Menyu
Ali Şeriati'yi Eleştirmek: Tarih Felsefesi/ Lütfi BERGEN
GİRİŞ YAZILARI

Ali Şeriati'yi Eleştirmek: Tarih Felsefesi/ Lütfi BERGEN

Adem (as) ile Havva yeryüzüne indirildiler ve insanlar bu ilk çiftin çocuklarından dünyaya geldiler. Habil-Kabil kıssasında, Adem (as) neslinin üremesi ile ilgili bir nizamın Kabil tarafından sorun edilmesinden çıkan çatışmadan bahsedilmiştir. “Selefle haleften bir çok kişinin zikrettiğine göre (…) Hz.Adem’in her batından bir erkek bir kız çocuğu doğuyordu. Ve bir batındaki dişiyi, öbür batındaki erkekle evlendiriyordu. Habil’in bacısı çirkin ve Kabil’in bacısı ise güzeldi. Kabil öz kardeşini tercih etmek istedi. Hz. Adem ise buna izin vermek istemedi. Ancak Allah’a bir kurban takdim etmeleri gerektiğini; kimin kurbanı kabul edilirse, Kabil’in bacısının ona ait olacağını bildirdi. Habil ve Kabil kurbanları sundular. (Habil yağlı bir keçi kurban etti, Kabil bir bağ sümbül verdi ve onda bir büyük başak buldu. O başağı ovalayarak yedi). Habil’in kurbanı kabul edildi. Kabil’in ki edilmedi.” (İBN KESİR, 1984, c:5, s: 2201-2202). İbn Kesir’e göre Habil kurbanını verirken ittika etmişti, yani takvaya uygun davranmıştı: “Sürüsü içinde en semiz bir koyunu vardı. Öyle ki ondan daha sevimli hiçbir malı olmamıştı (…) bu en sevdiği kurbanı sunmuştu” (1984: 2203). İbn Kesir’in naklettiği rivayetlerden birinde Kabil, Habil’e “Babanızın yerine geçecek büyük oğluyum” der; bir başka rivayette ise “Biz cennette doğduk, o ikisi ise yeryüzünde doğdu, ben kız kardeşime daha çok layığım” demektedir (1984: 2204). Bu yorumlara göre Kabil muhtemelen kendisini Habil’den üstün görmekteydi. Müfessirlerin bir kısmı kıssanın çapraz evlilik ile ilgili olarak Kabil'in kendisine düşen kızı beğenmemesini çıkış noktası etmektedir ama benim kanaatimce evleneceği kızı beğenmemesinde asıl amil, Kabil’in kendi kız kardeşi ile evlenerek çoban'ı (Habil’i) çiftçi aileye (Kabil’in üstün ırkına) karıştırmamak endişesi idi. Kabil, ekonomik bir ırkçılık gütmekteydi. Bu tavır ile dünyanın ilk uygarlık- medeniyet ayrışmasının gerçekleştiği ifade edilebilir. Kabil bu tasarrufu ile ahlak nizamını bozmakta ve bunu ekonomik prodüktif zihniyet ile yapmaktaydı. Ali Şeriati, İslam tarihinin bu ilk dönemini Marxist tarih anlayışı ekseninde ele almıştı. O’nun Habil’e ve Kabil’e yüklediği misyon Rousseaucu idi. Şeriati’ye göre Habil, “mülkiyetin ortaya çıkmadığı, ilkel toplumcu, çobanlığa dayalı bir iktisadi sistemi temsil etmektedir. Kabil ise tarıma bireysel veya tekelci mülkiyete dayalı bir sistemi temsil etmektedir” (ŞERİATİ, 1985: 98). Şeriati, tarihin başlangıç noktasını Habil ile Kabil’in mücadelesi şeklinde görürse de bunun tanımını hak- batıl savaşı nitelemesinden uzak kavramlarla izah eder. O’na göre Habil, “toprak sahibi Kabil tarafından öldürülmüştü. Şeriati’ye göre, “üretim kaynakları üzerindeki ortak mülkiyet dönemi- yani çobanlık, avcılık, balıkçılık dönemi- ve kardeşlik ruhu, gerçek inanç sona ermiş; yerine tarıma dayalı ekonomisiyle hilekarlık ve başkalarının hakkına saldırmaktan çekinmeyen özel mülkiyet dönemi başlamıştır (...) Tarih, aynı zamanda balıkçılık ve avcılık dönemi de olan çobanlık döneminde bütün üretim kaynağının tabiat olduğunu gösteriyor (...) Her şey, eşit olarak herkesin hizmetindedir. Toplum ruhu ve kuralları, ana-babaya saygı, ahlaki yükümlülüklerinin dosdoğru yerine getirilmesi, toplu hayatın kurallarına mutlak uyum gösterilmesi, din duygusundan fıtrî bir arılık ve içtenlik... Habil’i bütün bunların temsilcisi olarak kabul edebiliriz. İnsanoğlu tarımı öğrenince, hayatı, içinde yaşadığı toplum ve bütün düzen, köklü bir değişikliğe uğradı. Bence bu değişiklik, tarihteki en büyük devrimdir. Bu devrimle birlikte ortaya büyük bir insan çıktı: Güçlü ve kötü bir insan... Böylece medeniyet ve farklılaşma dönemi başladı” (ŞERİATİ, 1985: 99-100). Ali Şeriati'nin bu yorumu bir kaç yanlışlıkla malul görünüyor. İnsanlığın başlangıcının üretim araçları bakımından avcılık- çobanlıktan tarıma doğru seyrettiği fikri, “bilginin ilerlemesi” zihniyetinin ürünüdür. Bu yaklaşım, bilginin kaynağı problemini deney- gözlem üzerinde açıklamaktadır. Oysa henüz Adem (as)’in yaşadığı bir dönemde bilginin kaynağı vahiy idi. Eğer öyle olmasaydı, Kabil, Hz. Adem’e başvurup nikah nizamını değiştirme talebinde bulunmayacaktı. Hz. Adem (as), Kabil’in nikah nizamını değiştirme talebini reddetti ve kurban vermelerini istedi. Burada Kabil’in kurban olarak tahıl vermesini Allah’ın reddettiğini görüyoruz. Allah, kurbanın koç- deve gibi canlı bir varlık olmasını dilemişti. Kabil, Habil’e başvurup bir kurbanlık almak istemedi. Çünkü bunu yapsaydı Habil’in meslekî önceliğini kabul edecekti. Onun için tahıl kurban etti. Kurbanın, canlı, etinden- sütünden istifade edilen, geviş getiren hayvandan ve mutlaka kanını akıtarak Allah’a takdimi modern uygarlıklara kırlara dönmek zorunluluğunu dayatmaktadır. Allah uygarlıkları kırlara mecbur bırakmıştır. Kabil, kurban formunu değiştirerek insanlığın uygarlık- kapitalizm yolunda yürümesini tahkim etmeye yeltenmişti. Ama Adem (as), “kurban verin” diyerek Kabil’in Habil’e mecbur olduğunu ima etmiştir. Bu ima, aynı zamanda Adem (as) zamanında hem çoban toplumunun ve hem de tarım toplumlarının birlikte yaşadığını gösterir. İkinci olarak Kabil’in tarım toplumunun toprak mülkiyetini ve kapitalizmi başlattığı fikri de hatalı idi. Zira, Habil de toprağa muhtaçtı. Eğer onun çobanlık yaptığı doğru ise büyük koyun sürüleri için geniş meralara ihtiyacı olacağı açıktır. Çobanlık, toprak talebini ve mülkiyetini içeren bir meslekti. Eğer bir kapitalizm varsa bu çobanların da talep edeceği bir şeydi. Buna rağmen Habil’de kapitalist ruhun dini bağlanışla bastırıldığını görüyoruz. Şeriati’nin yanlışı, mülkiyet biçimlerinin ahlâkî edimleri beslediği görüşünü savunmakla Marxizmle uyuşmasıdır. Habil’in malı (koyun) da bir mülkiyet biçimi olarak kapitalizmi üretebilecek değerler sunmakta idi. Buna rağmen Habil, sürüsü içinde en değerli koyunu kurban etmişti. Bu olay kapitalizmin kaynağının mülkiyet olmadığının apaçık işaretidir. Kapitalizmin kaynağı zihniyetti. Şeriati, kapitalizmin kaynağını ekonomi-mülkiyet rejimi gören Marx’ın tarih görüşünü Müslüman zihniyete eklemleyerek bir hata yapmıştır. Üçüncü olarak Kabil’in tarımı seçmesi, toprağı mülk edinmesi meselesinde de hatalı yaklaşımlar vardır. Adem (as) oğullarının nüfus yoğunluklarının toprağı kıymetlendirdiğinden bahsedilemeyecektir. Tarihin ilk döneminde toprağın kıt, nüfusun yoğun olduğu düşünülemez. Bu nedenle ilk kavganın tarım devrimine bağlı olduğu varsayımı yanlıştır. Kabil, dinin toplum içindeki yerine dair zihniyet değişiminin temsilcisiydi. Kapitalizme kapı açılsın istiyordu. Bu çerçevede ahlâkî intisapları kırmaya çalışıyordu. Son olarak bilginin kaynağı meselesine yeniden dönmek zorundayız. Adem’in yaşaması nedeniyle ilk toplumda bilginin kaynağı vahiydi. Ancak bu bilgi, infak/kurban gibi bağlanışları nedeniyle kapitalizmin gelişimine izin vermiyordu. İşte mesela Habil en semiz koyunu kurban etmekle kapitalizmi kırmaktaydı. Oysa Kabil, tarımla bulduğu zenginliği kastik- hiyerarşik ve seküler bir topluma tahavvül etmek istiyordu. Bu bir anlamda Adem (as) tarafından temsil edilen toplumun önderliğini değiştirmek demekti. Yani vahiyle değil gözlem-deneyle ilerleyen bir toplum arzuluyordu. Oysa Kur’an’ın beyanına göre tarım da Adem’in bilgisi içindeydi ve onunla insanlara yayılmıştı. Şeriati’nin ve modern Batı paradigmasının kabul etmediği bir olgu olarak bilginin kaynağı Adem (as)’dir. Bilgi kesbî değil vehbi idi. Şeriati, bilginin kaynağının Adem (as) olduğundan hareket etse idi çobanlık ile tarımın aynı anda ortaya çıktığından bahsedecekti ve marxist bir tarih zihniyeti ile hareket etmeyecekti. İslam inancında Adem (as) ilkel bir adam değil. Öncelikle dindar ve entelektüel. Kozmolojiyi biliyor. Meleklerin bile bilemediği bilgilere haiz. Günümüz modern insanına nazaran daha üst bir bilgiye de sahip: Cennetten geliyor çünkü. Üstelik Batı felsefesinin hiç değinmediği bir meseledir; Adem şehirlidir. Daha yeryüzüne indiği ilk demde tövbesi kabul edilir edilmez Kâbe’yi inşa etmiştir. Kâbe’ye, Ümmü’l-Büyût (evlerin anası) deniliyor. İbn Kesir’deki rivayete göre ise Allah Adem’e “Yeryüzünde bir evim var, oraya gidiver (Mekke), der. Adem de çocuklarını Kabil’e teslim eder” (İBN KESİR, c: 5, 1984, s: 2202). Yine Hz. Adem’in insanlığın konuştuğu bütün dilleri bildiği ifade edilmiştir. Razi, Bakara 30. ayetinin tefsirinde şu kanaatte idi: “Buradaki ayetten maksat, Adem (as)’in çocuklarının bugün konuştukları muhtelif dillerin hepsi(ni bildiği- LB) kastedilir. Arapça, Rumca, Farsça ve diğerleri gibi. Hz. Adem’in çocukları bu dillerin hepsini konuşuyorlardı. Hz. Adem, ölünce çocukları dünyanın muhtelif bölgelerine dağıldılar ve her biri bu dillerden birini konuştu, böylece o dil, o bölgede yaygınlık kazandı. Uzun bir süre sonra bir kaç nesil değişince, öteki dilleri unuttular. İşte Adem’in çocuklarının değişik dillerle konuşmasının sebebi budur” (İBN KESİR, c: 2, 1984, s: 284). Dolayısıyla şehir, insanların başlangıçta ilkel bir toplum olmalarından sonra ortaya çıkmış değil. İlk şehir, dinî intisap ile Adem (as)’e bağlanan insanların kollektif kimliği idi. Adem tüm eşyanın olan ve olacak tüm emtianın isimlerini bilmekte idi. Razi’ye göre lügatların hepsi tevfikîdir. Yani “Allah zorunlu bir bilgi ile bu lafızları ve bu anlamları yaratmış ve bu lafızları o anlamlar için koymuştur. “Adem’e hepsinin isimlerini öğretti” ayetinden maksat, eşyanın niteliklerini, özelliklerini ve mahiyetini öğretti, demektir. Akıl, bütün lügatleri bilmek imkanına sahip değildir. Lügat ancak ta’limle elde edilir. Ta’lim olunca bilgi de olur; aksi halde bilgi olmaz” (İBN KESİR, c: 2, 1984, s: 284). Bilginin Adem ile birlikte gelmesi meselesi Ali Şeriati tarafından kabul edilmedi. Bilginin insanlığın ortak mirası olduğu düşüncesi ile İslam tarihini, Batılı bilgi paradigmasına eklemledi. Her şeye rağmen bilginin insanlık tarihinin ortak mirası olduğunu iddia edenler olacağı kesindir. Böyle bir düşünce gelişirse onlara Hz. Nuh ile birlikte gelişen “gemi bilgisinin” kaynağı sorulması gerekir. Kavmi gemi inşa eden Nuh (as) ile alay etmekteydi. Kur’an’a göre bu gemi ayrıca özellikli bir gemidir. Çünkü buharlı gemi idi. Kur’an’a göre Hz. Nuh (as), çağının güçlü ve zengin toplumunda, o çağın bilgisine yabancı başka bir bilimsel paradigma ile gelmiştir. Hz. Nuh’un getirdiği bilgi Kur’an’î ifadeye göre “buharlı gemi” olmuş ama daveti sunduğu toplumda alayla karşılaşmıştır. “Nihayet emrimiz geldiği ve tennur (tandır veya geminin kazanı) tutuşup parladığı zaman dedik ki; Erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle. Zaten beraberinde iman edenler çok az idi” (11 Hud 40). Elmalılı Hamdi bu ayetin tefsirinde özetle der ki: “Tennur: Lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır ki, dilimizde “tandır” olarak kullanılır. Leys demiştir ki; "tennur" genellikle bütün dillere gelmiş olan bir kelimedir. Bir benzeri de "tennar" telaffuzudur. Müfessirlerin çoğu, "tennur"un gerçekten bir ocak anlamına geldiğinde görüş birliği içindedir. Geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır niteliktedir. Tennurun gerçek anlamıyla bir ocak olması, aynı zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile ilişkili olmasına da engel değildir. Cumhurun ocak olduğu hakkındaki rivayetiyle bu rivayet arasında çelişki de yoktur. Harf-i tarif ile “ettennur” buyurulması, bunun gemiye ait bir tandır, bir ocak olmasını açıkça belli eder. Ayı zamanda Hz. Nuh'a ait bir tennur olması da buna engel değildir. Çünkü bu onun bir mucizesidir. “Keşşaf” sahibinin, sarahatle belirttiği üzere, tennurun feveranı gemideki yapım işinin sona ermesi, yükleme ve hareket emrinin de başlangıcı ve şartı olarak gösterilmiştir. Bunun böyle olduğu göz önünde bulundurulursa, tennurun feveranı gemiyi harekete geçiren kuvvetin kendisini ifade ettiği anlaşılır. Bu günkü söylenişi ile "nihayet emrimiz gelip gemi ateşlendiği vakit" demek olur. Ve bunda tennur ve feveran kelimeleri gerçek anlamda kullanıldığı ve âyetin bu mânâda gayet zahir olduğu da şüphesizdir. Şu halde nassta hakikat anlamını ve zahiri bırakıp da te’vil aramaya hiç de sebep yoktur. Geminin yapımı tamam olup “fayrap” haline gelmesi, ilâhî emir olan tufanın başlayacağına bir alâmet olmasına da engel olan bir durum değildir. Âyetin bu zahirine karşı, “O zaman öyle bir vapur nasıl yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutulur mu idi?” gibi vehim ifade eden bir iki sual akla gelebilir. Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan kaybolup gitmiş bir takım sanatların olduğu bile tarihi misallerle sabittir. Kaldı ki Nuh, gemisini beşerin bilgi ve tecrübe birikimiyle değil, doğrudan doğruya “Bu gemiyi Bizim gözetimimizde ve vahyimize göre yap!” âyetinde de ifade buyrulduğu gibi, Allah'ın vahyi ile ve yine O'nun gözetiminde yapmıştır” (ELMALILI Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili). Konumuza tekrar dönersek, Adem’in çocuklarının Habil ile komünal bir toplum yapısı içinde olduğu fikri problemlidir. Adem’in çocuklarının tarıma geçişle birlikte mülkiyeti keşfettiği fikri de bir hayalden ibarettir. İkisi birlikte (Habil ve Kabil), Adem’e gidip meseleyi anlattı, Adem de kurban kesmelerini emretti. Adem’e vahiy gelirken, Kabil’e gözlem yapma kabiliyeti verilmişti. Kabil gözlem yeteneğine dayanan güçle “başardığını” düşündü. Zengin olmuştu; Adem’e dayanan paradigmayı değiştirebileceğine kanaat getirdi. Kabil’in tavrı ile Karun’un zengin ideolojisi ve vahiyden kopuk servet telakkisi aynıdır. Karun, “Bu bana bilgim sayesinde verildi” demekte idi. Kapitalizmi meşrulaştırdı. Şeriati, tarihi üretim biçimlerine göre dönemledi. Oysa Kur’an’ın tarih perspektifine göre ilkel toplum- köleci toplum- feodal toplum gibi bir tarihsel dönemleme yapılamaz. Böyle bir dönemleme Hz. Nuh’un bilgisini açıklamayacaktır. Bu kıssada Kabil’in tek başına olduğunu düşünemeyiz. Büyük ihtimal Kabil bir kabile idi. Habil de çobanlık yapan bir topluluğun önderi idi. Kabil, Habil’i öldürdüğünde, kabilesi ile birlikte Adem'in yanından ayrıldı ve bilgi- epistemoloji olarak ilk elde deney- gözlem modelini geliştirdi. Kabil’in kargaya bakarak onu taklit etmesi, gözlem gücünün yüksekliğini ifade eder. Kabil’in karganın ölümüne bakarak ve öldüren karganın mezar kazmasına dayanarak Habil’i gömmesi, mezar kültürü oluşturmuştu. Kabil dünyanın ilk totem-mezar kültürünün kaynağıdır. Totemcilik Kabilyendir; Comte’un insanlığın ilk dönemini çok tanrıcılıkla açıklayan modeli aslında Kabil’i işaret etmekte idi. Çünkü Kur’an’ın beyanına göre insanlığın ilk dönemi “tek tanrıcılık” idi. Kabil’in avanesi ile birlikte Adem’in yanından ayrılması vahiyden kopuş manasına gelmekteydi. Vahiyden koptuğu için Habil’i öldürdü. Batı toplumlarının muharref de olsa vahiyden kopmaları sömürgeciliği başlatmıştır. Bu yaklaşım bize, Batı bilgi paradigmasının “ilkel insanların mağarada yaşadığı” söylemini delil getirmesi karşısında yakalandığımız acziyeti aşmaya yarayan bir yoruma varmamızı sağlar. Kabilyen toplumlar önce mağaraya sığındılar ve deneysel bilgiyi kullandılar. Mağara duvarlarındaki resimler- totemleri idi. Toplumların ilkel- köleci- feodal diye ayrımlara haiz olmaları aslında bu totemist/kabilyen toplumları ilgilendirir. Yani Batı toplum felsefecilerinin, Rousseau- Marx’ın bahsettiği toplumlar çok tanrıcı Kabilî toplumlardı. Adem ile ilgisi yoktu. Başlangıçta bilgi=vahiy idi; Kabilyen toplumlarla bu değiştirildi, bilgi=deney/gözlem haline getirildi. Bu bilgiyi salt temel saymak toplumları kaosa sürüklüyor. Dini bağlanış yoksa her şey mübah sayılıyor. Tarih felsefesini böyle inşa etmek Ali Şeriati’nin Batı paradigmasına teslim olan “müslüman sol” tarihinin zaaflarından bizi koruyacaktır. Zaten başka türlü Kur'anî beyanla tarihi telif etme imkanımız yoktur. Batılı tarih felsefesinden, o zihniyetin hastalıklarından kurtulmak zorundayız. -İBN KESİR, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları,1984 -ŞERİATİ Ali, Toplumbilim Üzerine, Bir yayıncılık, 1985