta felsefeleri, dünya görüşleri ve toplumsal cephe alışları kendilerine özgü tarih felsefe­sine dayalı olan iki öğretiyi incelememiz gerektiğine inanmıyor musunuz? Çünkü hem Marksizm hem de egzistansiyalizm temel olarak tarih felsefesidir; gerisiyse ayrıntılardır [bir tür historizmdir]. Her ikisi de günümüz dünyasında şid­detle gündemdedir ve her ikisinin de karşısında oldukça geniş ve şiddetli cephe alışlar bulunmaktadır; Egzis­tansiyalizm, yirminci yüzyılın en büyük ve en güçlü ideolojisi ve yirminci yüzyılın düşünsel tezahürü [en azından Batı’da] olarak adlandırılmıştır. On dokuzuncu yüzyıla Marksizm yüzyılı dersek, yirminci yüzyıla da egzistansiyalizm yüzyılı dememiz gerekir.

 

Dolayısıyla biz, bilinçli Müslüman olarak, kafalara egemen olan bütün öğretileri, âlimce, mantıklıca ve da­kik olarak tanımalı ve onları tanımak için daha çok ça­ba ve direnç göstermeliyiz. Ortaya konulanlar [yazılar­da konuşmalarda vb.] ile yetinmemeliyiz. Çünkü biz, inanç ve yargılarımızın alışılmış kalıplara ve düşünce üretim makinelerine bağlı kalmaması için kendimize dikkat etmeliyiz. Çünkü gelişmekte olan bir nesil, ken­diliğinden onun üzerine gelen su, hava, yağmur ve ışınlarla gelişir. Zihne ve düşünceye egemen olan mo­danın etkisinde kalmamayı başarabilenler, kendilerini bu ışınların altından kurtaran ve fikri, manevi özgür­lüğe sığınarak kalıplara dökülmekten kendilerini uzak tutan kimselerdir. İşte böylece konuşabilirler. Konuş­mak, oldukça önemli bir konudur. Çünkü sahte şekliy­le herkes konuşmaktadır. Gerçek anlamdaysa, dünyada konuşan sadece bir kısım insanlar bulunmakta, geriye kalanlarsa sadece ağızlarını hareket ettirmektedirler. Sadece konuşan, bir ana verici istasyondur; geriye ka­lanlar radyo ya da televizyona aynı sözü aktaran mil­yonlarca aktarıcıdır. Çoğunluk, eski ya da yeni verici­lerin aktarıcı istasyonlarıdır. Bir aktarıcı gibi şekillendirilmiş bir bireyin, kendisini teknik açıdan bir ana ve­riciye dönüştürmesi çok güç bir iştir. Bu, basit bir iş değildir. Belirttiğim bu konuyu göz önünde bulundurup onu değerlendirmek, insanın, sonuna dek hiç unut­maması gereken ilk adımdır. Bu, “benim şu anda gör­düğüm, üzerinde düşündüğüm, yargıda bulunduğum, hayır, evet demem, bana empoze edilen ve benim de aktardığım bir şey midir, yoksa ben bu ‘hayır’, ‘evet’in, ‘böyle’ ve ‘böyle değilsin’in yaratıcısı mıyım?” şeklinde düşünmemdir. Bu, insanın ömrünün sonuna dek uzak kalmaması gereken bir düşüncedir. Bir an gafil kalırsa onu başkaları yaratır. Bugün, insan üre­tim ve insan döküm atölyeleri, sanayi malı üreten atöl­yelerden daha güçlü duruma gelmiştir.

 

Bu yüzden şimdi İslam’la eski yönteme göre savaş­mıyorlar. Ben, şunu büyük bir toplumsal olgu olarak arz ediyorum; Bizden önceki nesilde -hatta yirmi, otuz yıl öncesine dek- dinle ve İslam’la savaşım, felsefî bir savaşım biçimindeydi. Biri geliyor, yazıyor ve şöyle di­yordu; “Bu delillere göre Tanrı yoktur. Fizik böyle söy­lüyor, kimya böyle söylüyor, astronomi böyle söylüyor, materyalizm böyle söylüyor, enerjitizm böyle söylüyor. Tüm bunlar, Tanrı’nın olmadığına ilişkin delillerdir. Ayrıca vahyin bilimle çatıştığına, nübüvvetin bulun­madığına ilişkin deliller vardır.” Bilimle, felsefeyle ve kendi zihinsel, mantıksal delillendir-meleriyle mantıksal, akılcı ve bilimsel açıklamalar getiriyorlar­dı. Buysa Müslümanlar için oldukça iyiydi. Çünkü hem ne tür kişilerle karşı karşıya bulunduklarını, hem de kendi dinlerine ve dünya görüşlerine yöneltilen eleştirilerin ne olduğunu ve bunun karşısında nasıl bir cephe almaları gerektiğini biliyorlardı; doğru ya da yanlış cephe alışlarıysa ayrı bir konudur. Ama bugün dinle, hiçbir biçimde bu şekilde, yanlışla savaşım biçi­minde ve gerçekçilik mantığının yardımıyla mücadele edilmemektedir. Bugün şu şekilde savaşılmaktadır; Biz, gerçekliği çözümlüyoruz. Ona karşı değiliz, ona karşı çıkmıyoruz, onu inkâr etmiyoruz, karşısında cep­he almıyoruz, ancak gerçekliklerin -toplumsal gerçek­liklerin, ruhsal gerçekliklerin, insanî gerçekliklerin ve tarihi gerçekliklerin- nasıl ortaya çıktıklarını, nasıl olgunlaştıklarını, nasıl ortadan kalktıklarını irdeliyo­ruz.

 

Siz bu kitapla ya da bu mantıkla karşı karşıya kal­dığınızda bu mantığın din karşıtı olduğunu hissetmi­yorsunuz; tersine onunla toplumbilimsel, insanbilim­sel, ruhbilimsel bir çözümleme ya da psikanalizm ya da tarih felsefesi veya sınıfsal çözümleme vb. olarak karşı karşıya geliyorsunuz. Bu yüzden bugün dinle savaşım, felsefe ve bilimin elinden alınmış, toplumbilime ve ruhbilime teslim edilmiştir. Toplumbilim ve ruhbi­lim de “Din yalandır, Tanrı yoktur.” demiyor, tam ter­sine dinin esaslığına, onun değer ve önemine ve dinin tarihteki rolüne normal dindarlardan daha çok dayanıyor ve dini, toplumbilimsel ya da ruhbilimsel veya in­sanbilimsel bir tez biçiminde bilimsel çözümlemeye tabi tutarak onun nasıl ortaya çıktığını, nasıl olgunlaş­tığını, nasıl bir rolü ve zorunluluğu bulunduğunu ve insanların toplumsal hayatlarında ne gibi büyük ve olumlu etkileri bulunduğunu irdeliyor. Fakat sonunda çözümlemede olgunun kökenine inerken Tanrı’nın ye­rine toplumsal sistemi koyduğunu ya da gaybi etken yerine maddi bir etkeni oturttuğunu, bir risalet yerine tarihsel bir gerçekliği geçirdiğini görüyoruz. Örneğin Durkheim’in, “Bütün bilimler, bütün teknikler, bütün sanatlar ve ayrıca mantık, teknik ve sanat, dinin do­ğurduğu şeylerdir. İnsanlık tarihinde ortaya çıkıp da dinden kaynaklanmayan hiçbir şey yoktur.” dediğini, böylece fizik biliminin, matematik biliminin, astrono­minin, jeolojinin, element bilgisinin, kimyanın nasıl dinden doğduğunu gerçekten ortaya koyduğunu görü­yoruz. O, dinden nasıl kaynaklandıklarını belirlemek için hepsini dakik olarak inceliyor. Sonra da dini -onca şaşırtıcı araştırma ve övgüden sonra- inceliyor ve dini, toplu ruhun özdeş ve dışsal cisimlenişi olarak görüyor.

 

Dine karşı bir cephe almaksızın böyle bir çözümle­mede bulunuyor. Böylelikle bugün, genel biçimiyle dinî duyguyla ya da bir ölçüt olarak İslam’la savaşımda materyalizmin, natüralizmin ve küfrün yükümlülüğü, fizikten, kimyadan ve felsefeden alınıp toplumbilime, ruhbilime ve tarih felsefesine verilmiştir. Bu yüzden, bu çizgide yer alan bir öğrenci, “Tanrı vardır, Tanrı yoktur, din yoktur, din hurafedir, din falan kişi­lerce üretilmiştir” gibi bilinçli bir dindarın kolaylıkla cevaplayabileceği yargıları söylemeksizin ya da işit­meksizin, savaşıma gerek kalmadan dinin, kafasından silindiğini ve yok olduğunu görüyor. Buysa, her ne olursa olsun, toplumsal konular ve aynı şekilde iman­ları üzerinde, düşünmeye değer bir konu olarak düşü­nen ve ona karşı mantıksal ve zamansal bilinç taşıma­sı gereken kimselerin dikkat etmek durumunda olduk­ları bir olgudur. Bu hatırlatmadan sonra siz araştırıp bulabilirsiniz. Biz, dünyada bize karşı cephe alıştaki bu esas ve köklü değişikliği göremezsek çok geç olacak­tır. Dolayısıyla şu soruyu sormak istiyordum; Egzis­tansiyalizm -ki Marksizm’den sonra onu anlatacağım­- ve Marksizm için, dersten sonra aşağı salonda serbest bir tartışma ve eleştiri oturumu düzenlesek yeterli ol­maz mı?

 

Egzistansiyalizm ve Marksizm’i, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda gündemde olan iki tarih felsefesi olarak bağımsız bir derste ele alacağım. Elbette bu, do­ğal biçimde programla gerçekleştirilmesi gereken bir ders değil [çünkü bunun bir yıllık işi var], bağımsız bir ders konusu olarak; bu iki öğretinin kapsadığı konu­lardan birini ele almak için değil, hem tarih felsefesinin tanınması, hem de bu iki öğretinin iyi tanınması için gerçekleştirilecek. Bu iki konuyu ele alırken Marksist ya da egzistansiyalist olmadığımı, ayrıca anti Marksist ya da anti-egzistansiyalist de olmadığımı, ancak Marksizm’i ve egzistansiyalizmi anlatan bir öğ­retmen olduğumu ve kendi çapımda, öteki dinleri ve öğretileri incelediğim gibi bu iki öğretiyi de inceleyen bir araştırmacı olduğumu belirtmek isterim. Araştır­ma ve öğretme görevi doğrultusunda her ikisinin olum­lu ve olumsuz yanlarını, bugün dünyada söylendiği ve bilimsel çevrelerde ortaya konulduğu gibi ve kendi ça­pımda zihnime geldiği şekliyle, her iki yönünü de ele almak durumundayım. Ancak karşıt öğretileri bile doğru tanıyan bir kimse kendi dinî yükümlülüğünü ye­rine getirebileceği için, bunların doğru tanınması ge­rektiğini söylüyorum. Çünkü bir kimse sadece başka dinlere karşı ortaya konulan reddiyeleri okumuşsa kendi inancının yükümlülüğünü yerine getiremez. Zira bütün bildikleri, o öğretilerin olumsuz yönlerine iliş­kindir. Bu durumda da hem yargıları bilimsel açıdan değersizdir, hem de dinleyici onu ciddiye almaz. Çünkü başka öğretilere ilişkin yargılarının taassupla dolu ol­duğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, reddettiği şey, onun dinleyicileri olan bizler için inandırıcı değil­dir. Çünkü reddetmeyi önceden kafasına koyduğu şeyi reddetmekte olduğunu hissederiz [dolayısıyla bize inandırıcı gelmez]. Ya da böyle yapmayıp gerçekten araştırma yoluna gitmiştir, ama daha çok reddiyeleri okumuştur. Reddiyelerde -bütünüyle doğru olsa da- gerçeğin yarısı yansıdığı için bu durumda gerçeği tam anlamıyla tanıyamaz ve dolayısıyla reddetmeye hakkı yoktur. Bu yüzden öncelikle, gerçeklikleri ya da öğreti­leri veya dinleri tarafsız olarak tanıma kaygısı taşın­malı, sonra da onun karşısında cephe alış sorumluluğu duyulmalıdır.

 

Bir öğretmenin bu işi yaptığı, bir araştırmacının bu işi yaptığı gibi bugün İslam tebliğcisi de -ki İslam dini­ne göre herkes tebliğci olmalıdır- din dışı, hatta din karşıtı konuları mutaassıpça değil, araştırmacı ve bi­limsel olarak ele almalıdır. Dünyada yaygın olarak, bir hizbe ya da bir dine veya bir düşünce kanadına bağlı sözcüler, suçlama, dışlama ve olumsuzlama dışında karşıtı hakkında bir şey söylemez. İslam tebliğcisi böy­le bir yolu izleyemez. Bu yol, tebliğ ve propaganda açı­sından yararlı olabilirse de bu yarar, çabuk, geçici ve yüzeysel bir yarardır. Siz, bu tür tebligat yoluyla, örne­ğin düşünsel ya da dinî taraftar ve hatta kendi dinle­rinin şiddetli taraftarı olan, fakat din karşıtı bir maka­leyle, bir kitapla ya da bir konferansla sahip olduklarını bütünüyle yitiren kimseler görmüşsünüzdür. Propagandacı tebliğ aracılığıyla direniş gücü oluşmaz. İnanç ve iman karşıtı düşünceler karşısında istikamet gücü, direniş gücü ancak dakik bilimsel tanımayla oluşur. Bu tecrübe, Batı’ya gitmiş kişilerde çok daha somuttur. Herkes bunun özdeş örneklerini görebilir. Oldukça mu­kaddes kişilerden kimileri kimi za­man Avrupa’ya gitmişler, ama bir ay bile dayanama­mışlardır. Fakat sıradan insanlar olan ya da bu tür iş­lerde o kadar başarılı bulunmayan, ama din konusun­da daha mantıklı ve daha dakik bir tanıyışları bulu­nan kişiler, kimi kurumların, örgütlerin ve bireylerin etkisi altında kitap okumuşlardır, dinî-bilimsel kitap­ okumuşlardır ya da onların araştırmaları daha aydınca ve daha bilimsel olmuştur. Onların, din konusunda bir tür bilimsel tanıyışları vardır. Bunlar, o ka­dar da taassupları olmadığı, kutsallıkla o kadar ünlü olmadıkları halde oraya gitmişler ve orada kalmaları­na ek olarak, daha güçlü bir inançla dönmüşlerdir. Bu tecrübe oldukça çok yaşanmıştır ve bunun oldukça az istisnası vardır.

 

Dolayısıyla bugün Marksizm’de tarih felsefesini an­latacağım. Öğretinin kendisini ve toplumbilimini baş­ka bir fırsatta anlatmaya çalışacağım.



[1] Benim konuşma ve dersimin asıl konusu, çeşitli, öğretilerde tarih felsefesi ve onun, Doğu dinlerinin, özellikle İbrahimi dinlerin, özellikle de İslam’ın, belki daha somut ve hassas olarak Şiiliğin tarih felsefesi olarak gördüğüm şeyle karşılaştırılmasıdır ki Şii­liğin, oldukça dakik ve aydınlık bir tarih felsefesi vardır ve aslın­da Şiilik, kendisine özgü geleceğe bakışı açısından bir tarih felsefesi temeline dayanmaktadır.

[2] Aslında Marksizm, bir ideoloji olarak ele alınırsa iktisadî bir ide­olojidir. Marx’ın en büyük eseri de hem hacim, hem de içerik ola­rak büyük olan Kapital’dir. Esas olarak, Marksist ya da anti-Marksist olan yansız insanlar, Marx’ı dünyada iktisatçı bir düşünür olarak kabul etmek isterler.