Ey Ali!
Sen gideli otuz dört yıl oldu. Sıcak bir yaz gecesi, doğduğun topraklardan, Kahek’ten, öğrencilerinden, İrşad’dan, çocuklarından, İhsan’dan, Puran’dan çok uzakta, bütün ömrünce yanından ayrılmayan kusursuz yalnızlığın arkadaşlığında, pencerelerinden bakıp durduğun dünya zindanından bir kapı bularak çıkıp gittin.
Ey Yalnızlık Kıblesi! Ey Ali!
Kalemin kağıda ve mürekkebe veda edeli tam otuz dört yıl olmuş. Yalnızlık mescidinin yanık yürekli vaizi! Senin sesin susalı bunca yıl geçmiş. Göller yöresindeki son adayı da nasıl sular basarmış sen gidince anladık. Hüseyniyen senin sesini özlemiştir. Kağıtlar şerefli bir kalemin yüreklerini dağlamasını beklemektedir. Mürekkepler senin kaleminle bir çölde susuz kalmış kervanlara serinlik olmak istiyorlar. Hicretlerin durduğu inkılapların söndüğü, zerin, zorun ve tezvirin iktidar olduğu bu dünyada senin soluğuna ne kadar muhtacız bir bilsen. Senin yalnızlık sözlerin bir kuyudan çıkar gibi, bir dağdan eser gibi, bir atlastan doğar gibi, bir dalda yeşerir gibi canlıdır bunu biliyoruz.
Ey Kevir’in Çocuğu! Ey Ali!
Sen söylenmesi gerekenleri söyledin, görülmesi gerekenleri gösterdin, yazılması gerekenleri yazdın. Ama işitmediler, işitmek istemediler, görmediler, görmek istemediler, okumadılar, okumak istemediler. Hala kulaklar sağır, gözler kör, idrakler kapalı. Hala dine karşı din savaşıyor. Al İslam’a karşı Kara İslam, nebevi önderliğe karşı saltanat, Ebuzer’e karşı Kab’ul Ahbar, Ali’ye karşı Muaviye, Hüseyin’e karşı Yezid iktidardadır. Hala Kur’an mehcur, hala peygamberi sünnet kayıp, hala batıni, tasavvufi risale ve efsane İslam’ı el üstünde. Hala kabirlerden medet umuluyor, mesaj kabirlere kurban ediliyor. Ali’nin Şiası olduğunu söyleyenler Ümeyyeoğulları’nın bayrağını taşıyor artık. Zeyneb’in mezarında ağlayanlar oligarşiye özeniyorlar. Din saltanata dönüşmüştür. Senin uğruna can verdiğin idealler yasaklı ve baskı altındadır.
Biz senin Kevir’ine düştüğümüz günden beri seninle sırdaş olduk, sesine kulak kesildik, sözün güzelini duyduk. Tevhidi alt yapıyı, adaleti, nebevi sünneti, hicreti, şehadeti, Kur’an’ı, insanı, kendimizi devrimci yetiştirmeyi, hak kapısı önünde vücut halkasını ezmeyi, sorumlu aydını, göbekli müfessirleri, batıl ideolojileri, kapitalizmi, sosyalizmi, para babalarını, bezirganları, din baronlarını, sahte takvaları, kirli zühtleri öğrendik.
Bu dünyanın bütün aldatmalarına karşılık sen, misafir olduğun evlerin en ücra kilerlerinde yatmayı ve gecelemeyi adet edinmiştin. Bir şehidin arkasından ağlamak senin için bütün hayata değerdi. Yoksulların sofrası zenginlerin şölenlerinden daha mübarekti. Biz bunu senden öğrendik. Ali’nin çavdar unundan yapılmış yavan çorbasının yağlı yemeklerden daha mukaddes olduğunu da senden öğrendik.
Yalnız gecelerimizin aydınlığı sen oldun. Masalarımızda yanan mumlara ışık sendin. Gündüzlerin kavurucu sıcağında bir vaha oldun bize. Benlik zindanlarında mersiye okuyan seydamızdın bizim. Yoksulluk, fikirsizlik, idealsizlik, izzetsizlik, mezhepsizlik çöllerinde mevlamızdın bizim.
Kevir’ini okuyunca aşk ve sevgiyi anlayabildik. Aşk bencillikti. Aşk kendisi için istemekti. Aşk almaktı. Sevgi emekti. Yok olmaktı. Vermekti. Aşk bir yönlü coşkuydu, sevgi iki taraflı adanmışlıktı. Aşk iktidar kurmaktı, sevgi adil olmaktı. Aşk körlüktü ve karanlıkta yeşerirdi. Sevgi akıldı ve aydınlıktan beslenirdi. Aşk yer tutmaktı, yurtlanmaktı, toprağa bağlanmaktı. Sevgi gurbetti, yaban ellerde bir dosta kavuşmaktı, ya tahammüldü ya seferdi. Sevgi hicretti.
Ey Hubut’un Meyvesi! Ey Ali!
Senin öğretinle, dünya çölüne düştüğümüzü anladık. Yabancılığımızın farkına vardık. Adem olmakla beşer kalmak arasındaki farkı öğrenebildik. Tarihin yasalarına hakim olanın ne olduğunu, yarının tarihinin ne demek olduğunu bildik. Habil ve Kabil bizim için bir hikaye olmaktan çıkarak varoluşumuzun temel dinamiği haline geldi. Kim olduğumuzu, kim olmadığımızı, nerede durmamız gerektiğinin şuuruna vardık. ‘Bulmak’ ve ‘görmek’ gibi iki önemli görevimizin olduğunu iyice kavradık. Senin de sadık dostlarından istediğin ‘bulmak’ ve namuslu düşmanlarından istediğin ‘görmek’ değil miydi zaten?
Yalnız ve yol bilmez olduğumuzu, karanlık çöl gecelerinin tehlikesini, yollarımız üzerinde duran canavarları, batıl ideolojilerin sahteliğini, Firavunların zulmünü, Karunların sömürüsünü, Belamların iğvasını sen öğrettin bize.
Artık içimizde Allah’ın ruhu, sırtımızda emaneti, kalbimizin sayfalarında O’nun isimlerinin hikmeti, kainat önümüzde secdeye kapanmış, Allah’ın melekutu içinde, Cebrail’in yumuşak kanatları ayaklarımızın altında şefkatle serilmiştir. Biz bunu anladık.
Ey Adem’in Varisi! Ey Ali!
Şimdi artık biliyoruz; sorgulayıcı aklı, emredici dini, namazın selamlarını, özgürlüğü, medeniyetleri, dinler tarihini, insanın zindanlarını. Sezar’ın kılıcını elinde, İsa’nın yüreğini sinesinde taşıyan peygamberi biliyoruz. Kalkıp uyarması gereken kahramanların, gece uzun uzun namaz kılması gerektiğini bildiğimiz gibi. Düşman saflarının ta arkasına bakmayı öğrendik senden. Ayak uçlarımıza bakınca sendeleyip düşeceğimizi de. Sen bizim için bir öğretmendin. Bizim için bir işaretçi. Şeytanları taşlayan bir savaşçı. Safa ve Merve arasında koşan bir yiğit. Allah’ın evinde bir Hacer. Zemzem kuyularından su dağıtan bir İsmail. Baltası elinde bir İbrahim. Yarasından kurtlar dökülen bir Eyyub. Kuyulardan çıkarılmış zindanlarda sabırlı bir Yusuf. Sen başı kesilen bir Zekeriya’sın. Firavun düzenlerinde bir Musa. İlk taşı günahsız olanınız atsın diyen bir İsa. Sen peygamberler yolunun varisisin. Adem’in varisi Hüseyin gibi.
Ey Kavs-ı Kuzah! Ey Ali!
Sen bu dünyadan hicret ettiğinde ben daha bir çocuktum. Bütün çocuklar gibi. Birin arkasındaki sonsuz sayıda sıfır ne demek bilmiyordum. Ama şimdi biliyorum sonsuz sayıda sıfırın önündeki birin ne demek olduğunu. Tarihin bu korkunç tufanında, yüce bir varoluşa duyulan büyük bir sevginin kanatları altında, şevk ve heyecanla, Celal ve Cemal aynasında yok olmaya, gidiyorum. Seninle birlikte, Kevir’le ten örtüsünden, Hubut’la beşerlikten sıyrılarak, yalnızlık çöllerine, Fırat kenarındaki hurmalıklara, susuz kuyulara, dert ve endişe sahibi olmak için gecelerin kalbine, yalnızlık dünyasından vahdete gidiyorum.
Muhammed Rıza’nın dediği gibi “bugün bir usule bağlı bir mektepten bahsetmek ve yazmak donukluk, o mektebe dayanan ideoloji ile amel etmek geri kalmışlık ve körlük olarak değerlendiriliyor.” Artık böyle bir ortamda “aydın ve sorumluluğu” toplum içerisinde büyük bir tehlikeye düşmüştür.
Ey Anka! Ey Ali!
Ben, yarınlarda çocuğuma nasıl yaşaması gerektiğini, nasıl olması gerektiğini, nerede durması gerektiğini, Habil’i Kabil’i, tarihin kalbinin nasıl attığını anlatacağım. “Selman-ı Pak” kim, “Ebuzer” ne yaptı, öğreteceğim. Zer, zor ve tezvir nedir, “Kevir’de” nasıl yaşanır, “Hubut’ta” nasıl yükseklere ulaşılır, “Yalnızlık Sözleri” kime söylenmiştir, “Siret” nedir, “İnsan” kime denir, “Öze Dönüş” nasıl olmalıdır, bunları öğreteceğim. “Fatıma, Fatıma’dır”. “Ali Yalnızdır”, bunları da.
Yarının tarihine bugünün imanıyla ne söylemeli? Ne okumalı? Ne yapmalı? Usve ile nasıl amel edilmeli?
Sen Hüseyni bir iş yaparak gittin, biz Zeynebi bir iş yapmakla sorumluyuz. Sen sadece bir seçimde bulundun, biz kalanların işi daha zor ve ağırdır. Sen gideli tam otuz dört yıl olmuş. Ama bu dünyada varoluşun, değerin, bıraktığın mesajın canlılığı aziz İslam gençliğini harekete geçirmeye devam ediyor. Yazan kalemler senden ilham alıyor. Gecelerde mumlar sönmedi. Yalnızlık çöllerinde inleyen neyler susmadı. Güneş ne kadar yakıcı olsa da kum taneleri varolmaya devam ediyor.
Ey Kahek Köyünün Esmer Çocuğu! Aziz Öğretmenim! Ey Ali!
Cennette buluşmak ümidi ve duasıyla, inanmadığı hiçbir cümleyi yazmak için kalem tutmayan ellerinden hürmetle öper, müsterih ol derim.