Menyu
İktidarın Teolojisi Üzerine Deneme:
EDİTÖR MAKALELERİ

İktidarın Teolojisi Üzerine Deneme: "Onlara Eğer Yeryüzünde İktidar Verirsek" / Mustafa YILMAZ

Bilgi anarşistliği yapmam kimin işine yarar? Muhalefet mesleğimizdir dediğimizde acaba bizim hakkımızda başkaları ne düşünecek diye bir duraksama yaşar mıyız? Öğretilmiş, öğrenilmiş çaresizliklerimize ve kutsal ezberlerimize ters düşen bir yargıda bulunmayı göze almadan, yerleşik yargıların köküne kibrit suyu dökmeden, lanetlenmiş bir adam olmayı göze almadan, her şehrin yabancısı ve her köyün delisi olmaya cesaret etmeden esaslı bir söz söyleyebilir miyiz?

 

Düşünce birliğine varmış kimselerin rahatlarını kaçırmak pahasına Paul K. Feyerabend’in diliyle söyleyelim öyleyse; “Düşünce birliği, kiliseye, kokuşmuş, aç gözlü [eski yada yeni] efsane kurbanlarına yada bir zalim yöneticinin zayıf ve istekli izleyicilerine uygundur. Düşünce farklılığı, nesnel bilgi için kaçınılmazdır. Aynı zamanda çeşitliliği yüreklendiren bu yöntem, insancı bir görüşle bağdaşan bir tek yöntemdir.” Yine onun ifadesiyle entelektüel yaşamın hali hazır durumunun korunması, mevcudu dayatan yöntemlerin başarısını güvence altında tutuyor. Öyleyse gerçeklikle ilişkimizi koparan durağanlık ve servis edilen hakikat müsveddeleri mutlak bir konformizmin sonuçlarından başka bir şey değildir.

 

Adorno’nun ifadesiyle “kıpırtısız, bomboş aralıklarla kesilen, zaman dışı bir sarsıntılar dizisine dönüşmüş olan yaşam, başkalarının iktidarının da kendi iktidarsızlığımızın da bizi aptallaştırmasına izin vermemek gerektiğini söyler.”

 

‘İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı’ yazarı Göran Therborn üç temel ideolojik seslenme biçimi olduğunu, bu seslenme biçimleriyle ideolojilerin öznelere ‘neyin var, iyi ve olanaklı olduğunu anlatarak, bunlarla aralarında bağ kurarak ve tanınmalarını sağlayarak onları tabi kılar ve nitelik kazandırırlar’ der. ‘Var olan nedir’, sorusuyla biz kim olduğumuzu, kim olmadığımızı, içinde yaşadığımız dünyanın ne olduğunu, nerede durduğumuzu, nerede durmamız gerektiğini, gerçeğin, doğrunun ne olduğunu anlar, gölgeyle hakikatin, suretle siretin, alçakla değerlinin, adaletle zulmün, itaatle isyanın, Musa ile Firavun’un, İbrahim ile Nemrut’un, Muaviye ile Ali’nin, Hüseyin ile Yezid’in, sevgi ile nefretin, beşerle Adem’in, bilinçle cehaletin, karanlıkla aydınlığın, sevgi ile nefretin, al İslam ile kara İslam’ın, nebevi egemenlikle saltanat iktidarlarının, peygamber mescidi ile Dırar Mescidi’nin ayrımına varırız.

 

İyi olan nedir, sorusuyla iyi, haklı, adil, güzel, çekici, hoş, aşkın, değerli, özgür, kalıcı, batıp gitmeyen, suyun önünde çer çöp gibi akıp gitmeyen, arzunun esiri olmayan, ölçülü, vasat, şer olmayan, hak, fedakar, diğerkam, doğru, adanmış, şahit, şehit, ittika eden, usve-i hasene, karz-ı hasen, sabır, mümin, kafir, müşrik, zalim, mustaz’af, sail, alim, sabikun, meymene, meş’eme, cennet, cehennem, yiğitlik ve önderlik nediri ve kimdiri anlayabiliyoruz.

 

Olanaklı olan nedir, sorusuyla da dünyadaki varlığımızın, varlık durumumuzun değişebilirliğine ilişkin algımız ve değişimin sonuçları bir şekle sokulabilir, umutlarımız, korkularımız, tutkularımız, ufkumuz, cesaretimiz, öfkelerimiz, çığlıklarımız, sevinçlerimiz, hüzünlerimiz, mücadele azmimiz, takvamız, sabrımız, adaletimiz, tutarlılığımız, sürekliliğimiz, düşünce evrenimiz, ahlaki alt yapımız, toplumsal üst yapı tasavvurumuz, iktidar isteklerimiz, bürokratik heveslerimiz, mülk sevdamız, hayat algımız, Kadir-i Mutlak olan karşısındaki tutumumuz, Aziz ve Celil olan hakkındaki zannımız, Kahhar olan hakkındaki taassubumuz, toplumsal değişim hakkındaki tezlerimiz biçimlenir.

 

O halde bu üç soru can alıcıdır ve hayatiyet bağışlaması için hak ettiği cevapları alması gerekir. Çünkü bu üç seslenme biçimi zamansal ve mekansal yani tarihsel ve toplumsal önemli boyutlara sahiptir. Hem var olanın, hem anın, hem olması gerekenin, bir tekamülün ve aynı zamanda bir kısır döngünün yada sonsuz bir hareketsizliğin bir parçası olarak algılanmasına neden olur. Bu seslenme biçimleriyle biz ya iktidarlarla fikir, düşünce birliği içersinde oluruz, meşruiyet kaynaklarında ortaklaşırız, bilgisizlik çöllerinde birlikte susuzluk çekeriz, sonsuz çöllerin karanlık gecelerinde yolumuzu kaybederiz yada tevhid, adalet ve özgürlük şiarlarını yüceltme pahasına ödeyeceğimiz bedel ne kadar ağır olursa olsun akla karanın, adaletle zulmün, karanlıkla aydınlığın, bilgi ile cehaletin, mustaz’afla müstekbirin, köle ile efendinin, sevgi ile nefretin, merhametle öfkenin arasına kalın bir çizgi çekerek itizal ederiz.

 

Bize akıllı uslu bir edayla sunulan hakikat, adalet ve namus cilvelerinin otoritelerini, perdeli yüzlerini, nazik cümlelerini, altında kibir saklanan tevazularını, sahte zühtlerini hırpalamak için gözü pek, ufku açık, aklı dingin, gönlü engin bir eda gerekiyor.

 

O halde ‘hükümranlık hukuku’ndan disiplinci iktidarlarla ‘kontrolcü/düzenleyici iktidar’ anlayışına evrilen biyo-iktidarlar döneminde, toplumsallığımız bize nasıl bir şahitlik görevi yüklüyor? Yada Şeriati’nin deyimiyle ‘tabiatın, tabiat dünyasını tanıyabilecek güçte olduğu halde kendisini tanımadan kalmış olan biricik oğlu’ olan insan, tarihin bedevilik ülkesinden, ilkellikten, göçebelikten, avcılık ve mağaralardan, taş devrinden uzaklaşıp, sanayi, güç, tecrübe, birliktelik, düzen, uzmanlık, eğitim, sağlık, kanun, hükümet, toplum, milliyet yani ‘medeniyet’ ufuklarına ulaştıkça esaretten kurtulmuş oluyor mu? Ne kadar acıdır ki insan, cennetten indiği/düştüğü yeryüzünde ‘acıklı azapların, işkence kuyularının, erimiş ateşlerin, yakıcı dağlamaların, acımasız kırbaçların, irinli, kanlı, alevli ve zakkumdan iğrenç yemeklerin bulunduğu’, asimilasyonların, yasakların, tutsaklıkların, yok saymaların, hükmetmelerin, adaletsiz paylaşmaların, açlıkların, yoklukların, sınırların, pasaportların, polislerin, kameraların, numaraların, sadece vücuda değil ruhlara da indirilen kırbaçların, bilimsel faciaların, acılar çoğaltan icatların, kanserlerin, koleraların, yok edici iktidarların, nazik despotlukların, estetize edilmiş barbarlıkların bulunduğu bir cehennem inşa etti.

 

Allah Azze ve Celle yer yüzünde bir halife yaratmayı murat etmişti. İnsan denilen yaratık bugün kimin halifesi? Kitab-ı Kerim’in ifadesiyle “Onlara eğer yeryüzünde iktidar, mevki [ve servet] verirsek [şımarıp sapmazlar], namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler, kötülüğü yasaklarlar. [Çünkü bilirler ki] işlerin sonu ancak Allah’a aittir.” Hacc Suresi’nin 41. ayeti olan bu ifadeleri tefsir sadedinde İbn Kesir, Sabah İbn Sevade el-Kindi yoluyla, Ömer İbn Abdülaziz’in hutbede bu ayeti okuduğunu ve peşinden, ‘Uyanık olun, muhakkak bu sadece vali hakkında değildir. Fakat o, hem vali [idare eden] hem de idare olunan hakkındadır. Size vali üzerindeki hakkınızı, valinin de sizin üzerinizdeki hakkını haber vereyim mi? Sizin vali üzerinizdeki hakkınız; sizin hakkınızda Allah’ın hukukunu gözetmesi ve sizi bunlarla cezalandırması, bazısının hakkını diğerlerinden almasıdır. Gücü yettiği ölçüde en doğru yola sizi iletmesidir. Onların sizin üzerinizdeki hakkı ise; haksızlık ve zorlanma olmadan, gizlisi açığına zıt olmaksızın itaat etmenizdir’ dediğini aktarmıştır. Başlarına iktidar olanlardan gerçek haklarını talep etmeyenler namazlarını dosdoğru kılmamışlardır, zekatlarını temizlenmek için vermemişlerdir, iyiliği emretmekten çekinmişler ve kötülüğe razı olmuşlar demektir. Allah’ın hukuku konusunda boş vermiş bir tavır sergilemişlerdir, hakları gasp edilenlerin haklarının alınması hususunda neme lazımcı olmuşlardır. Her ne kadar secdelere varsalar da, kırkta bir zekat vermiş olsalar da!

 

İktidar olanlar öncelikle namaz kılarlar. Bu namazları müşriklerin “Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını terk etmemizi, mallarımız üzerinde keyfimizce tasarrufta bulunmayı terk etmemizi senin namazın mı emrediyor” [Hud, 87] diye itiraz ettikleri bir namaz olmadıkça, “Veyl olsun o namaz kılanlara ki, onlar ne yaptıklarını bilmez halde gaflete dalmış, ibadetlerini gösteriye dönüştürmüştürler ve en küçük bir yardımı bile esirgemektedirler” [Ma’un, 4-7] tehdidinden kurtulamayacaklardır.

 

Yine o iktidar sahipleri ki zekatı verirler. Bu verme onların mallarındaki ortaklarının haklarıdır. Bu hakkı vermedikçe mallarının arınmayacaklarını bilirler. Bu ortaklar kendilerine lütfedilen zavallılar değil, masada eşit şartlarda karşılıklı oturdukları haklarını talep eden ortaklardır. O iktidar sahipleri gözlerini kapatmadan alamayacakları kalitede mallarını vermezler. Çünkü ortakları böyle bir alış verişi hoş görmezler. Onların mallarında üç ortak vardır; biri kendileri ve ailesi, biri peşlerinden koşan ölüm, bir diğeri de masada karşılarında oturan ortaklarıdır.

 

İyiliği emretmek o iktidar sahiplerinin bir diğer özelliğidir. Bunlar adaleti, yoksula ve yetime vermeyi, ölçüde tartıda doğru olmayı, kitaba, mizana ve demire paylaştırılmış bir hayatı yaşamayı, yolda kalmışa yardım etmeyi, sabrı, paylaşmayı, ağlamayı, dua etmeyi, şafak vaktini, güneşi, ayı, yıldızları, gökte uçan kuşları, dalgaları yarıp giden gemileri, çeşit çeşit taneli bitkileri,  cemaati, saf saf durmayı, geceleri nöbet tutmayı, tövbe etmeyi, ölümü, hesap vermeyi, tevazuu, anneye babaya öf bile dememeyi, sesini gereksiz yükseltmemeyi, yoldaki taşı alıp atmayı, haklının yanında yer almayı, zulme karşı durmayı, azmış Firavunlara en güzel şekilde söz söylemeyi, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi olan, Rahman ve Rahim Allah’ı asla unutmayanlardır. Ve bunu Birr’i çoğaltmak için gündemleştirirler. Hep birlikte Kur’an’a doğru sürekli bir hicret bilinci içinde olurlar. Toptan Allah’ın ipine sarılırlar.

 

Kötülüğü savan bu iktidar sahipleri zulmü, tuğyanı, isyanı, aldatmayı, inkarı, şirki, müdahaneyi, kız çocuklarını öldürmeyi, zinayı, içkiyi, fal oklarını, domuz etini, yalanı, boş söz ve vaatleri, zayıfları ezmeyi, tabiatı tahrif etmeyi, ekini ve nesli mahvetmeyi, zanda bulunmayı, tuzak kurmayı, iftirayı, böbürlenmeyi, kibri, cehaleti, zorbalığı, ümitsizliği, rehbersizliği, küfre, şirke, batıla götüren yolları, fuhşiyatı, münkeratı, ölçüde ve tartıda hilekarlığı, mülk üzerinde hükümranlık duygusunu, istiğnayı, tekebbürü, tevehhümü, Allah ve peygamberine meydan okumayı, Kur’an’a karşı kör ve sağır olmayı, refah içerisinde azıp şımarmayı, güç ve iktidarla sarhoş olmayı, kendisine, çevresine ve çetesine kamu mallarından pay devşirmeyi, mazlumların sırtından geçinip zalimlerin saltanat sofralarında oturmayı, inkarda ve isyanda ısrar etmeyi, şeytanın adımlarını takip etmeyi, şeytanlaşmış insanları ve onların yoldaşlarını dost edinmeyi, çatal dilli olmayı, umut tacirliğini, din bezirganlığını, yapmadıkları, yapmayacakları şeyleri söylemeyi kerih görürler, yasaklarlar. Bunların karşısında set olurlar. Güçleri yetmeyince de Allah’a iltica ederek acziyetlerini ifade ederler. 

 

Kur’an yeryüzünde iktidar verilen insanlardan bunu bekler. Zalimlerin iktidarını ise, “Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onların cezasını gözlerin korkudan yerinden fırlayacağı bir güne kadar ertelemektedir” diyerek hüsranla müjdelemektedir. İslam’da iktidar ne demek oluyor o halde? Bu konuyu Ali Abdurrazık’ın İslam’da İktidarın Temelleri adlı kitabından okumaya davet ederek uzatmadan kısaca şu alıntıyı yapmak istiyorum: “Gerçek şu ki İslam’da genel olarak Müslümanların anladığı şekliyle hilafet kurumu diye bir kurum mevcut değildir. Bu din, onların hilafet kurumunu korumak için kullandıkları bütün o ifsat ve yıldırma görünümünden ve gücün debdebesinden uzaktır. Bu kurumun, yargı, diğer temel işlevler, iktidar ve devletten daha fazla olmak üzere dini feraizle hiçbir müşterek yönü yoktur. Bütün bu işlevler tamamen siyasal niteliktedirler; dinle aralarında hiçbir bağ yoktur. Din bu işlevleri ne kabul eder, ne de reddeder. Bunları emretmediği gibi, yasaklamaz da. Onları, bunlarla ilgili konularda akıl ve mantığımızı kullanabilmemiz ve de kararlarımızı milletlerin tecrübeleri ve siyasetin kuralları üzerine bina etmemiz için, sadece bizim özgür irademize tevdi eder…

 

… Müslümanlar, bizzat kendilerince hakir görülüp aşağılanan bu çürümeye yüz tutmuş düzeni yıkmakta özgürdürler. Hükümdarlıklarının temellerini ve devletlerinin düzenini, mükemmellik ve sağlamlığı milletlerin deneyimleriyle sabit olan insan ruhunun daha çağdaş mefhumlarına ve yönetim ilkelerine göre şekillendirmekte tamamen özgürdürler…”

 

Büyük küçük, genel özel, yerel ülkesel fark etmeksizin iktidar mekanizmaları ile, kendilerini muktedir zannedenlerle ve muktedir olmaya çalışanlarla kurduğumuz veya kuracağımız ilişki hangi normlara dayanıyor? Hangi fıkhın, hangi içtihadın, hangi te’vilin, hangi tefsirin eseridir? Menfaate, ideale, ülküye, değere, ulusa, özgürlük istencine her neye dayanıyorsa bunun sahih bir tercümesini yapabiliyor muyuz? Niye iktidarlarla veya iktidar olmak isteyenlerle ilişki kuruyoruz? Beklentimiz nedir? Kulluk bilincimiz bizi ne kadar yönlendiriyor? Duygularımızla mı yoksa vahyin kuşatıcılığı ile mi hareket ediyoruz? Şahitlikle, içtihatla, fıkıhla neleri karıştırıyoruz? Unutulmamalıdır ki vahiy soyut olarak bizi kuşatmayacaktır. Toplumsal ve tarihsel olanla kuracağımız ilişki ile vahiy bizim katımıza yeniden ve yeniden inecektir. Zamanın ruhu, anın fıkhı bizim sorgulayıcı aklımızın rehberliğinde şekillenecektir.

 

O halde yukarıda izaha çalıştığım üç soruyu yeniden soralım: var olan nedir, iyi olan nedir, olanaklı olan nedir? Yani kimiz, neye yönelmeliyiz, neyi başarabiliriz yada sorumluluğumuz nedir? Verili gündemlere takılıp kalmadan adil şahitler olarak, kimin bayrağını yükselttiğimizi, kimin ordusuna nefer olduğumuzu, hiçbir sıkıntı duymadan, özgürce düşünebilmeliyiz. Bakışlarımızı ayak uçlarımıza değil ufkun en uzak noktasına, düşman siperlerinin arkasına dikerek mücadelemizi sürdürmeliyiz. Yoksa karşı olduğumuz iktidarların beceriksiz ve tecrübesiz kopyalarını devşirmekten veya böyle iktidarların oyuncağı olmaktan başka bir iş yapmamış olacağız.

 

Taberi Tarihi’nde şöyle bir anekdot aktarılır ki, Ömer bin Abdülaziz’in, bozulmuş iktidar anlayışının, dünyevileşmenin, arzulara esir olmanın, mülk üzerinde sınırsız ve ölçüsüz tahakkümün, insanların hak kaldığını zannederek nasıl batıla evrildiğinin o korkunç gerçekliğini büyük bir devrimci aşkla ıslaha çalışmasını ayan beyan göstermesi açısından önemlidir. Ki o iktidara geldiğinde insanlar büyük bir sapmanın sonucu olarak, kültürel ve ahlaki yönden sufileşmeye ve dünyevileşmeye başlamıştı. Cahili yaşantı kök salmış, insanlar hak olduklarını düşünerek batıla sapıyorlardı.

 

Taberi şunları kaydediyor: “Velid bin Abdülmelik’in büyük binaları, yazlıkları, işletmeleri vardı. Onun hükümdarlığı döneminde insanlar bir araya geldiklerinde binalar, işletmeler ve köylerinden bahsederlerdi. Velid’den sonra iş başına gelen Süleyman ise çok sayıda cariyeye sahipti ve çokça evlilik yapmıştı. Ayrıca bol bol ziyafetler çekerdi. Onun döneminde insanlar cariyelerden, evliliklerden ve yemeklerden bahseder, bunlarla meşgul olup övünürlerdi. Ömer bin Abdülaziz hilafete geçip yeni bir idare şekli ve adil bir yönetim oluşturunca halk arasındaki konuşmalar şunlar olmuştu: Bu gece Kur’an’dan ne ezberleyeceksin? Dün gece teheccüd namazına kalktın mı? Kur’an’ı ne zaman hatmettin? Kaç günde bir Kur’an’ı hatmediyorsun? Ayda kaç gün oruç tutuyorsun? Allah yolunda neler yapıyorsun?”

 

Özendiğimiz iktidarlar, eklemlenmek için koşturduğumuz kesimler, bayrağını salladığımız hizipler, muhalefetine dahil olduğumuz paktlar, hangi saikle olursa olsun bizim için nasıl bir hayat, nasıl bir gelecek inşa ediyor? Siz bugün iktidar sahiplerinin, iktidar için çabalayıp duranların hangi yolda olduklarını, neler söylediklerini, neler yaptıklarını, bizim gönlümüzü, aklımızı çeldikleri şeylerle, bizi razı ettikleriyle bizi hangi yollara saptırdıklarını hiç düşündünüz mü?

 

Bu yazı Islah Haber için kaleme alınmıştır.